Kapitalist sistemde üretim faaliyeti toplumun ihtiyaçları için değil, sermayeyi büyütmek için yapılır. Kim hangi yaldızlı sözlerle kapitalist üretimin de bir yerde toplumun faydasını gözettiğini iddia ederse etsin, bu üretim esasen kapitalistin kâr elde etmesi için gerçekleştirilir. Kapitalist üretimin tek motivasyon kaynağı budur. Bu yüzden tüm diğer faktörler ikincil bir önem taşır ve sermayenin büyümesi gerekliliği ile çeliştiği ölçüde tercihler bu faktörlerin aleyhine olur. Kapitalizmin yalan dünyasının bilinçlerini esir aldığı işçilerin çoğunluğu için, bu gerçeğin, belki de en çarpıcı biçimlerde ortaya çıkmasına yol açan olaylar genelde işyerindeki çalışma koşullarına ya da yaşadıkları çevreye ilişkin sorunlarda söz konusu oluyor. Ancak kapitalizmin takkesinin düşüp kelinin ayan beyan görüldüğü bu türden olaylar, düzen temsilcilerinin bir şeyler yapılacakmış zannı yaratan esip gürlemelerinin ardından çoğunlukla unutulmaya terk ediliyor.
Hatırlanacaktır, Mart ayının son günlerinde Tuzla'nın Orhanlı beldesinde, yaz aylarında çevredeki halkın şenlik ve piknik için kullandığı, hatta mantar topladığı arazilerin altında kanserojen madde içeren zehirli atık dolu bin kadar varil ve tıbbî atık dolu çuvallar bulunmuştu. Mayıs ayının ortalarında ise bunlara Büyükçekmece'nin Kıraç beldesinde toprağa gömülü olarak bulunan zehirli variller eklenmişti. Sosyal güvenlik yasalarındaki değişikliklerin ve Terörle Mücadele Yasasının Meclis'te görüşüldüğü bir zaman dilimine denk gelen bu tarihlerde, çevre konularındaki 'duyarlılığı' malûm (!) burjuva medya bu haberleri gündemde öne çıkarmış ve durumu kınayan sesler yükseltmişti. Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe de, 'bu olayın faillerinin kamuoyunda teşhir edilmesi, yaftalanması, hapis cezasına veya ticaretten men edilme cezasına çarptırılması lazım' diye konuşmuş ve durumu 'yüz karası ve insanlık suçu' olarak nitelemişti.
İlerleyen günlerde ise Orhanlı'da gömülü varillerin, Pak Holding'e ait Mustafa Nevzat İlaç Firması bünyesinde faaliyet gösteren Unifar Kimya A.ş.'nin olduğu tespit edilmişti. Ancak bu 'insanlık suçu'nun faili olduğu netleşen firmanın patronlarına henüz ne 'ticaretten men' ne de hapis cezası verildi. şu güne kadar kayda değer tek gelişme soruşturmayı yürüten savcının, firmanın üç yöneticisi için 5 yıldan 20 yıla kadar hapis cezası istemesi oldu. Dikkat edilirse istenen cezada ne suçun gerçek sorumlusu firma sahiplerine dönük bir cezai işlem ne de firmayı gerçekten etkileyebilecek bir maddi yaptırım söz konusu. Üstelik firma yöneticileri hakkında istenen cezalar için mahkeme, henüz dava açılıp açılamayacağına dair kararı bile vermiş değil. Ancak haklarını teslim etmek gerekir, devlet yetkilileri, varilleri taşıyan kamyoncuya da, varilleri gömen kepçe operatörüne de, 'çevreyi kasten kirletme' eylemini gerçekleştirdikleri için Çevre Kanunu uyarınca toplam 15 bin 700 YTL para cezası uygulamayı ihmal etmediler.
Hükümetin 2006 Ekiminde yürürlüğe girmek üzere 2004 yılının Ekim ayında çıkardığı Çevre Yasasının nasıl bir sahtekârlık ürünü olduğu bu vesileyle de açığa çıkmış oldu. Ertelemenin gerekçesi, kanunun yerel yönetimlere yüklediği yükümlülükleri hiçbir belediyenin yerine getirecek durumda olmaması olarak gösterilmişti. Pepe, belediyelerin kanun karşısındaki durumunu o zaman: 'Tasarı aynen yürürlüğe girseydi 3 bin 200 belediye başkanı hapse girerdi' sözüyle özetlemişti. Aslında tüm olup bitenlerin bir tür danışıklı dövüş olduğu gözlerden kaçmıyor. Anlaşılıyor ki hapse girmesinden endişe edilenler belediye başkanlarından ibaret değil. Çünkü 2004'de çıkarılan yasayla, sanayicilere, 'bir an önce atıklarınızdan kurtulun, zehirli varillerinizi Ekim 2006'ya kadar istediğiniz yere atabilirsiniz' denmiş oluyordu. Nasıl olsa hapis cezası yok, verilecek para cezasının tutarı ise boğazda bir akşam yemeğininki kadar!
Nitekim Orhanlı'daki zehirli varillerin sorumlularının kılına zarar gelmemesinin ardından farklı il ve ilçelerde zehirli variller bulunmaya, ihbar edilmeye başlandı. Hatta Gebze'de zehirli 8 varil sokak ortasına atılmış halde bulundu. Geçtiğimiz ay yasa yine değişti ve 'fırsat'ı kaçıranlar için yeni imkânlar sunarak yürürlüğe girdi. Yeni yasa şimdiye kadar gerekli dönüşümleri gerçekleştirememiş firmalara 1 yıl, belediyelere ise 12 yıla kadar çevreyi kirletmeye devam etme müsaadesi verdi. Varillerin başında esip gürleyen Pepe, Meclis'te süt dökmüş kediye döndü.
Tehlikeli sanayi atıkları ne oluyor?
Kapitalizmin gelişmesi ile birlikte, sanayi atıkları nedeniyle dünya daha önce hiç yaşanmamış boyutlarda çevre kirliliğine maruz kalmış, hatta bu durum doğal yaşamı tehdit eder düzeylere ulaşmıştır. Çünkü sermaye sınıfı için doğa da insan gibi son zerresine kadar sömürülecek bir varlıktır. Kapitalist rekabet koşullarında korunması ve büyütülmesi gereken tek şey sermayedir. Birincil olan bu rekabetten güçlü çıkmaktır. Bu yüzden rekabet halindeki güçler rakiplerini ekarte etmek ve daha fazla kâr elde edebilmek için mallarını daha ucuza üretmek zorunda kalırlar. Bu durum da kaçınılmaz olarak kapitalisti maliyeti arttırıcı etkilerden kaçınmaya zorlar. Kapitalistler, maliyet arttırıcı etkenler olarak algıladıkları, işyerinde sağlıklı çalışma koşulları yaratmak ya da çevreyi koruyucu önlemler almak için harcama yapmaktan mümkün olduğunca uzak dururlar.
Hindistan'ın Bhopal kentinde 3 Aralık 1984 tarihinde meydana gelen çevre felâketi kapitalistlerin insan yaşamı ve çevre konusundaki tüyler ürpertici pervasızlığını gözler önüne seren örneklerden biridir. Union Carbide şirketi'ne ait kimya fabrikasından sızan 40 ton zehirli gaz yüzünden, üç gün içinde kentteki 10 bin kişi ölmüş, binlerce insan da uzun yıllar boyunca mücadele etmek zorunda kaldıkları çeşitli hastalıklara yakalanmışlardı. Civardaki doğal yaşam ise onarılamaz boyutlarda bozulmuştu. Kapitalistin maliyetini düşürmesinin bedeli on binlerce can ve yok olan doğaydı.
Tek tek kapitalistler açısından durum böyle olduğu gibi, kapitalistlerin devletleri de çevre konusunda adımlar atmak için büyük bir isteksizlik içindedir. Alınan sınırlı içerikli kararlar dahi uygulamaya gelince savsaklanmaktadır.
Özetle, tehlikeli sanayi atıklarının doğaya zarar vermeyecek biçimde ortadan kaldırılması kapitalizm için katlanılmaz bir maliyet unsuru olduğundan, tehlikeli atık sorunu çevre kirliliğini artıran önemli faktörlerden biri haline gelmiştir. Atıkları ortadan kaldırmak için kullanılan en yaygın yöntemler toprağa gömme ve yakmadır. Oysa iki yöntem de önemli sorunlar içeriyor. Örneğin topraktaki zehirli atıkların temizlenmesi için geliştirilmiş bir teknoloji bulunmuyor. Toprağın kendi kendini temizleyebilmesi için en az 30 yıl geçmesi gerekiyor. Eğer kimyasal maddeler yeraltı suyuna karışırsa, suyun temizlenmesi imkânsız. Yakma sisteminde ise, yapılan işlemler atığın kendisinden daha tehlikeli maddeler ortaya çıkmasına yol açabiliyor. Pek çok atığın yakılarak yok edilmeye çalışılması bu yüzden başlı başına bir çevre problemi doğuruyor.Çünkü yanma sonucu ortaya çıkan kimi maddeler, doğada hiçbir zaman çözülemezler ve besin zinciri yoluyla kilometrelerce uzağa taşınırlar.
Türkiye'de tehlikeli atıkların yakılarak yok edilmesi için tek yetkili kurum İzmit Atık ve Artıkları Yakma Değerlendirme A.ş. (İZAYDAş). Ancak Çevre Mühendisleri Odası'ndan yapılan açıklamaya göre; 'Atıkta fenol ya da ağır bir metal içeren madde çıkması halinde İZAYDAş'ın bunu yok edecek teknolojisi yok'. Peki Türkiye'de yılda ne kadar tehlikeli atık çıkıyor ve İZAYDAş bunun ne kadarını ortadan kaldırıyor. Çok daha vahim bir tabloyla birlikte bu sorunun yanıtını Bakan Pepe veriyor:
'Türkiye'de 750 bin ton tehlikeli atığın sadece 30-35 bin tonu, hadi bilemediniz 50 bin tonu bertaraf edilebiliyor. 720 bin ton nereye gidiyor? Nereye gittiğini Tuzla'da gördük. Ya toprağa gömülüyor ya da yeraltı sularının yerine boşaltılıyor. Tuzla'da bu, fabrika alanı dışında olduğu için tespit edildi. Bir de fabrikaların geniş alanları vardır, onları alanların içine gömerler. Bir kısmı yeraltı sularını çok vahşi bir şekilde tüketiyor. Trakya'daki organize sanayi bölgelerindeki yeraltı su seviyesi 15 senede 150 metreden 450 metreye kadar indi. Burada bir alarm var. Türkiye'nin her yerinde yeraltı sularına, jeotermal, termal kaynaklara karşı alabildiğine bilinçli bir tüketme var. Sanayileşmiş en büyük illerden birisinde de bir şirket, boşalttığı yeraltı suyunun yerine tehlikeli atık sularını basıyor.'
Bakan'ın bu tabloyu ortaya koyuşu elbette içtenliğinden kaynaklanmıyordu. Var olan bu büyük sorunun 'çözülmesi' için bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu. Amaç bu sorunu da piyasanın el atmasıyla 'çözmek' idi. Her şeyi metalaştıran kapitalizm kendi yarattığı sorunları 'çözmek' için de sektörler oluşturuyor. Kapitalistlerin atık yönetimi diye tanımladıkları sektör Türkiye'de de geliştirilmeye çalışılıyor. Bu alanda yatırım yapmayı düşünen sermaye gruplarından Sabancı Holding'in internet sitesindeki bir söyleşide belirtildiğine göre, 22-25 Haziranda TÜYAP Beylikdüzü'nde yapılacak olan Recycling İstanbul Fuarı'nda Dünya Bölgeler ve şehirler Geri Dönüşüm Derneği (ACRR) temsilcileri, atık yönetimi projeleri için finansman modellerini anlatacaklar. Bu derneğin Genel Sekreteri Francis Redermarker kendisi ile yapılan söyleşide şunları söylüyor:
'Atıkların yok edilmesi için harcanan giderler artacak. â?¦ Bunların yanı sıra, atık geri dönüştürüldüğünde bir fırsata dönüşebilir. Avrupa'da bu konu meslekler ve iş fırsatları oluşturdu. Atık yönetimi ve geri dönüşüm sektörü büyük bir büyüme içinde ve 25 AB ülkesi için tahmin edilen ciro 1 milyar doların üstünde. Bu sektör emek yoğun bir sektör, 1,2'1,5 milyon iş sağlıyor. Geri dönüşüm endüstrisi üretim sektörüne gittikçe artan miktarda kaynak sağlıyor.'
Yeni çevre kanunuyla birlikte pek çok şirket kuruldu ve bunların bir kısmı belediyelerden atık dönüşümü ihalelerini aldılar bile. Ancak bunların hangi tesislerde ve hangi koşullar altında atık dönüşümü sağlayacakları pek bilinmiyor.
Genel olarak atıklara ve tehlikeli sanayi atıklarına dair çözümlerde dünyanın her tarafındaki yaklaşımların özü aynı. Elbette ülkeden ülkeye farklılıklar yaşanıyor. Ancak kapitalizmi kapitalizm yapan temeller dünyanın her tarafında geçerli. Zaten çevre felâketleri de doğaları gereği vize engeline takılmadıkları için başladıkları yerlerde durmuyorlar.
Yeşil hareketin belli bir politik etkisi olması dolayısı ile çevre meselelerinde en duyarlı biçimde davrandığı varsayılan Avrupa Birliği ülkelerinde, atıkların yaklaşık yüzde 70'i gömülüyor. Yüzde 30'u ise geri dönüştürülüyor veya gübre haline getiriliyor. Fakat başta, nasıl zararsız hale getirileceği konusunda hiçbir fikir bulunmayan nükleer atıklar olmak üzere, tehlikeli sanayi atıklarının çoğu özellikle daha geri kapitalist ülkelere gönderiliyor. Türkiye'de Sinop kıyılarına vuran İtalya kökenli ve İskenderun körfezindeki İspanya kökenli zehirli atıklar bunun örneklerini oluşturuyor.
Ancak 2000 yılında Greenpeace gemilerinin tespit ettiği bir vaka var ki temel mantalitenin dünyanın her yerinde aynı olduğunu gösteriyor. 20 Haziran 2000 tarihinde gazetelerin verdiği haber aynen şöyle: 'İngiltere kıyılarında nükleer kirlilik üzerine araştırmalar yapan 'Greenpeace' (Yeşil Barış) örgütünün iki araştırma gemisi, okyanusun dibinde bir nükleer atık yüklü varil mezarlığı keşfetti. La Heyburnunun kuzeybatısındaki sularda araştırmalarını yoğunlaştıran Greenpeace üyeleri 1950 ile 1963 yılları arasında İngiltere tarafından deniz dibine bırakılan on binlerce varili görüntüledi. Robot kameralardan gelen görüntüler incelendikçe bazı varillerin parçalandıkları ve içlerindeki atıklarını deniz suyuna sızdırdıkları anlaşıldı. Greenpeace yetkilileri, kirliliğin İngiltere karasularıyla sınırlı kalmadığını ve varillerden sızan radyoaktivitenin, İskandinavya ve Kuzey Kutbu'nda da kirliliğe yol açtığını savundular.'
Kapitalizmin doğaya bakışı böylesine pervasızdır işte! Neyse ki nükleer atıklar şimdilerde variller yoluyla denize atılmıyor! Daha gelişmiş yollarla 'çözüyorlar' artık bu sorunları. İngiltere ve Normandiya'daki santraller, okyanus tabanına döşenen borular aracılığıyla nükleer atıklarını boşaltmaya devam ediyorlar. Üstelik söz konusu santrallerden 9 ayda pompalanan nükleer çöp, İngiltere kıyılarında yatan varillerden çok daha fazla.
Kapitalizm yok eder, kapitalizmi yok edelim!
Bugün kimi bilim insanları tarafından artık geri döndürülemez olarak değerlendirilen çevre sorunlarının doğa üzerindeki tahripkâr etkisi hiç şüphe yok ki kapitalizmle birlikte başlamıştır. Kapitalizm bir yandan insanlığı ilerletmiş, diğer yandan bu ilerlemenin bedelini insana ve doğaya fazlasıyla ödetmiştir. Kendisinin yaşlanması ve çürümesiyle birlikte tüm insan uygarlığını ve doğayı da çürütmeye başlamıştır. Ücretli kölelik düzeninin cehenneme çevirdiği hayatları yaşayanlar, üzerine ayak bastıkları yeryüzünün de günden güne cehenneme döndüğüne tanıklık ediyorlar.
Dünyanın dört bir köşesindeki yoksul insanların yaşamlarını altüst eden çevre felâketleri, kapitalist sanayinin şimdiye dek hiç düşünmeden doğaya bıraktığı her türden atığın, artık dünya üzerindeki ekolojik dengeyi ciddi bir biçimde tehdit edecek düzeylere ulaştığını gösteriyor. Sanayinin sebep olduğu çevre kirlenmesinin şimdiki derecesi bile tahammül sınırlarını aştı. Bu yüzden insanlık artık sadece barbarlık değil fiziksel bir yok oluş tehlikesi ile de yüz yüze bulunuyor.
Orhanlı'daki zehirli varillerle bir kez daha farkına vardık ki; kapitalizmin iflah olmaz tahripkârlığı, insan uygarlığının doğuşunun simgesi olan toprağı çürütmüş, bu akıldışı sistem yüzünden ayak bastığımız toprak, içtiğimiz su bile zehir olmuştur.
Kapitalist sistem yapısı gereği, bu sorunları giderecek gerçek çözümler üretmekten yoksundur. Bu sorunlar ancak doğayla uyumlu ve planlı bir üretim anlayışı ile çözülebilir. Bu yüzden kapitalistlerin doğaya ve insana verdikleri zararları bertaraf edebilecek tek güç işçi sınıfıdır. Bunun tek sağlam yolu da işçilerin kendi iktidarlarını kurmasıdır. Kapitalizm yok edilmeden bu sorunların çözülebileceğini iddia eden çevreci hareketlerin nasıl aciz kaldıklarına, son on yılda çeşitli ülkelerde iktidar ortağı oldukları burjuva hükümetlerin politikalarında defalarca tanık olduk. Doğurduğu bütün sorunlar karşısında çözümsüzlüğü pekiştirmek dışında bir şey yapamayan kapitalizmin, işgüçlerini satarak yaşamını sürdürmek zorunda olanların hiçbir yarasına sürecek merhemi yoktur. Bu sistemin yarattığı sorunlara ve pisliklere karşı mücadeleye atılmamak, dünyanın yok oluşuna seyirci kalmak anlamına gelecektir.
link: Selim Fuat, Toprak Çürüdü, 10 Haziran 2006, https://marksist.net/node/7203
Kapitalizmde İnsan Ticareti
Demokrasi Havarisi Türk Burjuvazisi!