Türkiye ekonomisi, 2017 yılının Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarını kapsayan üçüncü çeyreğinde, rekor kırarak yüzde 11,1 oranında büyüdü. İçerden ve dışardan gelen basınçları karşılarken kitlelerden bulduğu desteği yitirmemek için, ekonomik büyümeyi belirli bir düzeyde sürdürmeyi en önemli dayanak noktası olarak gören hükümet, bu büyüme oranını haliyle davul zurnayla duyurdu. Yandaş medyanın sayfaları ve ekranları da “dünyayı kıskandıran büyüme” başlıklarıyla dolduruldu.
Aslında bu büyüme oranı iktisatçılar tarafından beklenmeyen, şaşırtıcı bir durumu ifade etmiyor. Çünkü geçen yıl aynı dönemde gerçekleşen 15 Temmuz darbe girişiminin yarattığı koşullarda yaşanan yüzde 0,8’lik küçülmenin oluşturduğu baz etkisi nedeniyle yüksek bir büyüme oranı zaten bekleniyordu. Bu duruma ek olarak, özellikle referandum döneminden başlayarak kamu harcamalarının körüklenmesi, ÖTV indirimleri, sosyal güvenlik primlerinin tahsilatının ertelenmesi, istihdamı teşvik bahanesiyle İşsizlik Fonundan aktarılan kaynakların bol kepçe dağıtılması gibi uygulamalar ve en önemlisi Kredi Garanti Fonunun devreye sokulmasıyla banka kredilerinde yaşanan büyük genişlemelerle birlikte bu orana ulaşılması hiç de sürpriz olmadı. Açık ki, hükümetin riskleri katlama pahasına, dönemsel etkilerin de yardımıyla sağladığı bu büyüme oranı, teşvik adıyla, doğrudan işçi sınıfının fonlarının ve kamu kaynaklarının sermaye sınıfına peşkeş çekilmesi, yani fonların yağmalanması ve büyük bütçe açıkları oluşturulmasıyla gerçekleştirilebildi.
Bu büyüme oranının işçi sınıfının çok daha yoğun sömürüsü pahasına gerçekleşmesi ise sorunun çok daha önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. Ağır çalışma koşullarında, uzun saatler boyunca düşük ücretlerle çalışan işçi sınıfının milli gelirden aldığı payın, bir önceki yıl aynı dönemde yüzde 35,6 iken “kıskandıran” büyüme oranlarına ulaşılan bu dönemde yüzde 32,7’ye gerilemesi bunun net göstergelerinden birisidir. Tabloyu bu veriyle birlikte tamamlayan gösterge ise, borsada işlem gören en büyük sanayi şirketlerinin 9 aylık toplam net kârının geçen yıla göre yüzde 86 artarak 32,4 milyar lira olmasıdır.[1] Ekonomide büyüme oranlarının yükselmesi, işçi sınıfının milli gelirden aldığı payı yükseltmek şöyle dursun azaltırken, patronların kârlarını katlamıştır. Son iki yılda sosyal yardım alan hane sayısının 150 bin artması ve İstanbul’un tarihinde ilk kez dışarıya net göç vermeye başlaması, emekçilerin içinde bulunduğu durum hakkında fikir vermektedir.
Hükümet cenahında sıkıntıların boyutları hakkında renk verilmemeye, geleceğe dair umut veren beklentiler ifade edilmeye çalışılsa da, hemen her meşrepten ekonomi yorumcusu büyüyen sorunları dile getirmekten, uyarılar yapmaktan kendini alamamaktadır. Dünya genelinde büyüme oranlarının düşük olmasından hareketle, hükümetin ve yandaşlarının “gidişat kötü yönde” algısını kırmak için yüz güldürücü bir gelişme olarak pazarlama gayretine giriştikleri büyüme verisinin yüksekliği, ekonominin içinde bulunduğu genel durum çerçevesinde ele alındığında derde çare olamaz. Rejim diğer kırılganlık unsurlarıyla birlikte, ekonomik açmazlarla da boğuşmaktadır. Sorun çözme kapasitesi de günden güne azalmaktadır. AKP’nin iktidara geldiği dönemin hemen öncesinde uygulanmaya başlayan ve AKP hükümetleri tarafından uzun yıllar boyunca uygulanan ekonomi programının sermaye sınıfı için yarattığı bahar havasının çoktandır sona erdiği ve kara bir kışa yaklaşıldığı, ekonomik vaziyetin tomografisine bakıldığında açıkça görülmektedir.
Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durum
Ekonominin içinde bulunduğu duruma dair temel göstergeleri ortaya koymadan önce, meselenin asli unsuru olmamakla birlikte, TÜİK’in, akil iktisatçıların hemen hiçbirinin kabul etmediği biçimde veri setlerinde yaptığı değişiklikler üzerinden elde ettiği büyüme verilerinin aldatıcı olduğunu da belirtmeden geçmemek lazım. İstatistiklere işkence yaptığınızda onlara her istediğinizi söyletebilirsiniz. Bu durumun farkında olan AKP hükümeti, kişi başına düşen milli gelirden büyüme oranlarının hesabına kadar pek çok konuda, verilere lüzum gördüğü eziyeti çektirmekten geri durmuyor. Böyle elde edilmiş verileri kullanarak durumu kendisi açısından olumlu gösterebiliyor. Meselâ, Ocak-Haziran 2017 döneminde istihdamdaki artış yüzde 2,1 düzeyindedir. Eski verilere göre değerlendirildiğinde bu istihdam artışı yaklaşık yüzde 3 düzeylerindeki bir büyümeyle gerçekleşebilirken, yeni veri setine göre büyüme yüzde 5,1 olduğu halde ancak bu kadarlık bir istihdam artışı sağlanabilmiştir.[2]
Bütün bu katakullilere rağmen veriler yine de güzel şeyler söylemekten uzaktır. Örneğin TÜİK verilerine göre Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı 2017 yılı Eylül döneminde 3 milyon 419 bin kişi olmuştur. İşsizlik oranı, istihdam seferberliği adı altındaki tüm çırpınışlara rağmen, tek haneli rakamlara çekilememiş, %10,6 seviyesinde gerçekleşmiştir. Aynı dönemde tarım dışı işsizlik oranı ise %12,8’dir. Genç nüfusta (15-24 yaş) işsizlik oranı %20 seviyelerindedir. Yani hükümetin pazarladığı büyüme oranına rağmen, işsizlik oranı yüksek düzeylerde seyretmeye devam etmiştir. Üstelik hem yeni yaratıldığı söylenen işlerin önemli bir bölümünü hızla büyüyen çırak ve stajyer istihdamı oluşturmaktadır, hem de genel olarak gerçek işsizlik rakamları bu resmi verilerin çok üzerindedir. Bir iş bulup çalışabilenlerin yaklaşık %35’inin kayıtdışı çalıştığını da bu tabloya ekleyerek düşündüğümüzde Türkiye’deki istihdamın sıkıntılı yapısı gözler önüne serilmiş olur.
Büyüme oranının artışına en önemli katkı, ihracat ve yatırımlardaki artıştan geliyor gözükmektedir. Ancak ihracatta fiyat indirimleri sayesinde sağlanan artış dış ticaret hadlerinde gerileme pahasına olduğundan, yani ihraç edilen malların fiyatlarının, tüketim için ve üretimde hammadde olarak kullanmak için ithal edilen malların fiyatlarına göre daha düşük olması nedeniyle, arka planda önemli ekonomik sorunların birikmesine yol açmaktadır. Yatırımlardaki artışa yakından bakıldığında ise ekonominin yapısındaki büyük çarpıklık daha net anlaşılmaktadır. Yatırımlar kalemini büyüten esas alan, sanayi üretimi değil yüzde 18,7 büyüyen inşaat yatırımları olmuştur. Bu inşaat yatırımlarının önemli bir bölümü ise üçüncü havalimanı, şehir hastaneleri, otoyollar gibi devlet garantisi altındaki yatırımlardır ki, bu yatırımlar da örtülü bir şekilde geri planda büyük kamu borçlarının oluşmasına yol açarak önümüzdeki dönemdeki olası ekonomik çöküşün boyutlarını büyütecek bir zemin yaratmaktadır.
Enflasyon oranları da hükümetin yüzde 5 hedefini mumla aratacak düzeylerde gezinmektedir ve hükümet lehine en bariz çarpıtmaları yapan ekonomistler bile enflasyonun tek haneli rakamlara indirilebileceğine inanmamaktadır. TÜFE’de 2017 yılı Kasım ayında bir önceki aya göre %1,49, bir önceki yılın aynı ayına göre %13 artış gerçekleşmiştir. Emekçi kesimlerin yaşamını sürdürmek için tüketmek zorunda olduğu kalemlere göre bu hesaplamalar yapıldığında enflasyonun daha yüksek oranlarda seyrettiği tüm emekçilerin malûmudur. Buna mukabil işçi ücretleri ise baskılanmaktadır. Ücret artışlarının enflasyona yenik düşmemesi ve reel ücretleri yükseltmek için sendikal mücadeleye girişenlerin karşısına ise patronlar sınıfı OHAL sopası ile çıkmaktadır.
Bu tabloya eklenmesi gereken önemli bir unsur da bütçe açığının ulaştığı düzeydir. Hükümet, 2017 bütçesinde 47,5 milyar TL bütçe açığı öngörmüştü. Bu açığı Bakanlar Kurulu kararlarıyla iki kez de yüzde 5 arttırma imkânına sahipti. Yani en fazla 52,2 milyar TL borçlanarak yılı kapatması gerekiyordu. Ne var ki, hükümet tüm yasal sınırlamaları es geçti ve bütçe açığı 89,2 milyar TL’ye ulaştı. Hükümetin ekonomiyi teşvik gerekçesiyle hayata geçirdiği düzenlemeler, bütçe açığını bu düzeylere tırmandıran etkenlerin en önemlilerin birisidir. AKP, bütün burjuva hükümetler gibi, işçi sınıfının koşullarını alabildiğine zorlaştıracak yöndeki gelişmeler karşısında kılını kıpırdatmazken, burjuvaziye teşvikler yağdırmaktadır. Teşvikler nedeniyle bütçe giderleri 2017’de 3,7 milyar lira artmış, vergi gelirleri ise 6,7 milyar lira azalmıştır. Ali Koç, hükümetin verdiği teşvikler konusundaki minnetini, “Hükümetimiz, devletimiz de bu yönde, ciddi adımlar attı, hiç görmediğimiz teşvikleri de verdi... Bugün bizlere sunulan teşviklerden ve avantajlardan çok ciddi olarak yararlanan biri olarak söylüyorum; bu gelecek için çok önemli tohumların atılmasına imkân veriyor. İnşallah bunun devamı gelir” sözleriyle ifade etmiştir.
AKP hükümeti, siyasi iktidarının devam edebilmesinin en önemli koşulu olarak öngördüğü ekonominin çarklarını döndürebilmek için, giderek daha büyük riskleri göze almaktadır. Örneğin geçtiğimiz yıl referandum öncesinde başlattığı, bankaların şirketlere sağlayacağı kredilere devlet güvencesi verme uygulaması bu türden yüksek riski olan bir uygulamaydı. Borçlarını döndürmekte zorlanan şirketler için Kredi Garanti Fonu devreye girdi ve Başbakan Binali Yıldırım’ın sözleriyle 30 binden fazla şirket böylece iflastan kurtarıldı.
Ne var ki hükümetin operasyonu, iflasların sonuçlarının ağırlaşarak ötelenmesinden başka bir şeyi ifade etmeyecektir. Çünkü borcun, faizlerle katlanan borçlarla kapatılması böylesi koşullarda sürdürülebilir olmaktan uzaktır. Neticede kredi mekanizmasının işleyebilmesi, borçları kesintisiz biçimde ödeyebilecek ve bunun devamlılığını borç verenlere inandırabilecek bir ekonomik faaliyeti oluşturmayı gerektiriyor. Ancak ekonomik büyümenin mevcut yapısı ve düzeyi, bu şirketlerin borçlarını ödeyebilecek gelişkinlikte bir gelir elde etmelerinin önünde engeldir. Bu yüzden de kamunun kefaletiyle sağlanan bu iflastan kurtarma hamleleri, emekçi sınıfların sırtına gelecekte daha büyük yüklerin bindirilmesinden başka bir sonuç vermeyecektir.
Şişirilmiş büyüme oranları, üretimin yapısal sorunları, hesapların çok üstüne çıkan bütçe açığı, işsizlik ve enflasyon oranlarının kronikleşmiş yüksekliği, tüm yanıltıcı verilere rağmen ekonomideki sıkıntılı tabloyu ortaya koymaktadır. Ancak ekonomiyi yıkıma doğru sürükleme potansiyeli daha büyük olan sorunlar, finans alanı ile ilgili olanlar gibi gözükmektedir. Dışardan sağlanabilecek kaynağın azaldığı, bunun üstüne sıcak paranın ekonomiden geri çekildiği koşullarda, mevcut ekonomik yapı için tehlike daha da büyük olacaktır. Çünkü bu bakımlardan Türkiye ekonomisi sınır değerlere yaklaşmış gibi görünmektedir.[3]
Ekonomide manevra alanı daralıyor
Türkiye ekonomisini zora sokan belirleyici etkilerin belki de en önemlileri uluslararası alandan gelmektedir. Aslında dünya ekonomisinin içinde olduğu derin kriz koşullarında, Türkiye ekonomisinin bunun dışında kalabilmesinin mümkün olmadığının bütün aklı başında ekonomistler farkında. Ancak yine de bugüne kadar, yaşanan derin kriz karşısında kapitalist merkezlerin uygulamaya soktukları, parasal genişlemeye yani piyasaya para pompalamaya dayalı politikaların yarattığı gecikme faktörü nedeniyle, sanki bir sorun yokmuş gibi davrananların yorumları daha öne çıkıyordu. Çünkü gelişmiş kapitalist ülkelerin yangını söndürmek için muazzam miktarda parayı dolaşıma sokmaları sayesinde, benzer pozisyondaki diğer ülke ekonomilerinde olduğu gibi Türkiye ekonomisi de göreli olarak rahatlama imkânı buluyordu.[4] Ne var ki, bu sonsuza kadar sürebilecek bir durum değildi. Nitekim bu uygulamaların sonuna yaklaşıldığına dair işaretlerin ortaya çıkmasıyla birlikte denizin sonuna gelindiği daha net görülmeye başlandı.
Ucuza büyük miktarlarda borç bulabilme imkânının sonuna gelinmesi Türkiye kapitalizmi için hayati önemde riskli bir durum. Çünkü bu ekonomi ancak sürekli borçlanma ile canlılığını sürdürebilen bir yapıya sahip. Normal süreçlerde kapitalist ekonominin temel işleyişi ile uyumlu ve anlaşılmaz olmayan bu durum, kredi musluklarının kapanmaya başladığı dönemlerde kaçınılmaz olarak kırılganlaşıyor ve büyük çöküşlere zemin hazırlıyor.
ABD, Avrupa ve Japonya merkez bankalarının izleyeceklerini açıkladıkları para musluklarını kısma politikasının, sıcak paraya ihtiyacı çok fazla olan Türkiye ekonomisinde yaratacağı dalgalanmaları tahmin etmek içinse kâhin olmaya gerek yok. Üstelik sorun sadece para musluklarının kısılmasıyla sınırlı da değil. ABD Merkez Bankası FED, faizi de önümüzdeki yıl, dört defada en az 1 puan arttırmayı amaçlıyor. Bu koşullarda FED’in açıklayacağı her faiz artışı da Türkiye’deki sıcak paranın çıkışına yol açacağı için tehditler katmerli hale gelmiş bulunuyor. ABD’de Trump’ın vaat ettiği gibi vergileri düşüren yasanın Senatoda onaylanması nedeniyle para çıkışları başlamış ve 1 ABD doları 3,80 TL’nin üzerinde bir değere hızlı biçimde tırmanmışken, bu tehditlerin ağırlığı ister istemez daha fazla hissediliyor. Ekonomiden sorumlu bakanın geçen ay yaptığı, “birtakım kriterler var, hangi kriteri esas alırsanız alın, rezervlerimizin daha da artırılması gerektiği net” açıklaması bu sıkıntının bir ifadesidir.
Dış koşulların zorlamasıyla bu basınç hissedilirken, büyüme oranlarını yüksek tutmayı da bir kenara bırakamayan hükümet iyice zora düşüyor. Çünkü, enflasyon oranlarının da artmasıyla dış finansmanın sağlanabilmesi için Merkez Bankası’nın daha yüksek faiz oranları belirlemesi bekleniyor. Ancak ekonomik büyüme için yatırımların artmasını, bunun için de faizleri düşük tutmayı isteyen hükümetin baskısıyla beklenen düzeyde bir faiz artışı kararı alınamıyor. Bu aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık durumu ekonomi alanında yapılabilecek hamlelerin epeyce kısıtlı olduğunu gösterirken, ilerleyen günlerin daha büyük sıkıntılara gebe olduğuna da işaret ediyor.
Kapitalistler krizin faturasını emekçilerin sırtına yüklüyor
Yukarıda ortaya koymaya çalıştığımız tablo, Türkiye ekonomisinin sürüklendiği kritik eşiği göstermektedir. Dünya kapitalizminin içinde bulunduğu derin krizin belirlediği koşullarda ve bunlara eşlik eden kendine özgü sorunlarla Türkiye ekonomisi, krizin yıkıcı etkilerinin daha da fazla görüleceği bir döneme adım adım yaklaşmaktadır. Bu eğilim karşısında hükümetin yapacağı hamleler, mukadder sonu geciktirme dışında bir işe yaramayacaktır. Hükümetin, uluslararası koşulların yarattığı karambollerden yararlanarak geçiştirdiği ekonomik sorunlar büyüyen boyutlarıyla tekrar tekrar karşısına çıkmaktadır. Ancak AKP’nin ekonomideki manevra alanı daralmıştır.
Tam da bu yüzdendir ki, hükümet, yükü işçi sınıfının sırtına daha da yıkmak için tüm olanakları kullanıyor. Kamu kaynaklarını, işçi sınıfının çeşitli fonlardaki birikimlerini işletmeleri kurtarma adına burjuvaziye aktarma yoluna gidiyor, işçi sınıfının sonraki kuşaklarını bile borçlandırarak burjuvaziye kaynak yaratmaya çalışıyor. Bu yüzden bütün bu gelişmelerin işçi sınıfı için anlamı açıktır. Burjuvazi, işçi sınıfına saldırı programını kesintiye uğratmadan, dozunu da sürekli arttırarak sürdürecektir. Ekonomi alanındaki bu saldırıların siyasetteki karşılığı da baskıların hız kesmeden devam etmesi olacaktır. Grev yasaklarından, demokrasi ve hak mücadelelerine karşı ceberut uygulamalara kadar bütün zor araçları daha fazla kullanılacaktır. Rejimin hayata geçirdiği, geçireceği bu çözüm yöntemleri de, ister istemez işçi sınıfında daha büyük tepkilerin ortaya çıkmasının zeminini döşemektedir.
[2] Korkut Boratav, “Büyüme Göstergelerinde Kargaşa”, haber.sol.org.tr
[3] Merkez Bankası verilerine göre Türkiye’nin net döviz açığı 2017 Temmuz ayında 450 milyar dolara yaklaşmıştır. Bu rakam yıllık milli gelirin yüzde 54’ü civarındadır. Yani Türkiye ekonomisi yıllık gelirinin yarısından daha fazla miktarda, üstelik döviz olarak borçlu durumdadır. Bu borcun önemli bir miktarının vadesi ise kısa yani bir yıldan azdır. Türkiye’nin 2017 Ekim ile 2018 Ekim arasında vadesi gelecek dış borçlarının tutarı 173,4 milyar dolardır. Bu miktara önümüzdeki bir yıl içinde ortaya çıkacak 40 milyar dolarlık tahmini cari açığı da eklersek Türkiye’nin bu bir yıl içinde döndürmesi gereken dış borç miktarının 213 milyar dolar civarında olduğu ortaya çıkar. 850 milyar dolar GSYH büyüklüğü olan Türkiye için bir yıl içinde 213 milyar dolar borcu çevirme durumu ciddi bir soruna işaret etmektedir. Bu dış finansmanı sağlamak önceki yıllardaki gibi kolay olmayacaktır. Yüzde 12’leri bulan ve emsalleri arasında en yüksek faiz oranına sahip 10 yıllık devlet tahvillerinin durumu bu zorluğu net bir biçimde göstermektedir. Bulunabilen finansman da çok yüksek maliyettedir.
[4] 2008 krizi sonrası ABD, Avrupa ve Japonya merkez bankaları bol miktarda para basmışlar ve bu paralar Türkiye dahil pek çok ülkeye ucuz krediler olarak dağılmıştı. Ancak bir süreden beri konuşulduğu gibi büyük merkez bankaları, bu uygulamadan geri dönüşü yani piyasaya para arzlarını küçülteceklerini, hatta bazıları bilanço küçülteceklerini yani piyasaya sürdükleri paraların bir kısmını geri toplayacaklarını birer birer açıklamaya başladılar. Avrupa Merkez Bankası (ECB), Ocak ayından itibaren parasal genişlemeyi yarı yarıya azaltacağını yani aylık 60 milyar eurodan 30 milyar euroya çekeceğini ilan etti. ABD Merkez Bankası (FED) ise, 20 Eylülde yaptığı toplantı sonrasında bilanço küçültme ile ilgili programını bile ortaya koydu. FED ilan ettiği bilanço küçültmesini gerçekten uygulayabilirse, bir yılda 350 milyar dolar, iki yılda toplam 950 milyar dolar parayı piyasadan çekecek. Bugünkü bilançonun 4,5 trilyon dolar olduğu düşünülürse, FED bunun yaklaşık yüzde 20’sini iki yılda piyasadan toplamış olacak.
link: Selim Fuat, “Kıskandıran” Büyüme Ne Pahasına?, 24 Aralık 2017, https://marksist.net/node/6129
DİB’den “OHAL’siz Türkiye” Kampanyası
Tekellerin Tahakkümü ve Artan Çelişkiler