Türkiye’de 2003 yılından bu yana, 18 Mart, “şehitler günü” olarak anılıyor. Bu yüzden Mart ayı geldiği zaman Milli Eğitim başta olmak üzere burjuva ideolojisini üfüren tüm borazanlar benzer hamaset seslerini yüksek perdeden çıkarmaya başlıyorlar. “Şehitler” üzerinden ahlâksızca pompalanan kahramanlık edebiyatı ile emekçileri kapitalistlerin çıkarları uğruna savaşıp canını vermeye hazırlıyor, esasen burjuvaların egemenliğini sürdürmek dışında bir şeye hizmet etmeyen “vatan”, “millet”, “bayrak” gibi kavramları yüceltiyorlar.
Devlet bu anma gününü o dönemin ihtiyaçları çerçevesinde, esas olarak Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaş sırasında çok sayıda askerin yaşamını yitirmesinin toplumda yol açtığı üzüntüyü ve öfkeyi milliyetçi kanallara yöneltmek için “icat” etmişti. Ancak seçilen gün Çanakkale deniz muharebelerinin yapıldığı tarih olduğu için dönemsel ihtiyaçların çok ötesinde bir ideolojik işlev görüyor. Çünkü Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşının önemli cephelerinden biri olan Çanakkale üzerinden üretilen efsaneler, uluslaşma sürecinin en önemli ideolojik harçlarından biri. Bu yüzden her biri olayı farklı bakış açılarıyla ele alsalar da, Türkiye egemen sınıfının bütün kesimleri için Çanakkale muharebeleri önemli bir propaganda konusu oluyor. Burjuvazi önemli çarpıtmalar ve yalanlarla birlikte mevcut ulus-devletin ideolojik harcını bu muharebeler üzerine ürettiği efsanelerle karıyor.
Meselâ, anma günü vesilesiyle burjuva cenah tarafından üretilen ve neredeyse birbirinin aynısı olan propaganda metinlerin birinde, dönem tarihsel gerçekler çarpıtılarak ve tuhaf akıl yürütmelerle birlikte şöyle anlatılıyor: “Çanakkale Boğazı’nı denizden aşıp İstanbul’a giremeyen İtilaf Devletleri, 25 Nisan 1915’ten başlayarak 8-9 Ocak 1916’ya kadar süren Çanakkale kara savaşlarında Mustafa Kemal tarafından durdurulamasaydı, Birinci Dünya Savaşında Çarlık Rusyası en kısa yoldan müttefiklerinin yardımlarına kavuşacağı için yıkılmayacak, muhtemelen Ekim 1917 Bolşevik İhtilali de olmayabilecekti. Bu durumda Almanya’nın yenilgisi hızlanacak ve 1. Dünya Savaşı belki de 1915’te sona erecekti. Çanakkale Zaferi harbin 4 yıl sürmesine, üç imparatorluğun (Osmanlı, Çarlık ve Avusturya/Macaristan İmparatorlukları) tarih sahnesinden silinmesine neden olmuştur. Gelibolu Yarımadası’nda düşmana kesin darbeler vurarak onları yenilgiye uğratan Albay Mustafa Kemal’in Anafartalar tepesinde yaktığı zafer meşalesi, Kurtuluş savaşımızın da yolunu aydınlatmıştır.”
Napolyon “tarih, üzerinde uzlaşılmış bir yalanlar silsilesidir” derken herhalde tam da bunu kastediyordu. Mustafa Kemal’i önemli hale getirmek için söylenen ve sanki onu ordunun savaşı yöneten komutanıymış gibi gösteren açık tahrifatlar ya da Bolşevik İhtilalinin mahiyetinden bihaber bir yorumla yapılan böylesi tuhaf akıl yürütmelerin elle tutulur bir tarafı yok elbette. Ancak bunlardan oluşan yalanlar silsilesi üzerinde TC egemenlerinin uzlaştığı ve toplumu bu düşüncelerle eğittiği de açık. Bu nedenle bugün pek çok insanın kafasında bu muharebeler “milli mücadelenin” bir parçası ve tabii ki milli gururun en kıymetli unsurlarından biri. Oysa emperyalist paylaşım savaşının bir tarafı olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Alman kurmayların yönetiminde girdiği ve halkın çok büyük kayıp ve yıkımla çıktığı muharebeler sonucu elde edilen bu “zafer” ne Mustafa Kemal’in eseriydi, ne “vatan savunusu” uğruna verilmiş bir savaşın sonucuydu[1], ne de Bolşevik Devrimine o yol açmıştı.
Tarihsel gerçekleri burjuvaların bizlere anlattığı hikâyeler üzerinden kavrayamayız. Çanakkale muharebelerini de bu yüzden sınıf bakışıyla değerlendirmek lazım.
Yalanlar, gerçekler!
Çanakkale muharebeleri ile ilgili yapılan resmi yorumların çoğunda bu muharebelerin Anadolu’yu bölmek, parçalamak ve paylaşmak için gelen saldırgan İngiliz emperyalizmine karşı Anadolu insanının vatanını korumak amacıyla verdiği soylu ve büyük bir direniş olduğu ana temasına rastlarız. Hatta Çanakkale Savaşını tarihin gördüğü en büyük anti-emperyalist savaşlardan biri olarak ifade edenler bile vardır. Oysa Çanakkale iki büyük emperyalist ittifakın birbirlerine karşı yürüttüğü büyük bir savaşın cephelerinden birisidir ve bu emperyalist savaşın bütün cephelerinde emperyalistlerin çıkarları için halklar birbirlerine boğazlatılmıştır.
Osmanlı imparatorluğu da Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile birlikte hem bu savaşın öncesinde kaybettiği toprakları geri almak hem de ekonomik ve siyasal olarak daha güçlü bir pozisyon elde etmek için bu savaşa üstelik büyük bir hevesle girmiştir. Tıpkı Çanakkale’de olduğu gibi Kafkasya, Sina ve Filistin, Irak, Hicaz-Yemen, İran, Galiçya ve Balkan cephelerinde de, İngiltere, Rusya ve Fransa’ya karşı ittifak halinde olduğu emperyalist güçlerle birlikte kendi emperyal amaçları için savaşmıştır.
Bu dönemde ve öncesinde Osmanlı’nın emperyal gücünün giderek zayıflaması ve Alman emperyalizminin onun üzerindeki etkisinin büyümesi ya da topraklarının diğer emperyalist devletlerin paylaşım hesaplarına konu olması, Osmanlı’yı, işgal girişimine karşı haklı savaş yürüten bir mazlum durumuna düşürmez. Ne var ki, emperyal emellerle girilen bir savaşta saldırı altında olmayı, kendi topraklarında savaşmak durumunda kalmayı anti-emperyalist mücadele olarak adlandırmanın abesliği ortada olmasına rağmen, Osmanlı’ya dair bu türden safsatalar kafa bulandırmak için her dönemde çokça kullanıldı. Oysa Osmanlı savunma pozisyonunda değil, önce Karadeniz’deki Rus limanlarının bombalanması, ardından Sarıkamış harekâtı ve Mısır’da “Birinci Kanal Harekâtı” gibi saldırgan ama başarısız harekâtlarla girmişti savaşa. Osmanlı saldırı gücünün kalmamasının ardından savunma durumuna mahkûm olmuştu.
Üstelik bir savaşın niteliğini o savaşın hangi ülkenin topraklarında yürütüldüğü belirlemez. Yüz binlerce emekçiyi savaş cephelerine sürmek için egemen güçlerin söyledikleri “vatan savunması” yalanının etkili olmuş olması da gerçekleri değiştirmez. Çünkü aynı paylaşım hesaplarının içinde Osmanlı da vardı ve savaşı kazanan tarafta yer alsa o da kendine reva görülenlerin aynısını diğerlerine karşı hayata geçirecek; onları bölecek, yıkacak, hegemonyası altına alacaktı. O da diğerleri gibi bu hesaplarla savaşa girmiş, milyonlar canını bu emeller için yitirmişti.
10 milyondan fazla insanın katledildiği Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşında Osmanlı ordularının kaybı 325 bin kişiden fazlaydı. 3 Kasım 1914 tarihinde açılıp 9 Ocak 1916 tarihinde sona erdirilen Çanakkale cephesinde de Genelkurmay Başkanlığı’nın verilerine göre Osmanlı ordusunun kaybı, yaklaşık 20 bini hastalıktan olmak üzere 77 bin ölü ve 100 bin yaralıydı. Aynı kaynak İngilizlerin komutası altındaki ordunun Çanakkale’deki ölü sayısını 43 bin, yaralı sayısını ise 72 bin civarında vermektedir. Bütün bu ölümler, kayıplar, yaralanmalar emperyalistlerin kavgası için cepheye sürülen emekçilerin payına düşenlerdi. Onları cephelere sürenlere ve tereddütsüz “ölmelerini emreden”lere ise kahraman deniyordu!
Üstelik bunca insan ölmüş olmasına rağmen, sanki ölenlerin sayısı yetersizmiş gibi, onlar üzerinden bugün yükseltilen hamasi söylemlerde bu sayı fazlasıyla abartılıyor. Ölen insan sayısı arttığında “zafer”in daha değerli olacağı kanaatindeki zevatın ağzından 500 binler, 600 binler bir çırpıda çıkıveriyor. En usturupluları bile 200-250 bin “şehit”ten bahsediyor. Oysa Genelkurmay’ın verileri “Çanakkale’de 250 bin şehit verdik” diyenleri bile çürütüyor. Bu verilere göre Çanakkale muharebeleri sırasında “57.263 şehit, 97.874 yaralı, 11.178 kayıp, 7084 hava değişimi, 20.297 hastalık sonucu ölüm, 14 bin hastaneye götürülen olmak üzere 207.696 zayiat” var. Söz konusu efsaneyi üretenler, Genelkurmay açıklamasındaki “zayiat” ibaresini “toplam ölü sayısı” gibi yansıtıyorlar. Onların zihniyetine göre böylece kahramanlık düzeyi de artmış oluyor.
Çanakkale muharebelerinden bahseden bugünkü propaganda metinlerinde sıklıkla rastladığımız çarpıtmaların bir bölümü de Mustafa Kemal ile ilgili olanlardır. Bu metinlerin anlatısına kapılacak olursanız, Çanakkale muharebelerinin komutanının Mustafa Kemal olduğuna rahatlıkla inanabilirsiniz. Oysa Çanakkale’de kurulan 5. Ordunun komutanlığını Alman Mareşal Liman von Sanders yapmıştır. Çanakkale muharebelerine katılan 500 Alman askerinin 150’si kurmay heyetindendir ve ordunun komutanlarıdır. Yani 5. Ordunun önemli komuta kademelerinde genelde bu Alman subaylar bulunmaktadır. Mustafa Kemal ise sonradan yarbay rütbesi ile katıldığı bu cephenin ikinci derecede önemli onlarca kurmayından sadece biridir. Tümeninin gösterdiği askeri başarılar sayesinde kendi ölçeğinde dikkat çekmiş, rütbesi yükselmiştir. Ancak muharebeler sırasında bu boyutları aşan bir pozisyonu asla olmamıştır. Anafartalar’daki muharebeden bir süre sonra rapor alarak cepheden ayrılmıştır zaten.
Anlaşıldığı üzere Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi tarih anlayışı Çanakkale muharebelerini ve Mustafa Kemal’in buradaki rolünü çarpıtarak çok öne çıkarır. “Anti-emperyalizm”, “anayurdun savunulması” gibi gerçeklerle bağdaşmayan söylemlerin eşliğinde bir de Mustafa Kemal adında muzaffer bir komutan yaratılır. Peki, neden buna ihtiyaç duyuyor egemen sınıf? Çünkü burjuvazi, ulus-devlet ideolojisinin üzerinde yükseleceği, ulusun birliğinin delili olan yedi düvele karşı verilmiş topyekûn bir mücadele efsanesine ve bunu yürüten bir “kurucu baba” figürü türünden mitlere ihtiyaç duyar. Bu yalanlara inandırdığı emekçilerin zihninde, ortak çıkarlara sahip oldukları bir sınıfın değil, bir ulusun parçası oldukları yanılsamasını yaratır. Egemenliğini de ancak bu yanılsamayı tekrar tekrar üreterek sürdürebilir. Oysa görüldüğü gibi bunlar egemenlerin yazdığı tarihin ürünü safsatalardır. Tarihsel gerçeklerle hiçbir biçimde bağdaşmaz.
Bir de bu dönemi değerlendiren çoğu burjuva ideolog tarafından, Osmanlı’nın bu savaşa hırsının esiri olmuş üst düzey birkaç yöneticinin basiretsizliği neticesinde bir oldubitti ile katıldığı söylenir ki, bunun da gerçeklerle hiçbir alâkası yoktur. Emperyalist yeniden paylaşım sürecinden pay kapma umuduyla ve emperyalist bağımlılık ilişkilerinin kaçınılamayacak neticeleriyle Osmanlı egemenleri bu savaşa girmeyi kendi çıkarları açısından uygun görmüşler ve savaşa Rusya’ya karşı düzenledikleri bir saldırı sonucu kendi inisiyatifleri ile girmişlerdir. Üstelik İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı’nın savaşa girmemesi için yürüttükleri yoğun diplomatik çabalara rağmen bu durum gerçekleşmiştir.
Daha sonraki yıllarda devletin resmi ideologları tarafından bu savaşa girilmesine karşı çıktığı söylenen Mustafa Kemal de dâhil olmak üzere hâkim sınıfın çok sayıdaki temsilcisi Osmanlı’nın dünya savaşına girmesine taraf olmuşlardır. Nitekim Mustafa Kemal 29 Şubat 1920 tarihinde İttihat ve Terakki’nin önde gelenlerinden Talat Paşa’ya yazdığı mektupta şöyle demektedir:
“Ben, müdafaa ettiğim prensipler arasında Harbi Umumi’ye girmenin zaruri olduğunu ve harbe girdikten sonra Alman grubuna dâhil bulunmanın yine zaruri olduğunu ve bundan dolayı harp mesulü aramak mantıksız olduğunu, genel olarak Kanuni Esasi hükümlerine aykırı hareket edilmiş ise, bu şekilde hareket eden kabineleri meydana çıkarmak ve haklarında kanuni hükümleri tatbik etmek için Mütareke’den evvel, Balkan Harbi’nden ve Mütareke’den bugüne kadar, iktidar mevkiine geçen kabineleri nazarı dikkate almak lazım geleceğini ifade ediyorum. İşbu görüşlerimi benden Harbi Umumi’yi ilan eden kabine ve Harbi Umumi’ye girme ve Alman taraftarlığı aleyhinde resmen beyanatta bulunmamı talep etmiş olan hükümete karşı resmen, görüşlerimi, sebeplerini söyleyerek müdafaa ettim. Yabancılarla dahi münasebetlerimde aynı görüşlerin müdafaasını lüzumlu gördüm.”[2]
Yani eldeki sömürgelerin korunması, emperyalist talandan pay alma ve imparatorluğu yeniden canlandırma hususlarında ortaklaşa bir hevese sahip olan Mustafa Kemal de dâhil olmak üzere egemen sınıfın önde gelen temsilcilerinin pek çoğu bu savaşa katılmakta hemfikirdiler. Ama onların savaşında Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Arnavut, Yahudi ve Ermeni askerler; Yeni Zelanda, Avustralya ve diğer İngiliz sömürgelerinden gelen askerlerle birlikte kırılmışlardır. Daha önceki savaşların yarattığı tahribatın üzerine, Anadolu’da etkileri uzun yıllar sürecek bir yıkımın etkilerini tüm halklar birlikte yaşamışlardır.
Ancak dünyanın pek çok bölgesinde yürüyen haksız savaşlarda görülen tablo Çanakkale muharebelerinde de eksik olmamıştır. Birbirine 8-10 metre yakınlıktaki siperlerde günlerce, aylarca yan yana yaşayan askerler, soyut bir düşmanla değil, kendileri ile aynı kaderi paylaşan gerçek insanlarla savaştıklarının farkına varmışlardır. Nitekim kendi siperinden yanlışlıkla düşman siperine geçeni, usulca geri döndürmek, savaşırken birbirlerine el sallamak, ıskalamalarda ıslıklamak, birbirlerine yiyecek, sigara atmalar, bayram, Noel kutlamaları, futbol maçları yapmalar, düşman yaralılarını tedavi etmek, ölüleri birlikte gömmek bu savaşın olağan sahnelerindendir.[3]
Emperyalist savaşın zorbalığını, haksızlığını ve emekçiler nezdindeki karşılıksızlığını kavramaya başlayan askerlerin pek çok kez başka yerlerde gösterdikleri türden davranışlar Çanakkale’de de yaşanmıştır: “… karşımızdaki Türk siperlerinden silahın ucuna takılmış beyaz bir mendil yukarı kaldırılarak sallandı. Her taraf sessizliğe gömülmüştü. Her iki tarafın da askerleri silahlarını doğrultmuş, dikkatle mendili takip ediyorlardı. Siperin içinden iri yapılı bir er çıktı. Ucuna mendil bağladığı silahını yere attı. İki kolunu açtı. Sonra kendine güvenen tavırlarıyla yavaş yavaş yaralı yüzbaşımıza doğru yürümeye başladı. Karşı tarafla, çevresiyle, hiçkimseyle ilgilenmiyor, herkes donmuş kalmış, cesur Türk askerini hayranlıkla seyrediyordu. Şaşkınlıktan kurtulan İngiliz askerleri ona nişan almaya çalışıyorlardı. O ise hiçbir şeye aldırmadan yüzbaşının yanına geldi. Nazik ve yumuşak hareketlerle yaralının kıyafetini düzeltti. Onu yerden kaldırdı. Omuzlayarak yavaş yavaş bizim siperlere doğru yöneldi. Siperlerimizin hemen önüne yüzbaşıyı nazikçe yatırdı. Sonra arkasını döndü. Yine kendinden emin adımlarla siperlerine doğru yürüdü. Hepimiz donmuştuk. Hayrete düşmüştük. Sonradan her iki tarafın siperlerinden alkışlar ve ıslıklar yükseldi.”[4]
İşçiler egemenlerin hamasetine prim vermemelidir!
Emperyalist paylaşım savaşında egemen sınıfların emekçi sınıftan insanları ve ezilen halkları heder ettikleri yer sadece Çanakkale cephesi olmamıştır. Çanakkale’de henüz büyük muharebeler yapılmamışken, 1914 yılının Aralık ayında, Sarıkamış’ta Rus ordusunu gafil avlamak isteyen Enver Paşa, Genelkurmay’ın kaynaklarına göre 60.000 zayiat verilmesine yol açacak bir harekâta girişmiştir. Ölen askerlerin çok büyük çoğunluğu soğuk hava koşulları yüzünden yaşamını yitirmiş, büyük bir trajedi yaşanmıştır. Askeri açıdan muazzam bir öngörüsüzlüğün bedelini her zaman olduğu gibi emekçi sınıflardan gelenler ödemiştir. Enver ve egemen sınıf ise hesap vermek şöyle dursun Sarıkamış hakkında herhangi bir yayının bile yapılmasını önleyerek uzun yıllar boyunca halkın olan biteni öğrenmesinin önüne geçmişlerdir.
Çanakkale muharebelerinin yaşandığı dönemde gerçekleşen Ermeni halkına karşı uygulanan soykırım ise bir başka büyük trajedidir. Uluslaşma hareketleri İngiltere ve Rusya tarafından destek gören Ermeni halkı, Almanya’nın da verdiği büyük destekle Osmanlı İmparatorluğu tarafından kırıma uğratılmış, kadim halklarından biri olduğu Anadolu’dan sökülüp atılmıştır. Öyle ki, 1915’ten önce 1,5 milyon civarında olan Ermeni nüfusunun yüzde 60’ı bu kırımla yok edilmiştir.
Yani emperyalist savaşın getirdiği koşullar dört bir tarafta emekçilerin ve ezilen halkların kırılmasına yol açmıştır. Çanakkale’de olan biten, o dönemde orada yaşananları bütünleyen diğer tarihsel gerçeklerle birlikte bakıldığında, burjuvazinin hamaset dolu bütün söylemlerinin aksine, emekçi halk için kandan, acıdan ve gözyaşından başka bir şey ifade etmez. Mustafa Kemal’in kahramanlıkları, Cumhuriyet’in temellerinin atılması, anti-emperyalizm ve anayurdun savunulması gibi mitlerin gerçeklerle örtüşen hiçbir tarafı yoktur. Bunlar bütünüyle “Çanakkale Zaferi” denilen mitle oluşturulan resmi tarih ve ideolojinin ürünüdür.
Burjuvazi ve ideologları bütün bu hamaset söylemini bu saçmalıklara inandıkları için yükseltmiyorlar tabii ki. Onlar işçilerin sınıf bilincinden yoksun kalması için bu gürültüyü çıkarıyorlar. Çünkü işçiler onların bu milliyetçi söylemleriyle zehirlenmezlerse onlar tarafından yönetilmeye razı gelmezler. Haksız savaşların meydanlarında canlarını vermeye, kendisi ile aynı kaderi yaşayanlarla sırf başka uluslardan oldukları için boğazlaşmaya kalkışmazlar. Bu yüzden işçiler burjuvaların hamaset yüklü nutuklarının hiçbir versiyonuna prim vermemelidir.
Birinci ve İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşları dünya işçi sınıfına büyük yıkımlar yaşatmıştır. Ama ne yazık ki, emperyalist savaşlar ve yarattıkları yıkımlar tarihin tozlu sayfaları arasında kalmamıştır. İşçiler, emekçiler bugün de emperyalist savaşların yangınında kavrulup yanmaktadır. Üstelik hemen yanı başımızda, Irak ve Suriye’de en korkunç cepheleri bulunan bu savaşın yangını giderek yayılma eğilimindedir. Emperyalist ve haksız savaşlar kapitalizm ayakta kaldığı sürece işçi ve emekçilere korkunç acılar yaşatmaya, onları felâkete sürüklemeye devam edecektir. Bu yüzden işçi sınıfının kapitalistlerin haksız savaşlarına yanıtı geçmişin dersleri temelinde net olmalıdır. İşçi sınıfı, sömürücü, yağmacı, katliamcı egemenlere, sınıf savaşını güçlü biçimde örgütleyerek yanıt vermelidir.
[1] Yalnızca haklı savaşların “savunma” savaşları olarak nitelendirilebileceği gerçeğini dile getiren Lenin şunları söylüyordu: “«Savunma» savaşı sözü ile sosyalistler, her zaman bu anlamda haklı bir savaşı kastetmişlerdir. Sosyalistler, yalnızca bu anlamda, «anayurdun savunulması için» verilen savaşlara ya da «savunma» savaşlarına, meşru, ilerici ve haklı savaşlar gözü ile bakmışlardır ve bakmaktadırlar. (…) Ama şöyle bir durumu gözünüzün önüne getirin: 100 kölesi olan bir köle sahibi, kölelerin daha «adil» bir dağılımı için 200 kölesi olan bir köle sahibine karşı savaşa girişiyor. Açıktır ki, bu durumda, «savunma» savaşı ya da «anayurdun savunulması için» savaş deyimlerinin kullanılması, tarihsel bakımdan yanlış, ve uygulamada, halkın, işin inceliğini aramayan ve bilisiz kimselerin, kurnaz köle sahiplerince aldatılması olur. İşte bugünkü emperyalist burjuvazi, köleliği sağlamlaştırmak ve güçlendirmek için köle sahipleri arasındaki savaşı, «ulusal» ideoloji ve «anayurdun savunulması» gibi sözlerle halka yutturmak istemektedir.” (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yay., 5. baskı, s.13-14)
[2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, c.6, s.411
[3] Ayşe Hür, “Çanakkale Savaşı: Efsaneler ve Gerçekler”, Taraf, 16 Mart 2008
[4] Ayşe Hür, agm
link: Selim Fuat, Çanakkale Muharebelerine Dair Yalanlar ve Gerçekler , Mart 2014, https://marksist.net/node/3421
Soçi Olimpiyatları: Sömürü, Yolsuzluk ve Talan
Otoriterleşme Süreci ve Sözde Demokrasi Paketleri