Türkiye’de burjuva siyaset ciddi bir kriz dönemi yaşıyor. Küresel ve yerel burjuva güçlerin bir kısmı AKP hükümetinin fişini çekmek üzere yolsuzluk ve rüşvet belgelerini ardı ardına servis ediyor. Koltuğuna sımsıkı yapışan Erdoğan ise Türkiye’de burjuva devletin kurumsal işleyişini altüst etmek pahasına pisliklerini örtmeye çalışıyor.
Rüşvet ve yolsuzluk skandallarını örtmek ve soruşturmalardan kaçmak için hükümet, yürütmenin tüm yargı kurumları, istihbarat, emniyet ve medya üzerinde tam kontrolünü sağlayacak yasal düzenlemeler dayatıyor. Düzenin otoriterleşmesi gerçeği artık hükümet yanlısı gazetelerde bile –elbette mazeretler sıralanarak– dillendiriliyor. Otoriterleşmenin nereye varabileceği sorunu, burjuva düzenin aydınlarını da kaygılandırıyor.
“AK Parti’nin siyaset tarzı, toplumsalı siyasetin içine hapseden son rotası, siyasetin toplumun her alanı üzerine kurduğu soluk alacak özerk alan bırakmayan tahakkümü, bu ataerkil tarzın ürettiği sadakatçı ve merkezi sistem, bu merkezileşmenin siyasi karar süreçlerinde ve yapılarında artan oranda şahsileşmeye, otoriterleşmeye yol açması, ülkenin diğer siyasal meseleleri... (…) Ülkenin üzerinde iki türlü, iki yönlü otoriterleşme baskısı var. Cemaatin devlet içindeki yeri, konumu, eylemleri kendi başına ciddi bir otoriterleşme halidir, sürdüğü oranda daha ağır bir otoriterleşme baskısına dönüşecektir. Buna karşı alınan Anayasa’yı ihlal sınırlarına gelen tedbirler kendi başına bir otoriterleşme halidir, bu hal bir diğerini, kişiselleşmeden beslenen otoriterleşmeyi azdırmaktadır. Bu çift yönlü otoriterleşme baskısı nereye varır, bilinmez?” (Ali Bayramoğlu, Yeni Şafak, 20 Şubat 2014)
Özellikle hükümetin yargı üzerindeki düzenlemeleri, mevcut anti-demokratik Anayasa’nın bile çerçevesine sığmıyor ve burjuva demokrasisinin vazgeçilmezi sayılan “güçler ayrılığı” prensibini geçersiz hale getiriyor.
Terörle Mücadele Kanunu’nun ve Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılması meselesine ve 2 Martta Meclis’te kabul edilen “Dördüncü Demokratikleşme Paketi”nin niteliğine geçmeden önce, içinden geçmekte olduğumuz dönemde küresel ve bölgesel dinamiklerin burjuva rejimleri ne yönde etkilediğine bakmak gerekiyor. Öte yandan demokratikleşme adımı olarak sunulan yasal düzenlemelerin, Türkiye’deki siyasi sürecin genel karakterinden koparılarak ele alınması da mümkün değildir. Sürecin otoriterleşmeye dönük karakterine karşın rejim, Kürt hareketinin yarattığı fiili durumları yasal olarak tanımak zorunda kalıyor. Kürt hareketinin rejime demokratikleşmeyi dayatması, sürecin genel karakterini değiştiremiyor. Ancak AKP hükümeti birbiriyle çelişkili görünen adımlar atmak zorunda kalıyor. Zoraki atılan bu çeyrek adımlar da Kürt sorununu gerçekten çözme niyetinin değil, hükümetin siyasi sıkışmışlıktan kurtulma telaşının yansımalarıdır. “Dördüncü Demokratikleşme Paketi”nin içerdiği maddelere bakıldığında bu durum daha net olarak görülebilmektedir.
Dünya, ekonomik krizle boğuşuyor. Emperyalist güçlerin bölgesel hegemonya mücadelelerinin alanı ise genişliyor ve çatışmalar giderek sertleşiyor. Irak’ta her gün onlarca insan patlayan bombalarla can veriyor. Egemenler arasında siyasi denge kurulamıyor. Irak Kürdistanı’nın petrolünün nasıl paylaşılacağı halen bir çekişme konusu. Suriye’de iç savaş sürüyor ve tam bir belirsizlik hâkim. Burjuva kamplaşma ve çatışmalar Tayland ve Ukrayna’da siyasi krizi zirveye ulaştırdı. Ukrayna’da hükümetin devrilmesi iç çatışmayı dindirmedi. Bilakis Kırım başta olmak üzere parçalanma dinamikleri harekete geçirildi. Rusya’nın askeri operasyonlarla bazı bölgeleri denetim altına alması, ABD ve Avrupa ile Rusya’yı karşı karşıya getirdi. Gerilim tırmanıyor. Mısır’da “Arap Baharı” önce Müslüman Kardeşler, ardından da askeri darbe eliyle kışa çevrildi. Örnekleri arttırmak mümkün. Emperyalist heveslerle Türkiye kapitalizmi şiddetli gerilimlerin yaşandığı bir coğrafyada kurtlar sofrasına iştahla oturdu. Fakat Mısır ve Suriye politikalarıyla tam bir hüsran yaşadı. Üstelik Çin’den füze alımı, İsrail ile ilişkiler, Müslüman Kardeşler’e sahip çıkma, El Kaide ile gizli ilişkiler, İran’la kirli alış-veriş vb. pek çok mesele Türkiye’yi ABD ile karşı karşıya getirdi.
Kısacası süreç militarizmi ve otoriterleşmeyi azdıracak küresel dinamikler taşımaktadır. İçerideki iktidar kapışmasını da tetikleyen ve sertleştiren bu tablo Marksist Tutum sayfalarında daha önce de dile getirilmişti:
“… bir yandan yolsuzluk boyutu bir yandan da cemaat ile Erdoğan şürekâsı arasında bir iktidar kavgası boyutu içermekle birlikte, süreç bunlardan ibaret değildir. Yaşanan kapışmanın ve gelişmelerin asıl dinamiği uluslararası düzeydedir. Türkiye’nin dünya ve bölge içindeki konumunun ve politikalarının ne olacağı ile ilgili hususlar asıl belirleyici niteliktedir. Özetleyecek olursak: Esasen Erdoğan’ın temsil ettiği ve Batılı büyük emperyalist güçlerin politikalarıyla yer yer inatçı bir zıtlaşmaya varan, hırsı çapından büyük «maceracı» türde bir alt-emperyalist yöneliş, özellikle Batılı büyük emperyalist merkezlerde biriken memnuniyetsizliği bir kırılma noktasına taşıdı. Bununla da bağlantılı olarak Erdoğan ekibinin içeride çeşitli büyük sermaye kesimlerini dahi baskılamaya yönelen otoriterleşmesi bu sermaye kesimlerinin Erdoğan’dan kurtulma çabalarını arttırmıştır.” (Levent Toprak, İt Dalaşı, Seçimler ve Bağımsız Sınıf Tutumu, MT, Şubat 2014)
MİT Kanunu Taslağı
MİT ile ilgili yapılan düzenlemeler hem iç hem de dış siyasete ilişkin amaçlar taşımaktadır. MİT’in dış istihbaratı geçmişte ağırlıklı olarak ABD ve diğer NATO üyesi ülkelerle istihbarat paylaşımına dayanıyordu. Müttefikler bölgede yürüyen hegemonya kavgasında aynı zamanda birer rakip haline geldiğine göre, artık istihbarat işlerinin eskisi gibi yürütülemeyeceği açıktır. Önümüzdeki dönemde MİT’e daha fazla dış misyon biçilmesi ve teşkilatın buna göre yapılandırılması hedefleniyor. Ancak AKP’nin kısa vadedeki önceliği yolsuzluk ve rüşvet skandallarını örtmektir. Bunun için yargı, emniyet ve istihbaratın tam kontrolünün öncelik taşıdığını belirtmiştik. 30 Mart sonrasına ertelenen düzenlemeye göre MİT’e, devlete karşı işlenen suçlar ile darbe, darbe teşebbüsü, örgüt üyeliği ve casusluk suçlarından yürütülen tüm soruşturma ve davalardaki bilgi ve belgelere sınırsız erişim hakkı getirilecek. Ceza Muhakemeleri Kanunu’ndaki “hazırlık soruşturmalarının gizliliği” ilkesi MİT için geçerli olmayacak. Bu yetkiyi kullanmak isteyen MİT yetkililerine olumlu yanıt vermeyen kamu görevlilerine 10 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açılacak. Yani MİT, “darbe teşebbüsü”, “örgüt üyeliği” gibi gerekçelere dayanarak savcıların hazırlık aşamasındaki tüm soruşturmalarından haberdar olabilecek ve emrinde çalıştığı Başbakanlığa derhal bilgi verebilecek. Yani yargının yürütme üzerindeki denetiminin yerini, Başbakanlığa bağlı istihbarat örgütünün, dolayısıyla Başbakan’ın yargı üzerindeki denetimi alacak. MİT’in elinde toplanacak bilgi, belge ve soruşturma verileri arasında; yasama organına ve hükümete karşı suç, örgüt, devlete karşı savaşa tahrik, temel milli yararlara karşı faaliyette bulunma, halkı askerlikten soğutma, askerleri itaatsizliğe teşvik, savaşta emirlere uymama, yalan haber yayma, devletin güvenliğine ilişkin belge ve bilgi temin etme, gizli kalması gereken bilgileri açıklama, yasaklanan bilgileri temin gibi içerikler de var. Hükümetin internet üzerinde kurmaya çalıştığı denetimin yeterli olamadığı, rüşvetten gelen yüz milyonlar gibi “zararlı bilgi”nin yayılmasını engelleyemediği ve bu tür verileri “kaynağından” engelleme konusunda ciddi önlemler almaya çalıştığı açıktır.
Ayrıca MİT herkesin parasına, borcuna, kredi yüküne, kart harcamalarına, seyahatlerine, otel bilgilerine kadar her şeyi öğrenebilecek. Öte yandan “suç işlemek için örgüt kurma” ile rüşvet, zimmet, ihaleye fesat gibi yolsuzluk suçlarında savcılıklar ve mahkemeler MİT’ten herhangi bir bilgi-belge alamayacak. Kısacası hükümet, muhalif siyasetçilerden rakip sermaye gruplarına ve kendi içerisinden çıkabilecek çatlak seslere kadar herkese karşı şantaj yapabileceği bilgi ve verileri MİT aracılığı ile kendi elinde toplayabilecek.
MİT’e tanınmak istenen bir yetki de “terör örgütleriyle görüşme” yetkisidir. Kürt ulusal hareketi, İmralı ve Kandil’le yapılan görüşmelerin yasal güvenceye kavuşturulmasını, böylelikle barış ve çözüm sürecinin resmi müzakerelerle yürütülür hale getirilmesini talep ediyordu. Bu talebin yerine getirilmesi, görüşmeleri yürütenlere yasal güvence sağlayacak, daha önce Oslo görüşmelerinde olduğu gibi müzakere masasının devrilmesini ve görüşmelerin yok hükmünde sayılmasını zorlaştıracak, meşruiyetini güçlendirecek ve resmiyet kazandıracaktı. AKP ise PKK ile yapılan görüşmeleri yasal zemine oturtmak ve çözüm sürecini güvence altına almak yerine, MİT’e terör örgütleriyle görüşme yetkisi getirmeyi tercih etti. Böylelikle AKP, PKK ve İmralı ile yürütülen görüşmelerin tüm yasal sorumluluğunu MİT’in üzerine yükleyip kendisini sorumluluktan muaf tutuyor. Görüşme sürecine dahil olan BDP’lilere ise hiçbir yasal güvence sunmuyor. AKP her an görüşme masasını devirebilmenin önünü de ısrarla açık tutuyor. Masa devrilirse MİT’in yürüttüğü görüşmeler istihbarat görevi kapsamında tanımlanabilecek ve yok hükmünde sayılabilecek. Hükümet ise şiddet ve devlet terörünü temel alan politikalara dönüş yapabilecek.
Marksist Tutum’un geçen sayısında internet sansürü üzerinde durulmuştu. Otoriter gidişatın bir diğer ayağını oluşturan HSYK düzenlemeleriyle ise, bu kurumun Adalet Bakanlığı’nın yani hükümetin kontrolü altına alınmak istendiği açıktır.
Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılması
2004 yılında AB’ye uyum yasaları çerçevesinde Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kaldırılması büyük bir demokratikleşme adımı olarak sunulmuştu. Ancak Türkiye’de rejim, olağanüstü rejim mahkemelerinden bir türlü vazgeçemedi. 2005 yılında yürürlüğe giren yeni Ceza Muhakemeleri Kanunu uyarınca Özel Ağır Ceza Mahkemeleri yani “Özel Yetkili Mahkemeler” getirilmişti. 21 Şubat 2014 itibarıyla ÖYM’leri kaldıran yasa meclisten geçti. ÖYM’lerin görev alanına giren suçlarda tutukluluk süresi 5 yıl ile sınırlandırıldı. Makul sürede yargılanma hakkı ve “suçsuzluk karinesi” açısından 5 yılın da olağanüstü uzun bir tutukluluk süresi olduğu açıktır.
2012 yılında MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a soruşturma açılmak istenince ÖYM’lerin kaldırılması gündeme gelmiş, çıkarılan bir yargı paketiyle, mevcut davalar sonuçlanınca ÖYM’lerin kaldırılmasına karar verilmişti. 17 Aralık operasyonu ÖYM’lerin kaldırılmasını acil ve ertelenemez hale getirdi. Meclisten yeni çıkan yasa ÖYM’leri tamamen kaldırmış oldu. Fakat ne DGM’lerin ne de ÖYM’lerin kaldırılması, daha önce sonuçlandırılmış davaları etkiledi. ÖYM’lerin elindeki devam eden davalar ve soruşturmalar yetkili cumhuriyet başsavcılıklarına devredilecek. 17 Aralıktan bu yana devam eden savcı sürgünleriyle beraber değerlendirildiğinde bu adımın demokratikleşmek için atılmadığı, mevcut soruşturma ve davaların “uygun” savcı ve hâkimlere tesliminin öncelikli amaç olduğu açıkça görülmektedir. “Demokratikleşme” olarak pazarlanan bu değişiklik paketinde Terörle Mücadele Kanunu’nun kaldırılması da gündeme getirilmişti. Ancak TMK’nın sadece ÖYM’lerle ilgili 10. maddesi kaldırıldı ve TMK’nın çoğu maddesi aynen Türk Ceza Kanunu’na aktarıldı.
Yeni yasa değişikliği soruşturma ve dava dosyalarının ÖYM’lerin elinden alınmasıyla sınırlı değildir. Dosyalarda hükümet üyelerine ve yakınlarına ait pek çok dinleme kaydı ve suç belgesi bulunuyor. Hükümetin geçmişte toplanmış kayıtları ve belgeleri soruşturma dosyalarından çıkartabilmesi ve yok edebilmesi gerekiyor. Yeni yasa sayesinde devam eden elkoyma, telefon dinleme, gizli soruşturma ve teknik araçlarla izleme kararları son bulacak. Üstelik yasal şartları değişikliğe uğrayan, geçmişte savcıların uyguladığı “dinleme” gibi tedbirlere ilişkin kararlar da sona erecek. Bu durumda eski yasalara göre toplanmış deliller de “geçersiz” kabul edilebilir; resmi dinleme kayıtları yok edilebilir.
AKP hükümeti, DGM ya da ÖYM adı altında faaliyet yürüten mahkemelerin örgüt ve çete suçlarıyla ilgili ihtisaslaşmış mahkemeler olduğunu öne sürüyor; terör ve çete suçlarıyla ilgilenmenin uzmanlaşma gerektirdiğini, bu soruşturmaları yürütenlerin olağanüstü yetkilerle donatılmış olmasının zorunlu olduğunu savunuyordu. Oysa bu mahkemelerin rejimin sopası olduğunu ve asıl olarak toplumsal muhalefeti sindirme amacı taşıdığını herkes biliyordu. ÖYM soruşturmaları hükümete, MİT’e ve bakan çocuklarına uzanınca hükümet “yargı darbesi” diye feveran etmeye başladı. Oysa KCK soruşturmalarını yürüten ve binlerce kişiyi soruşturma dosyası ve suç delilleri bile olmadan yıllarca içeride tutan da, askeri bürokrasinin tahakkümünü kırmak üzere bir silaha dönüşen Ergenekon ve diğer darbe davaları da bu olağanüstü yetkili mahkemeler tarafından hükümetin bilgisi ve teşviki ile yürütülmüştü. Hükümet yargıyı tam kontrolü altına alabildiğine emin olduğunda yine benzer tipte olağanüstü yetkili mahkemeler kuracak ya da bölge ağır ceza mahkemelerini özel yetkilerle donatarak ve HSYK üzerinden kritik soruşturmaların “uygun” savcı ve hâkimlerce yürütülmesini sağlayarak DGM’lerin ve ÖYM’lerin mirasını sürdürecektir.
Sonuç olarak uluslararası konjonktür, Türkiye içerisindeki iktidar kapışması ve yapılan tüm yeni yasal düzenlemeler birlikte ele alındığında ÖYM’lerin kaldırılması gibi bir adımın otoriterleşme sürecini tersine çevirecek bir adım olmadığı, bilakis mevcut sürecin bileşeni olduğu ortadadır:
“… bu sürecin kendisi kimin galip geleceğinden bağımsız olarak, baskıların artmasını ve şu ya da bu biçimde rejimin otoriterleşme eğiliminin güçlenmesini beraberinde getirmektedir. Taraflar karşılarındaki güçleri alt etmek için daha fazla güce ihtiyaç duymakta, bu ihtiyaç tüm iplerin bir elde toplanması eğilimini kışkırtmaktadır. Bunu şimdi yapanın AKP olması kimseyi aldatmamalıdır. Karşı taraf da aynı eğilimleri taşımakta ve fakat sadece elinde hükümet gücü olmadığı için somut değişiklikler yapamamaktadır. Ama her türlü anti-demokratik, özgürlük düşmanı yöntemleri kullanma konusunda bu cephenin elinin temiz, alnının ak olduğunu kim söyleyebilir? Kim iktidara gelirse tüm ipleri kendi elinde toplamak için mümkün olan her şeyi yapacaktır.” (Levent Toprak, agm)
Otoriterleşme sürecinin dinamiklerinin yegâne istisnası, Kürt hareketinin güçlenen varlığı ve yarattığı fiili durumları hükümetin yasallaştırmak zorunda kalmasıdır. 2 Martta Meclis’ten geçen 22 maddelik “Demokratikleşme Paketi” bunun göstergesidir. Önümüzdeki yıl yapılacak genel seçimlerde BDP ve HDP’nin oy oranının toplamda %7’yi aşacağını öngören hükümet, partilerin hazine yardımı alması için gereken oy oranını %7’den %3’e indirdi. Pakette partilere “eşbaşkan” seçilmesi yasallaştı. BDP’nin ve HDP’nin çoktan beridir eş başkanlık sistemini zaten uyguladığı biliniyor. Seçimlerde Türkçeden farklı dil ve lehçelerde propaganda yapılması serbest bırakıldı. Kürt hareketinin on binlerce aktivisti zaten Kürtçe propaganda yapıyor ve devlet yasaklarla bunu engelleyemiyordu. Özel öğretim veren okullarda Türkçeden farklı dil kullanılması da yasallaştırıldı. Kürt hareketi çoktandır kendi okullarını kurmanın ve buralarda Kürtçe eğitim vermenin hazırlıklarına girişmiş ve bazı pilot uygulamaları da başlatmıştı. Kürt hareketi isimleri değiştirilmiş köylerin eski Kürtçe isimlerini zaten kullanıyordu. Yeni düzenleme köylerin eski isimlerinin kullanılmasını ilgili bölgede yapılacak referandum şartına bağlayarak sözde yeni bir hak tanımış gibi yapmaktadır. Kısacası hükümet, Kürt hareketinin fiili durum yaratarak, dayatarak, yani söke söke koparıp aldığı ve uygulamaya geçirdiği şeyleri yasal olarak tanımakla sınırlı bir paketi, “Demokratikleşme Paketi” olarak sunmaktadır.
İşçi sınıfı ve tüm emekçi kitleler, içerisinden geçtiğimiz dönemde demokratik hak ve özgürlüklerin ancak fiili durumlar yaratarak, rejime dayatarak, yani söke söke kopararak elde edilebildiğini görmeli, egemenlerin iç kapışmalarına taraf olmadan kendi sınıf çıkarları doğrultusunda demokratik hak ve özgürlüklerin korunması ve ilerletilmesi mücadelesini yükseltmelidir.
link: Serhat Koldaş, Otoriterleşme Süreci ve Sözde Demokrasi Paketleri, Mart 2014, https://marksist.net/node/3422
Çanakkale Muharebelerine Dair Yalanlar ve Gerçekler
KOBİ Güzellemeleriyle Örtülen Tekelleşme Gerçeği