Üye ülkelerin devlet başkanlarına ek olarak küresel finans tekellerinin temsilcilerinin de katıldığı G20[1] zirvesi, 15-16 Kasım tarihlerinde Avustralya’nın Brisbane kentinde yapıldı. Zirve öncesinde Avustralya başbakanı Tony Abbott, bunun “Avustralya’da gerçekleşen gelmiş geçmiş en önemli toplantı” olduğunu söylüyordu. Bu aynı zamanda Abbott hükümetinin protestocuları engellemek için Avustralya’nın gelmiş geçmiş en yoğun polisiye önlemlerini alacağı anlamına geliyordu ve öyle de oldu. Zirvenin yapılacağı kongre merkezinin çevresini yaya ve araç trafiğine kapatan, binaları keskin nişancılarla donatan hükümet, protestoculara göz açtırmamak için polisi ve orduyu seferber etti.
Bu tür toplantıların tümünde olduğu gibi bu zirvede de, sermayenin önünü açmak ve kapitalizmi içinde bulunduğu tıkanıklıktan kurtarmak için neler yapılması gerektiğinden söz edildi. Zirve, büyüme beklentilerine yönelik boş sözlerin ve temennilerin yer aldığı bir bildirgeyle sona erdi. Ekonomik büyümeyi hızlandırma ve 2018’e kadar %2,1’lik bir büyüme oranına ulaşma hedefinin yer aldığı sonuç bildirgesinde, neoliberalizmin mottoları, “halkın yaşam standardını yükseltmeliyiz, daha çok iş yaratmalıyız, çevreyi korumalıyız” türünden bildik soslarla harmanlanıp servis edildi. Açık açık “işçi sınıfına yönelik saldırıları daha da arttırmamız gerekiyor” diyemeyen egemenler, bu niyetlerini “büyümeyi ve özel sektörün etkinliğini arttırmak için yapısal reformlar yapmak” türünden ifadelerle dile getirdiler.
Zirveye, 1 Aralıktan itibaren G20 dönem başkanlığını üstlenecek olan Türkiye’yi temsilen katılan Davutoğlu ise, yoksul ülkeleri gözeten bir politikanın hayata geçmesi için çalışacaklarını ve onların temsilcisi olacaklarını söyleyerek prim toplamaya çalıştı. Bildik yaveleri yineleyip, kapitalist ekonominin yüz yüze bulunduğu sorunları aşmakta küçük ve orta ölçekli işletmelerin desteklenmesinin büyük önem taşıdığından dem vurdu. Benzer vurguları emperyalist tekellerin sözcüsü olan diğer liderlerin de yapması ve bunun sonuç bildirgesinde yer alması, bu tür toplantıların içeriğine, alınan kararların niteliğine, inandırıcılığına dair yeterince ipucu veriyor aslında. Davutoğlu’nun söyledikleri de işte o kadar inandırıcıydı. Ama en “inandırıcı” sözleri “yolsuzlukla mücadele” konusunda sarf ettikleri olsa gerek. Yolsuzlukları ayyuka çıkmış bir hükümetin başbakanı olan Davutoğlu, yolsuzlukla mücadelenin öneminden dem vurup, dünya halklarına müjdeyi verdi: “Yolsuzlukla mücadele önemli konulardan biri. Birçok ülkede kalkınmanın önündeki en büyük engellerden biri yolsuzluk olarak ortaya çıktı. Türkiye’nin dönem başkanlığında bu konuya da eğileceğiz.”
Ekonomik kriz ve emperyalist savaş sarmalı
Ekonomi gündemiyle toplanmasına rağmen zirveye asıl damgasını vuran ise, Batılı emperyalist güçlerin Ukrayna krizi üzerinden Rusya’yı tecrit etme girişimleri oldu. ABD, İngiltere, Kanada ve Avustralya devlet başkanları Rusya’ya yüklenerek onu yaptırımları arttırmakla tehdit ettiler ve Putin’e karşı soğuk rüzgârlar estirdiler. Avustralya’ya savaş gemileriyle gelen Putin ise ikinci günün sabahında zirveden ayrıldı.
Bu gerginlik aslında derinleşen ekonomik kriz ve yayılan emperyalist paylaşım savaşının doğal bir sonucudur ve yaşanan süreç Elif Çağlı’nın 2007 yılında yaptığı “üçüncü dünya savaşı” tespitinin isabetine işaret etmektedir:
“Küreselleşen kapitalizm altında rakip emperyalist güçler arasındaki hegemonya savaşları, alan olarak bölgesel görünseler bile içerik olarak bir dünya savaşı niteliği kazanıyor. Günümüz dünyasına damgasını vuran gelişmeler tam da bu yöndedir. Kapitalizmin pek çok yönden artık bir sistem krizi boyutlarına varan dengesiz durumuna, ABD, AB, Rusya, Çin gibi büyük güçler arasında kızışan ve geleceği belirsiz hegemonya mücadelesi eşlik etmektedir. (…) Vaktiyle büyük emperyalist savaş cehenneminin alevleri Avrupa ülkelerini yaladığında bu dönemler Birinci ve İkinci Dünya Savaşı olarak adlandırılmıştı. Günümüzde ise emperyalist güçler kozlarını nüfuz alanları paylaşımına konu olan bölgeleri cayır cayır yakarak paylaşıyorlar. Üçüncü Dünya Savaşı başlamıştır ve şimdilik işte bu biçimde yürümektedir. Yarın bu savaş alanının ne şekilde genişleyeceği konusunda fal açamayız. Ama bilinen bir gerçek var ki, dönemin yükselen emperyalist güçleri Rusya ve Çin de paylaşım bölgelerindeki çatışmalara giderek daha çok müdahil olacaklardır. Hegemonya için yarışan güçler arasındaki çekişmeler, yeni emperyalist blokların oluşumunu ve bu bloklar arasında dozu yükselen çatışmaları gündeme getirecektir.”[2]
Bu tespitler, aradan geçen yedi yılda fazlasıyla doğrulanmıştır. Ekonomik krizin derinleşmesi ve emperyalist paylaşım savaşının kızışması çelişkileri alabildiğine keskinleştirirken, emperyalist kutupların netleşmesini ve tahkimatını da beraberinde getirmektedir. SSCB’nin çöküşünü takiben yaşadığı gerileme ve durgunluk sürecini geride bırakan Rusya, son yıllarda emperyalist bir güç olarak çok daha aktif biçimde sahne almaya başlamıştır. Ortadoğu’da İran ve Suriye’nin arkasında durmakta, Ukrayna’yı Avrupa’ya kaptırmamak için savaşı dahi göze alan sert bir politika izlemektedir. Özellikle Afrika’daki sessiz ve derinden ilerleyişiyle Çin de giderek çok daha belirgin bir şekilde öne çıkmakta ve Batı emperyalizminin karşıt kutbunda yer almaktadır. ABD’nin Asya-Pasifik’e yönelik planları da Batı emperyalizmiyle Çin’i karşı karşıya getirmekte ve kutupları keskinleştirmektedir.
Daha önceki iki dünya savaşının da gösterdiği gibi, böylesi bir büyük paylaşım savaşında hiçbir emperyalist gücün tarafsız kalması mümkün değildir. Şimdiye dek askeri alanda öne çıkmayan Kanada gibi emperyalist devletlerin saldırgan bir pozisyona geçmeleri de bu gerçekliğin bir ifadesidir. G20 zirvesinde Ukrayna konusunda Putin’e sert tepki gösteren Kanada başbakanı Harper’ın, Asya-Pasifik bölgesinde ABD’yle gizli bir askeri işbirliği anlaşması imzalaması, Kanada’nın bu bölgede askeri üsler kurmaya çalışması, Ortadoğu’da yürüyen savaşa ABD öncülüğündeki “koalisyon” güçlerine savaş uçaklarıyla katılıp aktif bir şekilde dahil olması, bu saldırgan politikanın örneklerindendir.
Bütün bunlar, emperyalist savaşın ilerleyen aşamalarının yeni cepheleri de içine alarak şiddetleneceğinin sinyallerini veriyor. ABD’nin 2020 yılına kadar deniz ve hava kuvvetlerinin %60’ını Asya-Pasifik’e kaydıracak olması, Rusya’nın aynı bölgeye yönelik planları ve dünyanın en büyük ikinci ekonomik gücü olan Çin’in konumu, önümüzdeki süreçte bu bölgede suların daha da ısınacağını gösteriyor.
Emperyalist paylaşım savaşını bu ölçüde kızıştıran temel neden kuşkusuz burjuvazinin bir türlü üstesinden gelemediği derin ekonomik krizdir. Krizin şiddetinin önemli göstergelerinden biri de dünya ticaretinin artış hızındaki çarpıcı düşüştür. IMF ve Dünya Bankası ekonomistleri, yaptıkları çalışmada, dünya ticaretinin son 40 yıldır ilk kez dünya ekonomisinden daha yavaş büyüdüğüne dikkat çekiyorlar.[3] Bu çalışmada, 1987-2007 yılları arasında dünya ticaretinin artış hızı ortalaması %7,1 iken, bunun 2012 ve 2013 yıllarında %3’ün altında kaldığı görülüyor. Ekonomistler bu yavaşlamanın döngüsel değil yapısal ve kalıcı olduğu sonucuna çıkıyorlar ki, bu da aslında Elif Çağlı’nın kapitalizmin içinde bulunduğu krizin döngüsel değil tarihsel bir kriz olduğu ve kolayına aşılamayacağı tespitleriyle bütünüyle uyumludur:
“Kapitalizm insanlık tarihinin yeni milenyumuna, derinliği, şiddeti ve yaratacağı sonuçları önceden tam kestirilemeyen sarsıcı bir sistem kriziyle giriş yaptı. Bu kriz, emperyalist kapitalizmin periyodik bunalımlarının çok ötesindedir. Yaşanmakta olan, tekelci ilişkilere eşlik ettiği bilinen durgunluk eğilimini derinleştirip neredeyse kalıcılaştıran boyutta bir yapısal krizdir. Böylece içinden geçtiğimiz dönem, büyük güçlerin kozlarını yeniden paylaşmak üzere kıran kırana rekabete sürüklendikleri bir tarihsel kesit olarak belirginleşiyor. Bu kesit bazı açılardan Birinci Dünya Savaşı konjonktürünü hatırlatıyor. Ama aslında o dönemdekinden daha da derin bir sistem krizi yaşanmaktadır.”[4]
Yaşanan kriz, emekçi kitlelerin kapitalizme duydukları tepkiyi de körüklemektedir. Economist dergisinde geçtiğimiz günlerde, “Neden giderek daha fazla insan kapitalizmi sevmiyor” cümlesiyle başlayan bir makale yayınlandı. Makalede, 2013’te yapılan bir araştırmanın, “kapitalizmin ruhani vatanı” Amerika’da bile insanların sadece %54’ünün bu terime pozitif baktığını, bu oranın Yunanistan, Japonya ve İspanya’da %50’nin altına indiğini gösterdiği ifade ediliyor. Araştırmanın 2008 krizinden bu yana kapitalizmin belirgin bir “itibar kaybı”na uğradığını gösterdiği belirtiliyor. Economist’in “itibar kaybı” gibi yumuşak ifadelerle etkisini azaltmaya çalıştığı olgu, gerçekte çok daha sert şekillerde, dünyanın dört bir tarafında son birkaç yılda yaşanan toplumsal patlamalarla kendini göstermektedir. Latin Amerika ülkelerindeki kitlesel ayaklanmalar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan isyanlar, Avrupa’da yükselen işçi hareketi, ABD’de çoğunluğu siyah emekçilerin polis terörüne tepki şeklinde kendini gösteren ve birbiri peşi sıra yükselen isyanları, son dönemde Batı Afrika’da (Burkino Faso, Togo, Gabon, Fildişi Sahili) yaşanan ve hükümetleri sarsan başkaldırılar bunun tipik ifadesidir.
Üstelik tüm bunlar daha başlangıçtır. Son süreçte neredeyse her gün dünyanın şu ya da bu bölgesinden bir halk hareketi haberinin gelmesi tesadüf değildir. Açlıkla, yoksullukla, işsizlikle, güvencesizlikle, savaşlarla, faşizan baskılarla karşı karşıya kalma dozları her geçen gün daha da artan emekçi kitlelerin onyıllardır birikmiş öfkesi patlamalı bir şekilde dışa vuruyor. Bu öfke bilinçli ve örgütlü bir sınıf tepkisine dönüştüğünde, işte o zaman kapitalizm tarihe karışacak. Asalakların gasp ettiği tüm zenginlik, onları üretenlerin, yani gerçek sahiplerinin olacak. Üreten aynı zamanda yönetecek de. Ve o zaman, kapitalizmle birlikte savaşlar, krizler, eşitsizlik, adaletsizlik gibi tüm insanlıkdışı sonuçları da son bulacak.
[1] Dünyanın en gelişmiş ekonomileri arasında yer alan 19 ülke (ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Kanada, Avustralya, Brezilya, Arjantin, Hindistan, Çin, Türkiye, Endonezya, Meksika, Suudi Arabistan, Güney Afrika, Güney Kore) ile Avrupa Birliği Komisyonu’nun oluşturduğu bir ekonomik birlik olan G20, dünya ekonomisinin %85’ini, küresel ticaretin ise %75’ini elinde tutuyor.
Bu oluşum, 1999’da Asya’da yaşanan ekonomik krizin ardından şekillenmişti. Düzenlenen yıllık toplantılar 2008’e kadar ekonomi kurmaylarının katılımıyla gerçekleşirken, 2008’de patlak veren ekonomik krizin büyüklüğüne paralel olarak, devlet temsilcilerinin mevkileri de yükseldi ve maliye bakanları ve merkez bankası başkanlarının yer aldığı temsil heyetinin yerini devlet ve hükümet başkanları aldı.
[2] Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm, Kasım 2007, www.marksist.com
[4] Elif Çağlı, Küreselleşme, Mart 2006, Tarih Bilinci Yay.
link: Zeynep Güneş, G20 Zirvesi ve Kızışan Emperyalist Kapışma, 29 Kasım 2014, https://marksist.net/node/3791
Bireysel Kurtuluş Çare Değil, Gençlik İşçi Sınıfı Saflarına!
Savaştan Kaçılsa da Yaşam Savaşından Kaçılmıyor