Emperyalist müdahalelerin ve bunlara bağlı olarak egemen sınıf içerisindeki çatışmaların yarattığı kanlı tabloların hiç de yabancısı olmayan Pakistan, uzunca bir süredir çalkantılı bir politik süreç yaşıyor. Kızışan emperyalist hegemonya savaşının etkileri ile egemen sınıf içerisindeki dengelerin daha sık bozulur hale gelmesi bu çalkantıyı iyice şiddetlendiriyor. İşçi sınıfı ve yoksul köylüler ise egemen sınıfın çeşitli fraksiyonlarının peşinde heder olmaya devam ediyor.
Bu fraksiyonlardan birinin temsilcisi olan Benazir Butto, 8 yıllık sürgünün ardından, Devlet Başkanı Pervez Müşerref’in yeniden seçilmesine verdiği destek sayesinde 18 Ekimde Pakistan’a döndü. Politik olarak en güçlü olduğu Sind eyaletinin başşehri Karaçi’de yüz binlerce kişi kendisini karşıladı. Ancak, miting alanına doğru giderken konvoyu bombalı bir saldırıya uğradı. Saldırıda bir intihar eylemcisinin konvoy içerisinde infilak ettirdiği patlayıcılar ile 140 kişi öldü ve bunun iki katı kadar insan da yaralandı. Benazir Butto ise suikast girişiminden yara almadan kurtuldu.
1999 yılında Müşerref tarafından devrilen ve yargılanıp sürgüne gönderilen eski başbakan Navaz Şerif de, 10 Eylül 2007’de Pakistan’a geri dönme teşebbüsünde bulunduysa da başarılı olamadı. Pakistan Yüksek Mahkemesinin ülkeye geri dönme hakkı olduğuna dair Ağustos ayında aldığı kararla Pakistan’a gelen Şerif, havaalanına iner inmez emniyet birimleri tarafından enterne edildi ve Suudi Arabistan’a tekrar sürgüne yollandı.
Pervez Müşerref, Benazir Butto ve Navaz Şerif’in temsil ettikleri kesimlerin yanı sıra İslamcı örgütlerin de baş aktörler olarak boy gösterdikleri siyaset sahnesindeki gelişmeler, 6 Ekim 2007’de yapılan Devlet Başkanlığı seçimlerinde Müşerref’in yeniden seçilmesine rağmen suların durulmadığını, aksine karşıtlıkların daha da keskinleştiğini gösteriyor. İngiltere ve ABD kısa bir süre önce, Müşerref’in İslamcı örgütlerle daha etkin bir şekilde mücadele etmesine yardımcı olacağı iddiasıyla, Butto ve Müşerref’i Abu Dabi’de bir araya getirmişlerdi. Bu görüşmede Benazir Butto, vereceği desteğe karşılık olarak kendisi ve kocası Asif Zardari’ye karşı açılmış yolsuzluk davalarının düşürülmesini ve siyaset yapmasının önündeki engellerin kaldırılmasını talep etmişti. Nitekim Butto’nun verdiği destekle Müşerref yeniden devlet başkanı seçildi. Ancak, Benazir Butto ile Pervez Müşerref arasında kapalı kapılar ardında varılan ve siyasi gücün paylaşımı yoluyla hükümetin meşruiyet temellerinin genişletilmesi amacını taşıyan mutabakat, anlaşılıyor ki, diğer muhaliflerin kuvvetli direnci ile boşa çıkarılmaya çalışılıyor. Butto’ya verilen gözdağı bunun göstergesi.
165 milyona ulaşan nüfusu ile dünyanın en kalabalık altıncı ülkesi olan Pakistan, jeopolitik konumu nedeniyle Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında emperyalistler için büyük önem arz etmektedir. Bugün nüfusunun, %20’si Şii olmak üzere %96’sı Müslüman olan, gerisini ise Hıristiyan, Hindu, Sih ve Budistlerin oluşturduğu Pakistan, emperyalist paylaşım kavgasındaki en önemli üslerden biri durumundadır. Nükleer silahlara sahip bir ülke olması sebebiyle stratejik önemi katlanan Pakistan’daki gelişmeleri doğru değerlendirmek, emperyalistler arasındaki savaşın gelişimini kavrayabilmek bakımından da önem taşıyor. Bu yüzden Pakistan’daki temel siyasi aktörlerin tanınması ve gelişmelerin ardındaki ana saiklerin anlaşılabilmesi için bu ülkenin siyasal geçmişine kısaca göz atmakta fayda var.
Pakistan’ın kısa siyasi tarihi
Pakistan, Hindistan’ın İngiliz egemenliğinden kurtulmaya çalıştığı sırada, İngiliz yönetimince hazırlanan ve Müslümanların çoğunlukta bulunduğu eyaletlerin Hindistan’dan ayrılmasını öngören Bölünme Planı çerçevesinde, 15 Ağustos 1947’de Muhammed Ali Cinnah’ın liderliğinde kuruldu. Pencap, Afgan, Keşmir, Sind isimlerinin baş harflerinin yan yana gelmesinden meydana gelen “Pakistan” adı ilk olarak İngiltere’de öğrenim gören Müslüman öğrenciler tarafından 1940 yılında ortaya atılmıştı ve “temiz ülke” anlamına da geliyordu.
Bağımsızlığı ilan edilen Pakistan devleti, o sırada İngiliz sömürgesi olmaya devam eden Hindistan’ın kuzeybatısındaki birkaç eyaletten ve bunlardan tümüyle kopuk biçimde 1700 kilometre doğuda bulunan Bengal eyaletinden oluşuyordu. Bu yeni ülkenin Doğu ve Batı Pakistan olarak, toprak bütünlüğü olmayan iki bölgeli bir devlet biçiminde Hindistan’dan ayrılmasının ardından, iki ülke içindeki Müslüman ve Hindu gruplar arasında çatışmalar ve Keşmir’i kontrol altına alma mücadelesi baş gösterdi. Savaşa tutuşan iki ülke de ağır kayıplar verirken, Keşmir günümüze dek kanlı çatışmalara yol açacak tartışmalı bir bölge olarak kaldı. Savaş sonrasında sıkıntılı bir nüfus mübadelesine girişildi ve toplam 12 milyon Müslüman, Hindu ve Sih daha önce yaşadıkları topraklardan göç edip karşılıklı olarak sınırın diğer tarafına geçtiler.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşının bittiği yıllarda bağımsızlaşan Pakistan ve Hindistan arasındaki ilişkiler, 1950 sonrasında bu kez Soğuk Savaş döneminin koşulları ile belirlenecekti. Soğuk Savaş boyunca Hindistan Sovyetler Birliği ile oldukça yakın ilişkiler kurarak Bağlantısızlar Hareketinin lideri olmuştu. Bu yüzden ABD ve Çin de Pakistan’a yakınlaşmışlardı. Bürokratik diktatörlüklerle emperyalizm arasında amansız bir mücadelenin sürdüğü bu yıllarda, Pakistan da, benzer ülkeler gibi, bir kutbun hegomonik gücünün (ABD) belirleyiciliği ile hareket etmiştir. Soğuk Savaş koşullarının yarattığı askeri rekabet yüzünden, müttefiklerinin desteği ile nükleer silahlarla donanan Hindistan ve Pakistan, bu nükleer kapasitelerini halen korumaktadırlar.
Cinnah’ın 1948 yılında ölmesinin ardından çeşitli iç çatışmalar ve iktidar değişiklikleri yaşayan, Pakistan’da, 1958’den 1969’a kadar Mareşal Eyyüb Han’ın sürdürdüğü askeri diktatörlük, yerini General Ağa Muhammed Yahya Han’a bırakmıştır. 1971’de Hindistan’ın verdiği destekle Doğu Pakistan’da ayaklanmalar baş gösterince, Hindistan’la bir kez daha savaş başlamıştır. Bu savaşta Pakistan ağır bir yenilgiye uğrayınca, doğu bölgesi Pakistan’dan ayrılmış ve Bangladeş devleti kurulmuştur. Bu gelişmeler sonucunda Yahya Han iktidardan düşmüş ve cumhurbaşkanlığına Zülfikar Ali Butto gelmiştir.
Baba Butto “İslam sosyalizmi” programı adı altında çeşitli ekonomik düzenlemelere giderken, 1973 yılında yeni anayasanın kabulünün ardından başbakan oldu ve geniş yetkilerle donandı. Pakistan, yeni anayasayla “Federal İslâm Cumhuriyeti” adını almış olsa da, Butto döneminde laik uygulamalar ön plana çıkmıştı. Ancak kuruluşundan itibaren ülkenin iplerini elinde tutan ordunun inisiyatifin Butto’ya geçmesinden duyduğu rahatsızlık, İslamcıların “laik” politikalara karşı gösterdiği tepkiyle birleşince hükümet sallanmaya başladı. Nihayetinde 5 Temmuz 1977’de Orgeneral Muhammed Ziya ül-Hak bir askeri darbe gerçekleştirerek Butto yönetimine son verdi ve Butto 4 Nisan 1979’da askeri cunta tarafından idam edildi. Bunu izleyen süreçte ABD, “Yeşil Kuşak” projesi kapsamında, Ziya ül-Hak ile ilişkilerini geliştirme yoluna gitti. Ziya ül-Hak ise, Butto döneminde yürürlükten kaldırılan İslâmi hükümleri yeniden uygulamaya koyma, ülkenin İslâmi kimliğini yeniden güçlendirme ve bütün Pakistan genelinde İslâmi çalışmaları arttırma faaliyetlerine hız vererek ABD’nin “Yeşil Kuşak” çabasının en önemli aktörlerinden biri olacağını daha baştan ortaya koymuştu. Kendisi, Afganistan’daki mücahitlere verdiği destekle de ABD için uzun bir dönem boyunca önemli bir müttefik olacaktı.
Pakistan’ın bugünkü siyasal yapısını belirleyen koşulların temelleri de esas olarak söz konusu dönemde oluşmaya başlamıştır. 1979 yılında başlayan SSCB’nin Afganistan’ı işgali üzerine, ABD, Pakistan ile altı yıllık askeri ve ekonomik yardım programı imzalamıştır. Ve Afganistan’daki mücahitleri desteklemek için de, silahlı kuvvetlerin istihbarat birimi ISI (Pakistan Gizli Servisi) ile birlikte daha sonra silahlarını kendisine çevirecek (Taliban, El-Kaide gibi) radikal İslamcı kuvvetleri oluşturmuştur. SSCB’nin Afganistan’ı işgali ile iki milyon civarında Afganlı Pakistan’a göç etmişti. ISI, bu göçmenlerin mülteci kamplarında yetişen gençlerini eğiterek, Taliban’ın Pakistan kolunu oluşturdu. Diğer pek çok İslamcı yapı da bu dönem içerisinde bu güçler tarafından semirtildi. 80’li yıllar boyunca SSCB’ye karşı büyütülen ve yaygınlaştırılan bu örgütler işleri bitince bir kenara bırakıldılar. ABD’li emperyalistlerin bugünün en tehlikeli oluşumları olarak gördükleri bu örgütler aslında, Frankenştayn canavarı misali, yine kendileri tarafından bu yıllarda yaratılmışlardı.
Ziya ül-Hak 1988 Ağustosunda uçağına yapılan bir saldırı sonucu öldürüldü; o sırada uçakta bulunan ABD’nin Pakistan büyükelçisi, bazı üst düzey yöneticiler ve komutanlar da onunla aynı kaderi paylaştılar. Ziya ül-Hak’ın ölmesi üzerine yerine cumhurbaşkanı olarak Gulam İshak Han geçti. 1988 Kasımında yapılan seçimleri Butto’nun partisi olan Pakistan Halk Partisi kazandı ve Zülfikar Ali Butto’nun kızı Benazir Butto hükümeti kurdu. Bazı yolsuzluklar ve iç asayişin sağlanmaması gerekçesiyle cumhurbaşkanı Gulam İshak Han 1990’da Benazir Butto’yu görevden aldı. 24 Ekim 1990’da yenilenen seçimlerde Butto’nun partisi sadece 45 milletvekilliği elde ederken, Cemaati İslamiye de içinde olmak üzere İslâmcı ve muhafazakâr kesimden birkaç siyasi oluşumu temsil eden İslâmi Demokratik İttifak 107 milletvekili çıkaracaktı. Seçimlerden sonra hükümeti İslâmi Demokratik İttifak’ın lideri Navaz Şerif kurdu. Ancak cumhurbaşkanı Gulam İshak Han, Navaz Şerif hükümetini 18 Nisan 1993’te görevden aldı. Bu tarihten sonra 26 Mayıs 1993’e kadar geçici hükümet işbaşında kaldı. Bu tarihte anayasa mahkemesinin kararıyla Navaz Şerif hükümeti yeniden işbaşına geldi. Ancak 16 Temmuz 1993’te cumhurbaşkanı Gulam Ishak Han ve başbakan Navaz Şerif birlikte istifa ettiler. Ekim 1993’te düzenlenen genel seçimlerin sonucunda Pakistan Halk Partisi yeniden iktidarı kazandı ve Benazir Butto Başbakanlığa seçildi. Bu arada görevinden ayrılan Gulam İshak Han’ın yerine de Faruk Ahmed Han Legari 13 Kasım 1993 tarihinde cumhurbaşkanlığına seçildi.
Kasım 1996’da cumhurbaşkanı Legari yolsuzlukları ve ekonomik sıkıntıları gerekçe göstererek Butto’yu görevden azletti. Şubat 1997’de yapılan seçimlerde Navaz Şerif’in partisi PML (Pakistan Müslüman Birliği) ezici bir çoğunlukla iktidara geldi. Şerif iktidara gelir gelmez cumhurbaşkanına parlamentoyu feshetme yetkisi veren anayasa maddesini kaldırdı. Ardından iktidar ile yargı arasında çıkan çekişmede yargının yanında yer alan cumhurbaşkanı Legari, Yüksek Mahkeme Başkanının istifasının ardından Aralık 1997’de görevden ayrıldı. Navaz Şerif’in adayı Refik Tarar Cumhurbaşkanı oldu. Cumhurbaşkanının ülke idaresindeki rolü tamamen sembolik hale geldi.
1999 yılında Keşmir’de çıkan silahlı çatışmayla ilgili olarak Navaz Şerif ile görüş ayrılığına düşen genelkurmay başkanı Pervez Müşerref, Sri Lanka gezisi sırasında görevden alınınca derhal ülkeye döndü ve askeri yönetim ilan ederek, parlamento ve senatoyu feshetti. Müşerref, ordu komutanı ve devlet başkanı olarak dikta idaresini ilan ederken tüm eski siyasileri de yurtdışına sürgüne gönderdi.
11 Eylül sonrası
Birbirini takip eden darbeler ve siyasi çekişmelerle iktidar mücadelesi yürüten egemen sınıf temsilcileri, tüm dünyaya yeniden şekil verme girişiminin miladı olan 11 Eylül 2001’den sonra artık bambaşka koşullar altında mücadelelerini sürdürmek durumunda kalacaklardı. 11 Eylül saldırılarından bir gün sonra dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Müşerref’e, “Ya bizimlesiniz, ya da bize karşı” diyerek, onu karşılarında olmaları durumunda “ülkeyi taş devrine döndürmek”le tehdit ediyordu. Bir hafta sonra Pakistan, ABD’nin öncülüğündeki “terörle mücadele” ekibine katıldığını ilan edecek ve ABD’nin Afganistan’ı işgalinde önemli roller oynayacaktı.
ABD’nin “terör”e karşı savaş sürecinde Müşerref’i savaş arabasına alması ve böylelikle Pakistan’ı Afganistan’a yönelik saldırıların ana üssü olarak kullanması, Pakistan’da iç gerilimleri alabildiğine arttırdı. İslamcı örgütler Pakistan yönetimini İslama ihanetle suçlarlarken, bu süreçte önemli bir siyasi güç haline de geldiler. Gerçi bu gruplar içinde ISI’nın etkisi hâlâ fazlaydı, ancak ISI içerisinde de farklılaşmalar belirginleşmeye başlamıştı.
Müşerref rejimi bu dönem boyunca, ABD emperyalizmi ile ülke içindeki İslamcı güçler arasında manevra yaparak durumu idare etmeye çalıştı. ABD Müşerref’i İslamcılara karşı doğrudan müdahalelere zorlarken, Müşerref bu baskıya direnmeye uğraştı. Diğer yandan, ABD’yi, ekonomik ve askeri desteğini kaybetmemek için nispeten hoş tutmak zorundaydı. Bu yüzden, İslamcıların kalesi olan Lâl Mescidi’ne yapılan son saldırıda olduğu gibi, zaman zaman ABD’nin gazını alacak hamleler yaptı fakat fazla ileri gitmemeye de özen gösterdi. Örneğin ABD’nin baskısıyla çeşitli İslami grupların faaliyetlerini yasakladı. Ancak bu örgütler kapatıldıktan sonra, bunların farklı adlar altında yeniden faaliyete geçmelerine izin verildi. Bu örgütlerin liderleri de en fazla ev hapsi cezası aldılar. Ne var ki, giderek ortaya çıkmaya başlayan bu danışıklı dövüşün siyasi maliyeti, iki taraf için de kaldırılamaz hale gelecekti. Zaten Cumhurbaşkanı Müşerref’e karşı girişilen suikast girişimlerinin ardı arkasının kesilmemesi, Pakistan yönetiminin İslamcı örgütlerin gözünde de düşmana dönüştüğünün açık bir göstergesidir.
Emperyalist kıskaçtan kurtulmanın yegâne yolu işçi devrimidir
ABD emperyalizminin öngördüğü gibi, Butto ile kurduğu “ittifak” ile bundan sonrasında da iktidarda kalmaya çalışacak olan Müşerref, son olarak genel seçimlerin 2008 Ocağında yapılacağını açıklamıştır. Ancak seçimlere kadar geçecek sürede Pakistan’da sular durulacağa benzemiyor. Bir yandan Navaz Şerif diğer yandan İslamcı örgütler “ittifak” arabasının yoluna taş koymak için ellerinden geleni yapacaklar gibi görünüyor. Zaten emperyalist paylaşım kavgasının kızıştığı koşullarda bu bölgede kalıcı bir sükûnet beklemek abes olurdu.
Burjuva cenahta kapışmalar bu şekilde sürerken, Pakistan işçi sınıfı ve yoksul köylüleri doğru bir sınıf perspektifine sahip Bolşevik bir partinin yokluğunda burjuva çözümlerin çerçevesine hapsolmuş durumdadır. Müşerref, Butto, Şerif ya da sözde anti-emperyalist İslamcı örgütler, işçi sınıfının önüne çözümsüzlükten başka bir şey koyamazlar. Emperyalist paylaşım ve egemen sınıf içindeki iktidar savaşlarında kurban olma dışında bir çözümü sadece işçi sınıfının bağımsız çıkarlarını savunan ve onun iktidarını hedefleyenler ortaya koyabilirler. Bu güçler ise ne yazık ki dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi Pakistan’da da bugün yeterli güçte değiller. Ancak güçlü olabilmenin yolu da işçi sınıfına gelişmeleri sabırla, sebatla, en açık biçimde anlatmaya çalışmaktan ve onun öncülerini örgütlü güçler haline getirmekten geçiyor.
link: Selim Fuat, Kapitalizmin Bataklığında Pakistan, Ekim 2007, https://marksist.net/node/1658
İç Kapışmanın Yarattığı Tartışmalar ve Gerçekler
Ankara’da Genç-Sen Eylemi