Emperyalist-kapitalist devletler, dozu her geçen gün daha da şiddetlenen bir rekabet ve hegemonya yarışındalar. Bu yarışta çoktandır silahlar da konuşuyor. Emperyalist güçler, oluşturdukları s avaş koalisyonlarıyla, s avaş cephelerini dünyanın çeşitli bölgelerine yayıyorlar. Vatan savunusu, ulusal birlik, terörle mücadele retoriğiyle, emekçi kitlelere emperyalist savaşın haklı bir savaş olduğu empoze ediliyor. Böylece son derece akıl dışı ve tehlikeli bir milliyetçilik hâkim kılınmaya çalışılıyor.
NATO’nun sadık bir müttefiki olan ve büyük bir kara ordusuna sahip olan Türkiye de ulaştığı alt-emperyalist konumunu güçlendirmek için savaş politikaları izlemekten çekinmiyor. Büyük emperyalist güçleri tümüyle bir kenara iterek kendi inisiyatifiyle bir maceraya atılmasa da, kendi çıkarları uğruna her tür fırsatı değerlendirmekten de geri durmuyor.
Durum buyken, gerek Türk devletinin gerekse emperyalist güçlerin yürüttüğü savaş, işgal ve askeri operasyonlara karşı güçlü bir sınıf hareketi yaratılamamıştır ne yazık ki. Şu anda Barış Bloku şemsiyesi altında genişlemeye başlayan hareket de henüz Kürt hareketi ve daha dar ölçekteki sosyalist hareketle sınırlıdır ve bu hareketin işçi sınıfına yayılması yakıcı bir ihtiyaçtır.
Türkiye’de geçmişten bugüne barış hareketine kısaca bakacak olursak, haksız savaşlara karşı çeşitli örgütlenmelerin gerçekleştirildiğini görürüz. Kore Savaşına karşı, 1950’de, Behice Boran, Adnan Cemgil gibi TKP’li komünistler tarafından kurulan Türk Barışseverler Cemiyeti bunlardan biridir. Türk devletinin Kore Savaşına katılma nedenlerini halka açıklayan ve Menderes hükümetini protesto eden bir bildiri dağıtıp Meclise dilekçe gönderen bu derneğin üyeleri, bu eylemlerinin hemen ardından tutuklanmıştır. Türkiye Kore Savaşına asker göndererek NATO üyesi olmuş ve ilerleyen yıllarda bunu, sosyalist harekete ve işçi hareketine karşı girişilen kanlı kıyımlar izlemiştir.
Yine TKP yönlendiriciliğinde, 1977’de, aydınlar, sanatçılar, siyasetçiler tarafından kurulan Barış Derneği ise, çok daha etkili bir varlık göstermiştir. Ne var ki 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle bu dernek de kapatılmış, yöneticileri tutuklanmış ve TCK’nın meşhur 141. ve 142. maddeleri uyarınca açılan büyük dava 1991 yılına dek sürmüş ve nihayetinde sanıkların beraatiyle sonuçlanmıştır.
Darbeyi izleyen 80’li ve 90’lı yıllarda ise, Kürdistan’da on binlerce insanın katledildiği kirli savaşa karşı kitlesel bir karşı duruşu bu kez Kürt siyasi hareketi örgütlemiştir. Çeşitli barış eylemleri, imza kampanyaları ve açlık grevleriyle Kürt kitleler savaşa hayır demişlerdir. Bu karşı duruş, 2000’li yıllarda daha da kitleselleşen eylemlerle devam etmiştir. Gerilla anneleri ve asker anneleri savaşa karşı ortak çağrılar yükseltmişlerdir. Kürt halkı kitlesel kampanyalarla “ edi bese” demiştir. Çatışma b ölgelerinde canlı kalkanlar oluşturularak bombalamalara karşı durulmuş, barış, kardeşlik ve çözümden yana eylemler sürekli hale gelmiştir. Kürt halkının demokratik taleplerini geniş bir alana taşıyan çeşitli kampanyalar Türkiye kamuoyunda da karşılığını bulmuştur. Devrimciler ve demokratlar Kürt halkıyla barış ve kardeşlik temelinde ortak adımlar atmıştır. HDP’nin son genel seçimlerde yüzde 10 barajını aşarak Meclise girmesi de bu desteğin somut ifadesidir.
Barış sorunu, ABD’nin Afganistan ve ardından Irak’ı işgal etmesiyle, Türkiyeli emekçilerin gündemine emperyalist savaş bağlamında da yakıcı olarak girmişti. ABD ve koalisyon güçlerinin başlattığı emperyalist savaşa karşı çıkmak amacıyla gerçekleştirilen eylemlerde dünyanın birçok ülkesinde kitlesel katılımlar gerçekleşmişti. Eylemlere damgasını basan şeyse pasifist tutumdu. Türkiye’de gerçekleştirilen eylemler de genelde ABD ve Bush karşıtlığıyla sınırlandırılmıştı. Bu arada, emperyalist devletlere karşı işgale uğramış zayıf kapitalist devletlerin savunuculuğunun yapılması da yaygın bir anlayıştı. Bu anlayışla Saddam’ı savunan sözde anti-emperyalist savaş karşıtları da bilinçleri bulandırmak için ellerinden geleni yapmaktaydı. Neticede küçük-burjuva ağırlıklı sol hareket sınıfsal bir bakış açısıyla savaşa karşı mücadele örgütleyememiştir. Genelde yurtsever politik pozisyonu da aşamamıştır. ABD’nin yenilgisiyle sınırlı bir anlayış işçilerin dünya çapında savaş karşıtı mücadelesini örgütlemekten de zaten uzaktır.
Emperyalist savaş, işgal ve saldırganlıkla hemen her dönem iç içe olan Türkiye’de, sendikal bürokrasi de milliyetçi politikaların savunucusu olmuştur. Türk-İş ve Hak-İş’in tepe bürokrasisi, işçi sınıfına ulusal çıkarlar adına, barış zamanında sömürüye boyun eğmeyi, savaş zamanında ise burjuvazinin askeri çıkarlarına alet olmayı empoze etmiştir. Bu bürokratlar, egemenlerin çıkarlarının yanında konumlanarak, işçi sınıfının savaş gibi olağanüstü durumlarda düzen dışına çıkma potansiyelini taşıyan hareketlerinin önüne geçmişlerdir. Koyu bir milliyetçilikle devletin ve sermayenin sözcülüğüne soyunmuşlardır. Örneğin Kürt sorununda tek bir gün dahi savaşın sona ermesini sağlayacak demokratik, barışçıl taleplerin savunucusu olmamışlardır. Ulusal sorunda sosyal demokratların ve sendikaların nasıl da düzen bekçiliğine soyundukları tartışmaya yer olmayacak kadar açıktır.
Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de işçi sınıfı uzunca bir dönemdir emperyalist savaşın ve krizin yarattığı devasa sorunlarla karşı karşıyadır. Siyasal, sosyal ve ekonomik kazanımların yok edilmesi, demokratik hakların gasp edilmesi, örgütlenmenin önüne daha büyük duvarlar dikilmesi bu durumun bir sonucudur. İşçi sınıfı, emperyalist savaş ve Kürt halkına yönelik haksız savaş sürecinde son derece tehlikeli bir noktaya sürüklenmeye çalışılmaktadır. Ortadoğu’da üstünlük kurma hevesi içindeki Erdoğan ve AKP’nin maceracı politikalarının işçi sınıfına ödettireceği bedel çok ağır olacaktır. Hükümetin saldırgan politikalarını durdurmak hayati önem taşımaktadır. Türkiye ve Ortadoğu coğrafyasında devrimci sınıf siyasetine duyulan ihtiyaç acil hale gelmiştir. Günümüzde uluslararası dayanışma, eylem ve mücadeleyi örgütlemek yakıcı derecede önem kazanmaktadır.
Türkiye’de savaş karşıtı hareket genelde Kürt hareketi ve sosyalist hareketle sınırlı bir bileşime sahiptir. Bugün asıl sorun savaş ve işgal karşıtı hareketleri işçi hareketiyle buluşturmaktır. Kürt halkının, sosyalist hareketin, demokratik kitle örgütlerinin ve geniş işçi kitlelerinin katılımıyla yükselecek bir barış mücadelesi, burjuvazinin saldırgan politikalarının hayata geçmesine izin vermeyecektir. İşçi sınıfının büyük çoğunluğunun burjuvazinin dümen suyunda, milliyetçi politikalarla esir alındığı doğrudur. Fakat örgütsüzlüğün neden olduğu bu durum değişmez değildir. Savaş işçi kitlelerini bugünden tahmin edilemeyecek yepyeni durumlara sokacaktır. Burjuvazi diken üstündedir. Geçmişte benzer durumlarda işçi sınıfının dağılan birliğinin, savaşın, ölümün, yenilgilerin ağır etkisiyle değiştiği, işçi sınıfının yeni taleplerle cephelerde kardeşleştiği görülmüştür. Paris Komünü’nün ve Ekim Devriminin deneyimleri en temel örneklerdir. Askerler, yani üniformalı işçi-emekçiler, sosyalistlerin cephede ve cephe gerisinde yürüttüğü devrimci propagandanın da etkisiyle hızlı dönüşümler geçirmişler ve devrimci fikirlere hiç olmadığı kadar açık hale gelmişlerdir. Burjuvazinin ulusal çıkar, vatan, millet, din gibi milliyetçi-dini söylemlerle kurban etmek istediği milyonlar, savaşın uzun, ağır ve sonu ölümle biten haksız doğasını görmüşlerdir.
Türkiye’de savaşa karşı çıkıp barış dinamiğini harekete geçirecek farklı toplumsal kesimler mevcuttur. Ezilen Kürt halkı ve diğer azınlıklar, yok sayılan mezhep ve inançlardan insanlar, savaş ve düşmanlıkları körükleyen, kutuplaştırıcı zihniyete engel olmak için bir araya gelmelidir. İşçi sınıfının barış, demokrasi ve sınıfsal taleplerle harekete geçmesi ise bütün muhalefeti ayağa kaldıracak en etkili dinamiktir. İşçi sınıfının cephede veya cephe gerisinde çarkları durdurması, kapitalist savaş makinesini parçalayacak yolu da açacaktır.
Haksız ve gerici savaşların yaratacağı yeni dengelerin işçi sınıfını ne zaman ayaklandıracağı önceden kestirilemez. Sosyal, siyasal, ekonomik sorunların etki gücü savaş dönemlerinde kat be kat artmaktadır. Ölümlerin ve çekilen sefaletin bedelinin bu durumun sorumlusu olan iktidara kesilmesi muhtemeldir. Savaşı sorgulayan ve emirlere karşı duran askeri-sivil eylemlerin artması da öyle. Bu durumda, yükselen öfke ve tepki hareketini yönetecek ve yönlendirecek sosyalist işçi örgütlerinin varlığı hayati önem taşıyacaktır. Dolayısıyla işçi sınıfının devrimci mevzilerini güçlendirmek yakıcı bir görevdir.
link: Adil Aksu, Savaş Karşıtı Mücadelede İşçi Sınıfı, 1 Eylül 2015, https://marksist.net/node/4412
Sen İstersen Olur Barış!
Yalnız Değilim