Savaş, kriz ve yükselen faşizm tehdidiyle yoğrulan günümüz dünyası, tarih tekerrürden ibarettir sözünü hatırlatırcasına, bundan 100 yıl öncesiyle büyük benzerlikler taşıyor. Elbette tarih birebir tekrar etmiyor. Değişen koşullar emperyalist-kapitalist güçleri farklı yol ve yöntemlerle hedeflerine ulaşmaya ve çıkarlarını korumaya itiyor. 100 yıl kadar önce emperyalizmin buhranı Birinci Dünya Savaşına yol açmış fakat savaşın yarıda kalması, paylaşımın tam olarak yapılmasına engel olmuştu. Yarım kalan bu savaş ikincisiyle tamamına erdirilmişti.
Bugünse Üçüncü Dünya Savaşıyla karşı karşıyayız. Şu anda Ortadoğu bu savaşın merkezi pozisyonunda. Yüz yıl önce emperyalistlerin nüfuz alanlarına göre masa başında çizilen sınırlar, bugün birçok sorunun da kaynağı halinde. Irak’tan Suriye’ye, Türkiye’den İran’a kadar farklı etnik ve dini toplulukların yaşadığı Ortadoğu ülkelerinde, bu temelde yaşanan çatışma ve krizler bitmek bilmiyor. Emperyalist-kapitalist güçler Ortadoğu’daki sorunları kendi çıkarları doğrultusunda kaşıyarak, bölge unsurlarından birini destekleyerek veya ötekini bastırarak bölgede kendi lehlerine bir denge kurmaya çalışıyorlar. Yüz yıl önce emperyalist güçler tarafından çizilen sınırlar, bugün yine emperyalist bir paylaşım savaşı aracılığıyla yeniden çizilmek isteniyor.
Emperyalist emellerini hayata geçirebilmek için siyasi hamleler yapan bu güçlerin arasında Türkiye de yer alıyor. Son dönemlerde iktidar sözcülerinin Ortadoğu’daki sınırların yapaylığından bahsetmeleri boşuna değildir. Cumhurbaşkanından Başbakanına kadar en yetkili ağızlardan, Ortadoğu haritasının emperyalistler tarafından çizildiğine dair sözler işitiyoruz. Meselâ Davutoğlu Suriye’nin kuzeyinde federasyon ilan edilmesine dair şöyle bir açıklama yaptı: “Suriye maalesef öyle bir noktaya getirildi ki her türlü kirli oyununun oynanabileceği bir zemin oluştu. Bu sene Sykes-Picot’nun yüzüncü yılı, biz Sykes-Picot’ya hep karşı çıktık. Çünkü Sykes-Picot bölgemizi hep böldü. Şehirleri birbirinden ayırdı. Birileri 100 yıl sonra yeni bir Sykes-Picot yazma peşinde; biz bunu yok etmeye çalışırken birileri yazma peşinde. Biz bölgede ekonomik hamlelerle Arap Baharı öncesinde Sykes-Picot’yu ortadan kaldırmayı düşünüyorduk.” Aslında Sykes-Picot’nun en büyük mağdurlarından Kürtler son dönemde, Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de önemli kazanımlar elde etmeye başladılar. Ne hikmetse Davutoğlu, gerçekliği ters yüz ederek, Kürtlerin kazanımlarını yeni bir Sykes-Picot, kendi emperyalist hamlelerini ise Sykes-Picot’yu yırtmak olarak değerlendiriyor. Böylece, Kürtlerin demokratik haklarına ve taleplerine tahammülsüzlüğünü de ifade etmiş oluyor.
İktidarın zihninde Sykes-Picot Suriye ve Irak’ı Türkiye’den koparan anlaşma olduğu için, 100. yılında olan bu anlaşma her fırsatta günah keçisi ilan ediliyor. En yukarıdan talimatı alan medya organlarında iktidarın politikalarına uygun şekilde çarpıtılarak Ortadoğu’nun tarihi üzerine haberler ve programlar yapılıyor. Havuz medyasında “İşte Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren iki Batılı: Sykes ve Picot”, “Yeni Sykes-Picot’ya direniyoruz” manşetleri atıldı. Peki, Sykes-Picot anlaşması neydi? AKP’nin son dönemde bu anlaşmayı gündeme getirmesini nasıl okumalıyız?
Sykes-Picot neydi?
Birinci Dünya Savaşı devam ederken, İngiltere ve Fransa sonu gelmekte olan Osmanlı’nın topraklarını nasıl paylaşacaklarının hesabını yapıyorlardı. İngiltere ve Fransa ile birlikte Antant’ı oluşturan Rusya da bu paylaşım pazarlığının içindeydi. Osmanlı, Balkanlar ve Kafkaslar’a güç yığarken, İngiltere ve Fransa ise Ortadoğu’da yaptıkları müdahalelerle kritik bölgeleri kendi denetimleri altına almaya çalışıyorlardı. Osmanlı ile yakın ilişkileri olan Almanya’nın bölgedeki hegemonyasını engellemek için, Arapların Osmanlı’ya karşı ayaklanmasını destekliyorlardı.
Boğazların Rusya’ya bırakılmasına onay veren İngiliz ve Fransız emperyalizmi, buna mukabil Ortadoğu’nun paylaşımına Rusya’nın itiraz etmemesini istiyordu. Fransa ve Rusya arasında imzalanan 10 Nisan 1915 tarihli anlaşmaya göre, boğazlar Rusya’ya verilecek, Arabistan’da ise bağımsız bir Arap devleti kurulacaktı. Fakat Filistin sorunu önemli bir konu olarak belirsizliğini koruyordu. Araplar, Filistin topraklarını Arap devletinin bir parçası olarak görürken, Ruslar ise Filistin’e özel statü verilmesini istiyorlardı. İngiltere, Fransa ve Rusya aynı kampta yer alsalar da, kendi aralarında da rekabet halindeydiler ve her biri nüfuz alanlarının paylaşımında geri kalmamak için bölgenin geleceğinde daha fazla söz sahibi olmak istiyordu. Bunun için, her ülke kendi çıkarlarına uygun bir siyasi yapının kurulmasından yanaydı. Dolayısıyla, emperyalist güçler ve bağımsız bir Arap devleti kurmak isteyen Arap kuvvetleri arasındaki anlaşmazlıklar ve çelişen çıkarlar yüzünden Ortadoğu’nun nasıl paylaşılacağı karara bağlanamıyordu.
İşte bu sorunu çözüme bağlamak amacıyla İngiltere adına Mark Sykes, Fransa adına ise Francois Georges Picot, Mart 1916’da Petersburg’u ziyaret ettiler. Bugün adı sıkça zikredilen Sykes-Picot anlaşması da bu görüşmeler sonrasında imzalandı. Fransa ile Rusya arasında 9 Mayıs 1916 tarihli, İngiltere ile Fransa arasında ise 15 Mayıs 1916 tarihli anlaşmalar imzalandı. Buna göre Fransa’nın Batı Suriye, Lübnan ve Kilikya ile birlikte güneydoğu Anadolu’nun bir bölümünü, İngiltere’nin ise orta ve güney Irak’a ek olarak Filistin limanlarını ilhak etmesi karara bağlanıyordu. Filistin’in bir bölümünün ise özel bir uluslararası yönetimin kontrolüne bırakılması kararlaştırıldı. Musul ve doğu Suriye’nin Fransa’nın nüfuz alanı, Ürdün ve Bağdat vilayetinin kuzeyininse İngiltere’nin nüfuz alanı olmasına karar verildi. Rusya’ya ise kuzey Kürdistan ve Ermeni vilayetleri verilecekti. Bu gizli anlaşmalardan sonradan haberdar olan İtalya da payını istedi ve bunun sonucunda güney Anadolu İtalyanlara bırakıldı.
İngiltere, tarafların bu gizli anlaşmalara uymayabileceklerini hesaba katarak, bölgedeki askeri faaliyetlerini arttırdı. 1917’nin sonuna gelindiğinde Tikrit, Ramadi, Bağdat gibi önemli yerleri ele geçirmiş; neredeyse Mezopotamya’nın tamamını denetimine almıştı. Bu askeri hamleler, Arapları Osmanlı’ya karşı destekleyen İngiliz emperyalizminin ezilen bir ulusun özgürlüğü gibi bir derdi olmadığını, aslında bölgeyi ilhak etmek istediğini gösteriyordu. Nitekim İngiltere’nin bu hamleleri sonucunda Irak, İngiltere’nin bir sömürgesi pozisyonuna geliyordu.
İngiltere’nin anlaşmaya uymayacağını gören Fransa ise kendi önlemlerini almaya başladı ve Suriye’yi İngilizlere kaptırmamak için askeri önlemlerin yanı sıra Avrupa’da öne çıkan Arap figürleri de kendi yanına çekmeye yönelik faaliyetler başlattı. Arap liderler Fransız ve İngilizlerin kendi çıkarlarına göre hareket ettiklerinden şüpheleniyorlardı. Fakat emperyalistlerin desteğini almadan Osmanlı’ya karşı başarılı olmalarının çok zor olduğunu da bildikleri için, zaman zaman emperyalistlerin çıkarlarına ters girişimlerde bulunsalar da, tümden bağımsız hareket edemiyorlardı. Arapların emperyalistlerin tekerine çomak sokmaması için Sykes ve Picot bu sefer Hicaz’da, Arap isyanının lideri Mekke emiri Hüseyin ve oğlu Faysal’la bir araya geldiler ve yalanlarla Arapları kandırarak kendi saflarında yer almaya devam etmelerini sağladılar. Nihayetinde Osmanlı İmparatorluğu’nun esaretinden kurtulacak olan Araplar, özgürlükleri için bu sefer de İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı mücadele etmek zorunda kalacaklardı.
Arapların, emperyalistlerin bölgede kendi hâkimiyetlerini kurmaktan başka bir niyetleri olmadığını öğrenmeleri için, Rusya’da Ekim Devriminin gerçekleşmesini beklemeleri gerekiyordu. Çarlığın yıkılması ve Bolşeviklerin öncülüğünde işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesiyle birlikte, yapılan ilk işlerden biri Çarlığın arşivlerinde yer alan gizli anlaşmaların açıklanması oldu. İfşa edilen gizli anlaşmaların arasında Sykes-Picot da vardı.
Bugünkü Ortadoğu’nun sınırları Sykes-Picot ile birebir aynı değildir. Sykes-Picot İngiliz ve Fransız emperyalizminin “hasta adamı” paylaşma pazarlığının belgesidir. Bugünkü sınırların ana gövdesi savaş bittikten sonra yapılan görüşmeler ve diğer anlaşmalarla belirlenmiş, sınırların değişimi 20. yüzyıl boyunca da devam etmiştir. Ancak, bölgenin sınırlarının emperyalistlerin çıkarlarına göre belirlendiğini açıkça gösterdiği için, Sykes-Picot bugünkü sınırların da isim babalığını yapmaktadır.
İktidarın ikiyüzlülüğü
Geçmişte Osmanlı’nın yönetiminde olan topraklarda hak sahibi olduğunu düşünen AKP iktidarı hemen her fırsatta bunu dile getiriyor. Erdoğan 2014 yılı sonlarında yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu: “Şu anda Balkanlar, Kafkasya Kuzey Afrika’daki sınırlar Birinci Dünya Savaşının ardından Osmanlı bakiyesi olan topraklar üzerinde oluşmuştur. Yaklaşık 100 yıl öncesine kadar Bosna’dan Yemen’e, Gürcistan’dan Libya’ya kadar çok geniş bölge burada İstanbul’dan idare ediliyordu. Savaş sona erdiğinde ise, idare ettiğimiz topraklar bugünkü topraklardan daha dar bir sınır içine hapsedilmek istendi. Ortadoğu’da sınırların belirlenmesi üzerinde bugün dikkatle durulması gereken bir konudur. 20. yüzyılın başına kadar dünyada Ortadoğu diye bir kavram yoktu. Yakın Doğu vardı, Uzak Doğu vardı, Ortadoğu diye bir kavram kullanılmıyordu. Ortadoğu petrol ve çatışma bölgelerini işaret etmek amacıyla inşa edildi. Birinci Dünya Savaşının galibi olan egemen güçler Kahire’de bir masanın etrafına oturdular, ellerine bir cetvel aldılar sınırlar orada çizildi.”
Erdoğan aynı konuşmasında, bölgenin asli unsurlarını yüz yıl önce onları çatıştırmak için kurulmuş bu plana karşı çıkmaya çağırmıştı. Bölge unsurlarının kendi aralarındaki gerilim nedeniyle Ortadoğu’nun çocukları ölürken birilerinin bölgeye pipet batırıp petrolü çektiğini söyleyen Erdoğan elbette bir gerçekliğe de işaret etmiş oluyordu. Fakat Erdoğan’ın üzüldüğü şey, Ortadoğu’nun çocuklarının ölmesi ve zenginliklerinin dış güçler tarafından yağmalanması değildir. Onun üzüntüsü bir zamanlar Osmanlı toprağı olan bu yerlerden çıkan petrol ve diğer zenginliklerden “yeni Türkiye”nin yeterince pay alamamasıdır.
AKP iktidarı, çok değerli yeraltı zenginliklerine sahip olan Ortadoğu pastasından, Batılı emperyalistlerin büyük dilimi kapmasını hazmedemiyor. Türkiyeli egemenler, geçmişte kendi sınırları dâhilinde olan bu toprakların nimetlerinden paylarına kırıntıların düşmesini “haksızlık” olarak görüyorlar. Bu “haksızlığı” emperyalist amaçlarını kitleler nezdinde meşrulaştırmak için çeşitli vesilelerle konu ediyorlar. Böylece, emekçi yığınlar emperyalist politikaların aktif veya pasif destekleyicisi haline getiriliyorlar. Çanakkale Savaşı, Sarıkamış felâketi, Kut’ül Amare Kuşatması gibi tarihi olayların AKP’nin politikalarına uygun bir biçimde yeniden ve yeniden gündeme getirilmesi, gerçekliği aşan boyutlarla süslenerek anlatılması bu amaca hizmet eden faaliyetlerdir.
Davutoğlu’nun Master Planı açıklarken yaptığı hamasi konuşma da aynı amaca hizmet ediyordu: “1916 yılında bu savaşta Ortadoğu halkı Kut’ül Amare’de sömürgecilere karşı son kez zafer kazandı. Ortadoğu’nun birlik içerisinde sömürgecilere yaptığı son savaş oldu. 100 yıl geçti, hâlâ bu ruh bununla mücadele ediliyor. Kut’ül Amare’de yenilenler Sykes-Picot Anlaşması ile Osmanlı’yı nasıl böleriz tartışmasını yaptılar. Bu anlaşmanın arkasında Anadolu’yu Rumeli’den koparmak vardı. Türkiye Cumhuriyeti devleti sıradan bir ulus devlet, sıradan nevzuhur etmiş bir devlet değildir. Millet-i İbrahim’in, Sultan Alparslan’ın, Selahaddin Eyyubi’nin ruhunun bir devletidir. Şimdi ya Kut’ül Amare kazanacak, ya Sykes-Picot kazanacak.”
İster gizli olsun isterse açık, emperyalist anlaşmalar bölge halklarının ihtiyaçlarına göre yapılmaz. Bu anlaşmaların maddeleri, egemenlerin çıkarlarını yansıtır. Ortadoğu halklarının sorunlarının baş sorumlusu olarak görülen Sykes-Picot anlaşması da bundan azade değildir. Bugün Sykes-Picot’yu dillerine pelesenk eden iktidar sözcülerinin, sınırların yapaylığından ve bunun sebep olduğu sorunlardan bahsetmeleri tam bir ikiyüzlülüktür. Çünkü Sykes-Picot’dan miras kalan sınırların en büyük mağduru olan Kürt halkına karşı Türkiye’nin sicili bellidir. Mevcut iktidar geçmişe rahmet okutarak inkâr ve imha politikalarında farklı bir geleneğe sahip olmadığını son aylarda kanıtlamış bulunuyor.
Aslında “Yeni Sykes-Picot’ya direniyoruz” diyen Davutoğlu’nun kastettiği, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme yolunda attıkları adımlara engel olmaktan başka bir şey değil. Dört parçaya bölünmüş ve dört ülkede de en temel demokratik hakları tanınmayan Kürtler, 20. yüzyıl boyunca özgürlükleri için çeşitli defalar ayaklandılar. Bazen başarılı oldular, bazen kanla bastırıldılar. 90’lı yıllarda Irak’ta kurulan bölgesel yönetim bugün çok daha güçlü bir pozisyonda ve Barzani’nin ağzından zaman zaman “bağımsızlık” sözleri çıkıyor. Geçmişte hakaretsiz adı ağza alınmayan Barzani bugün Türkiye’nin en yakın müttefiki pozisyonunda. Suriye’de daha önce yüz binlercesi vatandaş olarak bile kabul edilmeyen Kürtler, bugün Suriye’nin kuzeyinde yönetimi ellerinde bulunduruyorlar. Üstelik 16 Martta “Rojava ve Kuzey Suriye Kurucu Meclisi Demokratik Federal Sistemi” adıyla diğer unsurları da kapsayacak şekilde federasyon ilanı yapıldı. Belki de tarihlerindeki en avantajlı dönemlerini yaşayan Kürt halkı, Türkiye’de ise devletin büyük baskısıyla karşı karşıya. Türkiye, Barzani yönetimi ile yakınlaşırken, kendi Kürtlerine ve Suriye Kürtlerine nefret kusuyor, askeri ve siyasi saldırılarla Kürt hareketinin önünü tıkamaya çalışıyor. PKK ve PYD karşısında TC, Barzani yönetimini yanına çekerek Kürtlerin ortak hareket etmesini engellemeye çalışıyor. Rojava’da oluşacak bir Kürt yönetiminin Türkiye Kürtlerinin mücadelesine büyük bir güç vermesinden korktuğundan, PYD’yi durdurabilmek için elinden geleni yapıyor.
Aslında Ortadoğu’da “Sykes-Picot rejimi” sarsılıyor ve bazı yerlerde fiilen sınırlar ortadan kalkmış veya yeni yönetimler ortaya çıkmış bulunuyor. AKP iktidarı ise sözümona “yeni bir Sykes-Picot’ya direniyoruz” derken, gerçekte, Sykes-Picot’nun sebep olduğu sorunların çözülmesini bile istemiyor. Rusya ve ABD ise, “kurtarıcı” rolünde bölgeye müdahale ediyor, Suriye sorununun “çözümü” için pazarlıklar yürütüyor. Emperyalistlerin çözüm diye sundukları hiçbir zaman halklara çözüm getirmemiştir. Emperyalist güçler kan, gözyaşı ve acı pahasına kendi hükümranlıklarını korumaya ve güçlendirmeye çalışırlar. Bu bakımdan aradan geçen bir asra rağmen değişen bir şey yoktur. Emperyalizmin yarattığı acılardan kurtulmanın yolu da değişmemiştir. 1917’de Rusya’da iktidarı ele geçiren işçiler hem gizli anlaşmaları yayınlamışlardı, hem de halklar hapishanesi olarak bilinen Çarlık Rusya’sında esaret altında kalmış olan tüm halklara kendi kaderini tayin hakkını tanımışlardı. Bugün çözüm yine buradan geçmektedir:
“Bu savaş bataklığından tek bir çıkış yolu var. O yol, Ortadoğu işçi sınıfının birleşerek tüm egemenleri yarattıkları savaş bataklığına gömmesidir. Ortadoğu’da emekçi halkların bir Ortadoğu İşçi-Emekçi Sovyetleri Federasyonu altında bir araya gelmesi kesinlikle hayal değildir. Savaşlara neden olan, mezhep ve ulusal ayrılıkları kışkırtan, bir tarafta sömürenler öte tarafta ise sömürülenler yaratan, açlık ve sefaleti bir tarafta muazzam zenginliği ise öte tarafta toplayan kapitalizm yıkıldığında ancak barış gelebilir ve tüm insanlar huzur bulabilir. Kapitalizm yıkıldığında tüm halklar özgür olacak ve tüm insanlar her türlü inançlarını özgürce hayata geçireceklerdir.” (Utku Kızılok, Ortadoğu Savaşı, Marksist Tutum, Eylül 2014)
link: Suphi Koray, Sykes-Picot, Yalanlar, Gerçekler, 31 Mart 2016, https://marksist.net/node/5009
“Gençlik Yeni Anayasa İstiyor”
Savaşı Sadece Biz Durdurabiliriz