Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesi, burjuvaziyi, yeryüzünün dört bir yanına kovalıyor. Her yerde barınmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır.
Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle, her ülkenin üretimine ve tüketimine kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayinin ayakları altından üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hâlâ da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler, ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. O ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinmelerin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinmeler alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü ilişkilerinin, çok yönlü karşılıklı bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratımları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve darkafalılık giderek olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazını çıkıyor.
Burjuvazi, kırı, kentlerin egemenliğine soktu. Çok büyük kentler yarattı, kentsel nüfusu kıra kıyasla, büyük ölçüde arttırdı ve böylece, nüfusun oldukça büyük bir kısmını kırsal yaşamın bönlüğünden kurtardı. Kırı nasıl kentlere bağımlı kıldıysa, barbar ve yarı-barbar ülkeleri de uygar olanlara, köylü ulusları burjuva uluslara, Doğuyu Batıya bağımlı kıldı.[1]
Marx’ın Komünist Manifesto’nun ünlü satırlarında büyük bir öngörüyle ifade ettiği gidişat, aslında kapitalizmin emperyalizme zorunlu gidişatının ifadesiydi. Kapitalizm ancak emperyalist aşamaya sıçramasıyla birlikte özünde barındırdığı eğilimleri gerçek anlamda olgunlaştırarak yaşama geçirebilirdi. 20. yüzyılla başlayan ve mali sermayenin egemenlik çağı olan emperyalizm altında, sermayenin dünyanın dört bir yanına ihracıyla birlikte, kapitalizmin “her yerde barınması, her yere yerleşmesi, her yerde bağlantılar kurması” görülmedik bir biçimde hız kazandı. Bu eğilimler özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında daha başat bir nitelik kazandı. Sermayenin evrensel dolaşımı önündeki engellerin giderek yıkılması ve işbölümünün evrenselleşmesi, bugün tüm dünya uluslarını karşılıklı olarak birbirine bağımlı kılan, ulusal tek yanlılık ve darkafalılığı, kendi kendine yeterliliği artık olanaksızlaştıran bir sistemi tam anlamıyla yaratmış durumda.
Tarihte ilk kez kapitalizmle birlikte dünyanın farklı bölgelerindeki toplumsal üretim faaliyetleri karşılıklı genel bir bağımlılık ilişkisi içine girmeye başlamıştır. Marx 1853’te şöyle diyordu:
Sermayenin merkezileşmesi, sermayenin bağımsız bir güç olarak varolabilmesi için zorunludur. Bu merkezileşmenin dünya pazarları üzerindeki yıkıcı etkisi, halen her uygar kentte etkin olan ekonomi politiğin doğasındaki organik yasaları en devasa boyutlarda ortaya sermekten başka bir şey yapmaz. Tarihin burjuva dönemi, yeni dünyanın maddi temelini yaratmak zorundadır – bir yanda, insanoğlunun karşılıklı bağımlılığı üzerine kurulmuş bulunan evrensel karşılıklı ilişkiyi ve bu ilişkinin araçlarını; öte yanda, insanın üretici güçlerinin geliştirilmesini ve maddi üretimin doğal araçlarının bilimsel bir biçimde yönetilmesine dönüştürülmesini. Jeolojik devrimler yeryüzünü nasıl yarattılarsa, burjuva sanayisi ve ticareti de yeni bir dünyanın maddi koşullarını öyle yaratırlar.[2]
Feodal sistemin çözülmesiyle, kapitalizmin gelişiminin önündeki tüm engeller kalktı. Denizaşırı toprakların yağmalanmaya başlanmasıyla elde edilen zenginlikler, sermaye birikiminin sağlanmasında büyük rol oynadı:
Sömürgeler, tomurcuklanan manifaktürler için pazar üzerindeki tekel aracılığı ile artan bir birikim sağladı. Avrupa dışında düpedüz talan, köleleştirme ve katillik yoluyla ele geçirilen servet, anayurda taşınarak sermayeye çevrildi. Sömürge sistemini ilk kez tam olarak gerçekleştiren Hollanda, daha 1648 yılında ticari gücünün tepe noktasında bulunuyordu.[3]
Ne var ki, Engels’in de belirttiği gibi, 1800’lere dek kapitalizm, sömürgeciliği yalnızca bir yağma aracı olarak kullandı:
Hindistan’ın 1500 ile 1800 arasında Portekizliler, Hollandalılar, İngilizler tarafından fethedilmesinin amacı, Hindistan’dan ithalat yapmaktı, hiç kimse oraya bir şey ihraç etmeyi hayalinden geçirmedi. Bununla birlikte, salt ticari çıkarlardan ileri gelen bu keşif ve fetihlerin sanayi üzerinde muazzam bir etkisi olmuştur: modern büyük sanayiyi yaratan ve geliştiren, bu ülkelere ihracat yapma gereksinimi olmuştur.[4]
Amacın henüz ithalat olduğu bir dönemde, anayurdun dışındaki toprakların sömürge statüsünde tutulması çok önemliydi. Çünkü yağma ancak bu toprakların dolaysızca anayurda bağlı tutulması yoluyla, yani sömürgeleştirmeyle yapılabilirdi. Bu topraklar üzerinde mutlak bir tekel kurulması dışında hiçbir yöntem, yağmaya diğer ülkelerin de ortak olmasını engelleyemezdi.
Büyük sanayinin gelişmesiyle birlikte amaç değişime uğradı, salt ithalatın yanına ihracat da eklendi; daha önce (manifaktür dönemi) sınai üstünlük ticari üstünlükten kaynaklanırken, artık ticari üstünlük sınai üstünlükten kaynaklanır oldu:
Bugün sınai üstünlük ticari üstünlük anlamını taşıyor. Oysa gerçek manifaktür döneminde, sınai üstünlüğü sağlayan, ticari üstünlüktür. Sömürge sisteminin o sırada oynadığı üstün rolün nedeni işte budur. Avrupa’nın ihtiyar tanrıları ile dirsek dirseğe kürsüde vaazederken, bir sabah aniden onları sille tokat aşağı yuvarlayan “acayip tanrı”, işte bu sistemdi. Artı-değer yapımını insanlığın tek ve biricik amacı ilan etmişti.[5]
1500’lerden 1800’lere kadar ithalat, 1800-1900 arasında ise temel olarak ihracat egemenken, 20. yüzyıla yepyeni bir olgu damgasını basacaktı: sermayenin ihracı. İthalat ya da ihracat bu faaliyeti yapan ülkelerde muazzam sıçramalara yol açarken, sermayenin ihracı, bu ülkelerdeki gelişmenin yanı sıra ihraç edildiği ülkeleri de kapitalist üretim ilişkilerinin girdabı içine çekiyordu. Bu sonuncu etken bu sömürge ülkelerde de devrimci dinamiklerin oluşmasının temellerini hazırladı. Kapitalizm böylece yeni bir aşamaya, en üst aşamasına sıçradı. Tarihte ilk defa, uluslar, kavimler, halklar ve devletlerin birbirine, askeri zor ve siyasal boyunduruk yöntemlerinden daha yetkin, daha rafine yöntemlerle, yani ekonomi-dışı zor yöntemlerinden ziyade ekonomik mekanizmalarla bağımlı kılınması gündeme girdi. Amaçlardaki değişim, yöntemlerde de değişimi beraberinde getirdi.
Kapitalist üretim ilişkilerinin tüm dünyaya yayılması, 20. yüzyılın büyük bir bölümüne damgasını vuran ulusal kurtuluş savaşlarında yankısını buldu. Geri sömürge ülkelerin gerçek anlamda kapitalist üretim ilişkilerinin ağına girmesi kaçınılmaz olarak bu ülkelerde ulusal bilinci uyardı. Artık ne dünya eski dünyaydı, ne de sömürgeler eski sömürgeler. Bu ülkelerde burjuvazi palazlanmış ve kendi egemenlik alanını kullanma hakkına sahip çıkmaya başlamıştı. İkinci Dünya Savaşı bu süreçte bir dönüm noktası oldu ve onu takip eden görece kısa dönem içinde sömürgecilik sistemi çöktü.
Sömürgeciliğin çöküşü emperyalizmin, yani mali sermayenin egemenlik sisteminin çöküşü anlamına gelmediği gibi, onun zayıflaması anlamına da gelmedi. Sömürgeciliğin çözüldüğü savaş sonrası dönemde kapitalizmin tarihinde eşi görülmemiş canlılıkta bir boom yaşamış olması belki de bunun en çarpıcı göstergesiydi. Hatta daha da ilginç olanı, bu boomun en temel motoru durumunda olan en güçlü ve en dinamik ülkelerin, sömürge geleneğinin gerçek taşıyıcıları olan İngiltere ve Fransa gibi emperyalist ülkeler değil, tam da sömürge sahibi olmayan ABD, Japonya ve Almanya gibi emperyalist ülkeler olmasıydı. Bu su götürmez olgular emperyalizmle sömürgeciliğin aynı şey olmadığını açıkça gözler önüne seriyordu. Öte yandan bağımsızlığını kazanan ülkelerin de büyük ölçüde sisteme dahil olmasıyla birlikte Marx ve Engels’in yıllar öncesinden tasvir ettikleri gidişat genel ölçekte ete kemiğe bürünmüştü.
Son otuz yılın gelişmeleri düşünüldüğünde, emperyalizmin aslında tam da bu dönemde gerçek kıvamına kavuştuğu çok açık görülüyor. Sermayenin dolaşım hızı havsalayı zorlayacak sınırlarda geziniyor; sermayenin birçok uluslararası örgütünün etkinliği görülmemiş ölçüde artmış durumda. Özetle sermaye, sömürgecilik dönemi de dahil olmak üzere, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar rahat cirit atıyor dünya üzerinde. Çünkü onun sömürgeye değil sömürmeye ihtiyacı var.
Emperyalizmin sömürgeciliğe indirgenmesi
Yukarıdaki kısa tarihsel kesitten de görülebileceği gibi, gerek sınai bir temel üzerinde gelişen kapitalizmin geniş tarihsel eğrisinin ortaya koyduğu temel eğilimler açısından olsun, gerek bu gelişmenin vardığı ayırt edici bir konak olarak, kapitalizmin belirli bir tarihsel aşaması olan emperyalizmin özgül nitelikleri ve eğilimleri açısından olsun, sömürgecilik sistemi gelişmenin bu ana eğilimleriyle bağdaşmamaktadır. Kapitalizmle sömürgeciliğin bir arada olduğu dönemler daha ziyade kapitalizmin “yeteri kadar kapitalizm” olmamasıyla ilgili olup, onun doğuş sürecinin özgüllüğü olarak bir anlam ifade eder. Kapitalizm olgunluk dönemine ulaşıncaya dek bu koltuk değneğine dayanmıştır. Nasıl ki kapitalizm ile kölecilik özde bağdaşmamasına rağmen, belirli bir dönem, özellikle ABD’nin güney eyaletlerinde bir arada varolabilmişse, aynı şekilde sömürgecilikle kapitalizm de işin temelinde bağdaşmamalarına rağmen, yukarıda Marx tarafından da açıklanan temelde, geçici bir birliktelik yaşamışlardır. Şüphesiz bu ifadelerle kastımız kapitalizmle sömürgeciliğin hiçbir ilintisinin olmadığını söylemek, ya da kapitalist sömürgeciliğin barbarca suçlarını göz ardı etmek değil. Kapitalist tahakkümün savaşlara, en barbarca şiddet yöntemlerine gerektiğinde başvurmayacağını söylemek hiç değil. Tam tersine bize göre emperyalizm dönemindeki kapitalizm özellikle militarist eğilimlerle ayırt edilir. Vurgulamak istediğimiz nokta çok basit ve net bir konuda odaklanıyor: kapitalizm dünya ölçeğinde yaygınlaşıp derinleştiği ölçüde, birçok tahakküm biçimlerinden yalnızca birisi olan sömürge tarzı tahakküm ilişkisiyle bağdaşmaz hale gelir.
Bu böyleyken emperyalizmle sömürgecilik arasında nasıl olup da tam bir kavramsal eşanlamlılığa varıncaya dek bir özdeşlik ilişkisi kurulabildiği açıklanmaya muhtaç kalıyor. Böyle bir özdeşlik ilişkisinin kurulmasındaki temel neden, emperyalizmi sömürgeciliğe indirgeyenlerin (Stalinistlerden, Üçüncü Dünyacılara, merkezcilerden sözde Troçkistlere varan çok geniş bir yelpaze), emperyalizm olgusuna küçük-burjuva milliyetçi bir duygusal yaklaşım göstermeleridir. Ulusal sorunu siyasal bir sorun olmaktan, yani ulus-devlet kurma sorunu olmaktan çıkarıp “ulus-devlet kuruldu ama ulusal sorun bitmedi” diyenler, küçük-burjuvanın ulusalcı kapitalizmciliğini kendilerine baz almaktadırlar. Büyük sermaye tarafından giderek yok edilip, proletarya saflarına itilen küçük-burjuvazi, özde uluslararası karaktere sahip iki sınıfın, burjuvazi ve proletaryanın arasına sıkışıp kalmıştır ve içinde bulunduğu üretim ilişkileri nedeniyle milliyetçiliğe sıkı sıkı sarılmaktadır. Kendi ezilmişliğini ve büyüyememesini kapitalizmde görmeyip yalnızca sömürgeciliğe bağlayan ve idealize ettiği ulusal devlet altında her şeyin toz pembe olacağını hayal eden küçük-burjuva, ulus-devletine kavuştuktan sonra da işlerin değişmediğini görünce, ona hem hayat verip hem de altını oyan kapitalizmin sömürü ilişkisini sorgulamak yerine, gerçekliği tersyüz eder ve kapitalist sömürüyü görmeyip sömürgeciliğin devam ettiği yanılsamasına saplanır. Emperyalizmin artı-değer sömürüsüne dayalı sömürü sistemini gözlerden kaçırıp, sömürünün olduğu her yerde sömürgecilik izleri arar. “Sanayinin ayakları altından ulusal temelin çekilip alınması, gerici küçük-burjuvaziyi derin kederlere boğar.” (Manifesto) Lenin’in deyimiyle, o, “«serbest», «barışçıl», «dürüst» rekabete geri dönmeyi” düşler.[6]
Yukarıda sözü edilen “indirgemeciler”in sergiledikleri yaklaşımın özünde de işte bu yatmaktadır. Şüphesiz, Marksizme yakınlıkları ölçüsünde, sergilenen tutumlar arasında da belirgin farklılıklar gözlenmektedir.
Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, kapitalizmin olgunlaşmış evresini tanımlama bağlamında emperyalizmin niteliğini doğru biçimde kavramaksızın, ne genel olarak 20. yüzyılın tarihini ne de günümüz sorunlarını çözümlemek mümkündür. Bu nedenle emperyalizmi dünya kapitalizminin genelleşmiş bir sömürü sistemi olarak değil de, şu ya da bu yöntemlerle yürütülen sömürgecilik sistemi olarak ele almakta ısrar edenler, dünya ölçeğindeki değişimleri, bir türlü değiştirmeye yanaşmadıkları sömürgecilik şablonuna uydurmak için çaba sarf ederler.
Kuşkusuz ki, bu çarpıtmayı genel bir siyaset düzeyine yükseltenler, aslında kendi nesnel çıkarları gereği devrimci Marksizmle ideolojik bir kapışma içinde olan Stalinist, üçüncü dünyacı ya da burjuva sol ideologlardır. Ve bunların temelde benzeşen amaçları, işçi sınıfını devrimci Marksizmin yol gösterdiği bir devrim mücadelesinden caydırmak, geri tutmak, bunun yerine sahte bir anti-emperyalizm propagandasıyla atalete, burjuvaziyle ittifaka vb. sürükleyip felç etmektir. İşte bu türden ideologların düşünce tankları, böyle bir amaca hizmet etmeye programlanmış, içinde bulunulan zaman dilimine uyarlanmış ve işçi sınıfının dünyayı kavramasını engellemeye hizmet eden çeşitli sömürgecilik “çözümleme”leriyle doludur.
Yeni sömürgecilik mi?
Özellikle Stalinizmden (Maocu geleneği de bu kamp içinde değerlendirdiğimizden ondan ayrıca söz etmiyoruz) gelen pek çok örgüt için, 20. yüzyılın ortalarında çöken şey sömürgecilik değil klasik sömürgeciliktir. Bundan sonra ise emperyalizmin “daha incelmiş yöntemleri”, yani yeni sömürgecilik egemen olmuştur. Böylece emperyalizmin temel karakteristik özelliğidir denilen sömürgecilik, klasik aşamasından yeni aşamasına sıçramıştır. Peki nedir bu “yeni sömürgecilik”?
Emperyalist güçlerin dolaysız siyasal egemenliği söz konusu olduğu, yani devlet aygıtının bizzat bu güçlerce yönetildiği sömürge ülkeler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında siyasal bağımsızlıklarını kazanmaya başladılar. Böylece emperyalizmi sömürgeciliğe indirgeyen Stalinizm, telâş içinde ne diyeceğini araştırmaya koyuldu ve sonunda da duruma uygun bir “teori” icat etti. Aslında bu ülkeler “şekli” olarak siyasal bağımsızlıklarını kazanmışlardı! Özünde siyasal bağımlılıkları sürüyordu, emperyalizm artık “inceltilmiş” bir egemenlik biçimi benimsiyordu. Bu ülkeler “klasik sömürge” konumundan çıkmış başka tür bir sömürge olmuşlardı, “yeni sömürge”.
Oysa yeni sömürge olarak tanımlanan ülkelerin tümü emperyalist sistemin parçası olan kapitalist ülkelerdi ve bugün de öyledir. Bir bağımlılık ilişkisi tanımlamak gerekirse, bu emperyalist sistemin işleyişi açısından zaten kaçınılmaz olan bir ekonomik bağımlılıktır. Eşitsizlik temelinde işleyen bu karşılıklı bağımlılıkta, tarafların güçlerine göre bağımlılığın derecesi de değişir. Daha güçlü olan tarafın siyasal yaptırımlarda bulunma üstünlüğüne sahip olması bir şey değiştirmez. Siyasal bağımlılık Marksist literatürde başka bir durumu anlatmak için kullanılır ve bir ülkenin doğrudan doğruya yönetilmesi anlamına gelir. Kimilerinin “incelmiş egemenlik biçimi” dedikleri şey de, mali sermayenin uluslararası egemenlik sisteminden, yani emperyalizmden başka bir şey değildir.
Stalinizm bu kavramlaştırmayla emperyalizmi sömürgecilik olarak adlandırmaya devam etmenin temelini döşemiş, yani değişen gerçekliğe kendi çıkarları doğrultusunda bir teorik kılıf uydurmuş oldu. Bunu yaparken tek amacı vardı: söz konusu ülkelerdeki devrimcilerin önüne hedef olarak proleter devrimi değil, “anti-emperyalist demokratik devrim” diye uyduruk bir aşama koymak, ne idüğü belirsiz bir “bağımsızlık” anlayışıyla oyalanmalarını sağlamak.
Bunun yaşadığımız topraklardaki politik hareketlere programatik düzeyde net bir şekilde yansıdığı bir örnek verelim.
Emperyalizmin boyunduruğu altında bir yeni sömürge olan, Kuzey Kürdistan’ı bir sömürge bağımlılığı altında tutan çok uluslu Türkiye, işbirlikçi tekelci kapitalizmin egemen olduğu, emek-sermaye çelişkisinin temel çelişme haline geldiği … geri kapitalist bir ülkedir. İşbirlikçi holdinglerin ve büyük toprak sahiplerinin egemen olduğu Türkiye, dünya ölçeğinde değerlendirildiğinde orta düzeyde gelişmiş ülkeler kategorisinde yer alır.
Türkiye’nin emperyalizme bağımlı bir yarı-sömürge olması, faşist diktatörlük altında bulunması … yarı-feodal ilişkilerin ihmal edilemez varlığı nedenleriyle devrimimizin ilk adımı anti-emperyalist demokratik devrimdir. Bu devrimin özü politik özgürlüğün kazanılmasıdır.[7]
Sonuç tam bir traji-komedidir. Yapılan tespitlere göre, Türkiye sömürge sahibi bir yarı ve yeni sömürge olup, hem geri hem de orta düzeyde gelişmiş bir ülkedir. İşin komik yanı budur. Trajik yanı ise hiç de dalga geçilmeyecek denli önemli sonuçlara gebedir. Çünkü yukarıdaki anlayış, başlayan bir proleter devrim sürecinde eskaza söz sahibi hale gelirse, yapacağı tek şey bu devrimi sözde bir anti-emperyalist demokratik devrime kanalize etmeye çalışmak, yani tarihte nice kanlı örnekte görüldüğü gibi, aşamaları tamamlamak adına proleter devrimi rayından çıkarmak olacaktır. Bu ise, komünistlerin ve ileri işçilerin katledildiği bir faciayla sonuçlanacaktır. Yani sorun hiç de basit bir kavram meselesi değil, olası bir proleter devrimin kaderini belirleyecek yaşamsal önemde bir sorundur.
“Klasik sömürgeciliğe” geri dönüş mü?
Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından hızla değişmeye başlayan dünya dengelerinin yarattığı yeni koşullar ise, pek çoklarını “yeni ötesi bir sömürgecilik” arayışına itti. Fakat aranan çare “öte”de değil geride bulundu: “klasik sömürgeciliğe dönüş”!
Somali’ye ya da Bosna’ya yapılan müdahaleler “klasik” sömürgeciliğin hortladığının delili olarak görüldü. Onlara göre, “sosyalist” sistemin çöküşüyle birlikte artık “klasik” sömürgeciliğin uygulanmaması için bir neden kalmamış, “yeni” sömürgecilik çöpe atılıp, “eski”si kullanıma sokulmuştu.
Özellikle Avrupa üniversitelerinin kürsülerindeki akademisyenlerce yükseltilen bu tür iddialar, ne yazık ki sanıldığından çok daha geniş bir yankı bulmuştur. Üstelik bu fikirlerin yaygınlık derecesi Stalinist çevrelerle sınırlı değildir. Kimi Troçkistler de sözgelimi 1995 yılında yapılan Dayton anlaşmasının ardından Bosna’da bir “uluslararası sömürge” kurulduğu, emperyalizmin “çok-taraflı sömürgecilik” denen yeni bir sömürgecilik geliştirdiğini iddia etmektedirler.[8]
Oysa emperyalist çağda emperyalist ülkeler yeni sömürgeler elde etmek için değil (bunun zamanı artık geçmiştir) esas olarak nüfuz ve hegemonya alanlarını genişletmek için savaşları kışkırtırlar. Emperyalist çağda emperyalist savaşlar kaçınılmazdır. Bu iki ya da daha fazla büyük gücün doğrudan birbirine girmesi şeklinde olmak zorunda da değildir. Sahnede savaşanlar Hırvatlar, Boşnaklar, Arnavutlar ya da Sırplar olsalar da, gerçekte kapışanlar bu bölgelere birlikte müdahale etme biçimi altında ekonomik hegemonya alanlarını paylaşan emperyalist güçlerdir. Elde silah kışkırtılmış milliyetçi duygularla birbirini boğazlayanlarsa, bu emperyalist güçlerin oyuncağı durumundadırlar. Bu bölgesel savaşlarda kısa süreli işgaller olsa dahi, emperyalist güçlerin amacı bu bölgelerde yeniden sömürge statüleri oluşturmak değildir. Zira bu ülkeleri sömürmek için hiç de eskiden olduğu gibi bir sömürge statüsü oluşturmaya ihtiyaçları yoktur.
Stalinist anti-emperyalizm anlayışı milliyetçi bir anlayıştır
Bugün, emperyalizmin hakimiyetini geçmişle kıyaslanamayacak kadar karmaşık ve bir o kadar da güçlü mekanizmalarla kuruyor olması gerçeği, emperyalizme karşı verilecek mücadele açısından özde hiçbir şeyi değiştirmemektedir. Bu öz, emperyalizme, yani bir dünya sistemi haline gelmiş kapitalizme karşı verilecek gerçek bir mücadelenin proleter devrim mücadelesinden başka bir şey olamayacağıdır. Ve yine bu öz, burjuvazinin genel olarak gericileştiği emperyalizm çağında, tamamlanmayan her türlü burjuva demokratik görevi (toprak sorunu, demokrasi sorunu, ulusal sorun, vs.) köklü bir biçimde çözebilecek tek sınıfın proletarya, tek iktidarın da onun iktidarı olan proletarya diktatörlüğü olduğu gerçeğidir.
Ama belki de burada özellikle vurgulanması gereken en önemli husus anti-kapitalizmsiz bir anti-emperyalizmin olamayacağıdır. Marksizme göre emperyalizm kapitalizmin mevcut aşamasının adıdır, onun herhangi bir yönünün değil. Bugün tüm dünya emperyalist bir sistem altında yaşamaktadır. Anti-emperyalist olmak demek bu sisteme, yani kapitalizme karşı olmak demektir. Hangi kılık altında savunulursa savunulsun ulusal bir kapitalizm peşinde koşmak asla anti-emperyalizm olamaz.
Aynı konunun bir diğer yönü de, doğal olarak, özünde anti-sömürgeci bir nitelik taşımaktan öteye gitmeyen hareketlerin anti-emperyalist olarak takdis edilmesi yanlışıdır. Oysa gerçekte bu milliyetçi akımların tek derdi ülkelerinin içinde bulunduğu sömürge statüsünden kurtulmaktır. Bu çabayı ya da eğilimi nitelemenin tek doğru yolu ancak anti-sömürgecilik olabilir, anti-emperyalizm değil.
Ekim Devrimini takiben ortaya çıkan ulusal kurtuluş savaşlarını anti-emperyalist mücadeleler kapsamına sokmak Stalinizmin temel tahribatlarından biridir. Örneğin Türk burjuvazisinin yürüttüğü “milli kurtuluş savaşı”nın anti-emperyalist bir karakter taşıdığı yanılsaması da bu tahribatın sonucudur. Ulusal kurtuluş savaşlarının başını çeken burjuvazi, hem işçi sınıfını ve köylülüğü Ekim Devriminin yarattığı atmosferin etkisinden kurtarabilmek, hem de bu etkiden kendi çıkarları doğrultusunda yararlanabilmek için, çok genel bir anti-emperyalizm söylemi kullanmıştır. Benzer biçimde, “sınıfsız, sömürüsüz, imtiyazsız bir toplum” söylemi de yine aynı amacın ifadesidir.
Küçük-burjuva dar kafalı zihniyeti besleyen ve “tek ülkede sosyalizm”le milliyetçiliğine teorik kılıf uyduran Stalinizm, dünyanın her yerine yanlış bir anti-emperyalizm anlayışını son derece bilinçli bir biçimde yaymıştır. Emperyalizmi bir sömürge politikasına indirgeyen bu anlayış, anti-emperyalist mücadeleyi de anti-kapitalist mücadelenin dışında, ona giden yolda bir aşama olarak ele alır. Bu anlayış öylesine sonu gelmez bir anlayıştır ki, sözgelimi Japonya gibi bir ülkede dahi savunulabilmektedir. Bu kafayla, Japon Komünist Partisi 1960’lı yıllarda, ülkesinin ABD’ye bağımlı olduğunu savunup, bu nedenle ABD emperyalizmine karşı yürütülecek bir anti-emperyalist mücadele perspektifi benimseyebilmiştir. Japonya gibi bir emperyalist ülkenin sözde komünist hamkafa milliyetçilerinin öngördükleri devrim, Japonya’yı ABD bağımlılığından kurtaracak, ulusal ve demokratik bağımsızlığı elde edecek bir devrimdir. Aşamacı mantığın ve ulusalcı türden bir anti-emperyalizm anlayışının yol açtığı rezil sonuçların bundan daha açık bir ifadesi zor bulunur herhalde.
Doğrusu her ülkenin burjuvazisi, özellikle de gelişmişlik düzeyi daha geri olanlarınki, diğer ülkelerle olan anlaşmazlıklarında halkı yedeğine alabilmek için, bu anlaşmazlıklarda kendi takındığı tutumu bir “anti-emperyalist” kisveye büründürmek ister. Bu “anti-emperyalist” kisvenin oluşturulması işi genellikle milliyetçi küçük-burjuva ideologlarına ihale edilir. Bu küçük-burjuvalar zaman zaman burjuvazinin gadrine uğrasalar da, kendi ulusal burjuva devletlerinin düşmanlardan korunması misyonuna dört elle sarılmaktan geri durmazlar. Bunların burjuva devletine, büyük burjuvaziye en yakın olanlarından tutun, dükkâncı tiplerine, işçi hareketi içindekilere ve hatta kendine “Marksist” diyenlerine kadar hepsi, derece farklılıklarıyla olsa da, bu anti-emperyalizm ideolojisinden beslenirler. Bu milliyetçi besin kaynağının tüm kıtlıklara azimle direndiğini teslim etmek gerekir.
Emperyalist ekonominin doğası gereği yarattığı bağımlılık ilişkilerinin bu duygusal, milliyetçi küçük-burjuva kavranışı tam bir çıkmaz sokaktır. Bu anlayış bilince şu ya da bu ölçüde sindiğinde, İngiltere’deki, kıta Avrupa’sındaki veya Japonya’daki ABD yatırımcılarına ve ABD askeri üslerine karşı çıkmanın, bu ülkelerin NATO’dan çıkmasını istemenin ya da sözgelimi Avrupa Birliği’ne katılmaya karşı çıkmanın, anti-emperyalizm olduğunu kabul etmek kaçınılmaz hale gelir. Anti-emperyalizmin bu tür bir milliyetçi içeriğinin de olabileceğini bir kez kabul ettiniz mi, kavramın şişerek işçi sınıfının mücadelesine hiçbir şey katmayan, bu genelliği ile her şeyi bulandıran ve işçi sınıfı dışında da herkes tarafından kullanılan hoş bir soyutlamaya, adeta sihirli bir maymuncuğa dönüştürülmesinin önünde hiçbir sağlam engel kalmaz. Kavram bilimsel olmaktan ve işçi sınıfının çıkarlarını yansıtmaktan çıkar. Böylece, sözümona bir anti-emperyalist söylemle burjuva ulus-devleti savunan Kemalistler bile işçi sınıfı safında görünebilir. Ya da hatta Taliban, Hamas, Hizbullah, El-kaide gibi köktendinci İslamcı akımların bile anti-emperyalist olması kaçınılmaz hale gelir.
Kavrama bu tür bir milliyetçi içeriğin zerk edilmesinin altında yatan gerçeklik, burjuva ideolojisinin korkunç basıncının zayıf bünyeleri etkilemesidir. Burjuva ideolojisinin en köklü ögelerinden biri olan milliyetçilik, bu etkinliğini ispatlamak için yeteri kadar fırsat bulmuştur. Milliyetçiliğin zihinlerdeki tortularını söküp atmak kolay değildir. Bunun için çok güçlü bir Marksist donanım ve özel bir gayret gerekir. Bu donanım ve gayretten yoksun olununca, sözgelimi milliyetçilik gibi can alıcı bir sorunda, Marksizmle milliyetçiliği “yurtseverlik” adı altında uzlaştırma çabalarına ve hatta “yurtsever hassasiyet”ten yararlanma adına milliyetçilikten medet umma hayallerine bile tanık oluyoruz.
Stalinizm dünya devriminin önüne geçebilmek için, her türlü milliyetçi anlayışı Marksizm yağına bulayarak piyasaya sürmüş, enternasyonalizmi “olursa iyi olur” kabilinden bir uluslararası dayanışmaya indirgemiş, burjuvazinin enternasyonal çapta örgütlü olduğu ve sermayenin sınırları çoktan ortadan kaldırdığı bir dünyada, proletaryanın önüne başta örgütlenme anlayışı olmak üzere, devrim dahil her türlü mücadelesinde ulusal sınır çitlerini dikmiştir. Her türlü statükoyu kendi varlığını devam ettirebilmek için sıkı sıkıya korumak zorunda olan Stalinist bürokrasi, aynı tutumun sonucu olarak, emperyalizme karşı mücadele konusunda da, sistemi kökten değiştirmeyen, orasından burasından törpülemekle yetinen, proletaryanın ufkunu ulusal devletin sınırlarını aşmayacak kadar dar bir hedefle sınırlayan bir anlayış gütmüştür. Komünistlerin görevi, doğru bir anti-emperyalist mücadele yürütmenin önünde en büyük engeli oluşturan bu anlayışı yıkmak ve küçüğünden büyüğüne kadar tüm dünya burjuvazisinin birleşik-bütünsel sistemi olan emperyalizmi dünya üzerinden silme mücadelesinde proletaryayı tek vücut halinde örgütlemektir. Yani günümüzün kapitalizmi olan emperyalist sisteme karşı dünya proletaryasının devrimci enternasyonalist mücadelesini yükseltmektir. Bu görev, meşakkatli, zahmetli, yorulmak bilmez bir çaba gerektirir. Ve şüphesiz ki onun üstesinden Stalinizmle ya da merkezcilikle malûl olanlar değil, kendisine devrimci Marksizmi kılavuz edinenler gelebilir ancak.
[1] Marx ve Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Sol Y., Kasım 1993, s.113-114
[2] Marx ve Engels, “Hindistan’da İngiliz Egemenliğinin Gelecekteki Sonuçları”, Sömürgecilik Üzerine, Sol Yay., Kasım 1997, s.92-93
[3] Marx, Kapital, cilt 1, Sol Yay., 1986, s.772
[4] Marx ve Engels, “Engels’ten Berlin’deki Conrad Schmidt’e”, Seçme Eserler, c.3, Sol Yay., Aralık 1979, s.595
[5] Marx, Kapital, cilt 1, s.772
[6] Lenin, “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması–Emperyalizm”, Seçme Eserler, cilt 5, İnter Yay., Haziran 1995, s.34,
[7] Bkz. MLKP Programı
[8] “… Dayton barışı Bosna’da, bildiğimiz anlamda bir egemen devlet değil, bir uluslararası sömürge kurmuştur. … emperyalizm yeni bir sömürgecilik geliştiriyor: çok-taraflı sömürgecilik. 19. yüzyıl sonu, tekil emperyalist devletlerin, birbirleriyle yarış içinde, dünyanın çeşitli bölgelerinde kendilerine bağlı sömürge idareleri kurmalarına tanık olmuştu. 20. yüzyıl sonunun «küreselleşme» çağı da kendine uygun bir sömürgecilik türü yaratıyor: emperyalist devletlerin hep birlikte yönetecekleri sömürgeler. Bosna bu yeni sömürgenin ilk örneği olmaya adaydır.” Sungur Savran, “İkinci Kosova Savaşı”, Sınıf Bilinci, Sayı 23/24 (Bahar-Yaz 1999), s.144-145
link: Zeynep Güneş, Emperyalizm ve Anti-Emperyalist Mücadele, 2 Ağustos 2003, https://marksist.net/node/142
Türk Burjuvazisinin İkinci Irak Seferberliği
Colin’s Direnişinin Gösterdikleri