Almanya’da genel seçimler yapıldı. Açıklanan sonuçlar, son dönemde tüm ileri kapitalist ülkelerde ortaya çıkan eğilimlerin bir kez daha teyit edilmesi anlamına geliyor. Nedir bu eğilimler? Siyaset sahnesinin merkezinde yer alan düzen partilerinin önemli ölçüde güç kaybetmesi; sahnenin uçlarında gözüken partilere verilen desteğin artması; faşist ya da faşizan partilerin emekçi kitleleri kendi demagojileriyle aldatmayı daha çok başararak güç kazanması; milliyetçilik, yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtlığının bir girdap gibi düzenin merkezindeki partileri de artan ölçüde içine çekmesi ve siyasal gündemin ön sıralarına taşınması.
Seçim sonuçlarının dökümü
Seçimlerden birinci parti olarak çıksa da Merkel önderliğindeki merkez sağ koalisyon (CDU/CSU)[*] oylarının beşte birini kaybederek 8,5 puanlık bir kayıpla %33 oy aldı. Yıllardır onunla koalisyonlar kuran Sosyal Demokratlar da (SPD), yine oylarının beşte birini kaybederek 5,7 puanlık bir kayıpla %20,5 oranında oy aldı.
Merkezdeki burjuva partiler bu denli büyük kayıplar yaşarken, oradan kayan oylar diğer küçük partilere dağılmış görünüyor. Ama bu noktada bu kayışın kaymağını Almanya için Alternatif partisinin (AfD) yediği apaçıktır. Bir önceki seçimde %5’lik seçim barajının altında kalan bu faşist parti, oylarını yaklaşık 3 katına çıkartmış, 8 puandan fazla bir artışla %13’e yakın bir oy oranına kavuşmuştur.
Yine bir önceki seçimde baraj altında kalan liberal çizgideki Hür Demokratik Parti (FDP) önemli bir artışla yaklaşık %11’lik bir oy oranına ulaşarak dördüncü parti olmuştur. Onu sırasıyla %9 küsurluk oranla Sol Parti (Die Linke) ve %9’a yakın bir oranla Yeşiller Partisi takip ediyor.
Erdoğan’ın Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli seçmenlere yaptığı çağrının da ciddi bir etkisi olmadığını kaydedelim. Erdoğan, “Türk düşmanı partilere” oy vermeyin dediyse de, onun kriteriyle geride bu sınıflandırmaya girmeyen tek bir parti bile kalmaması “hazin” bir durum yaratmış oldu. Onun sponsorluğunda seçime giren “Türk Partisi” topu topu 40 bin oy aldı, oysa Almanya’da Türkiye kökenli yaklaşık 1,2 milyon seçmen olduğu söyleniyor. Şimdi yandaş kalemşorlar ve AKtroller, Erdoğan’ın çağrısıyla kitlelerin bu merkez partilerden yüz çevirdiğini söyleyecek olsalar da, Almanya’daki seçmenler içinde Türklerin oranı yüzde 2’yi geçmiyor ve Alman siyaseti içinde bu nedenle abartıldığı düzeyde bir etkiye sahip değiller.
Gerek merkez partilerinin oy kaybedeceği, gerekse de birkaç küçük partinin, özellikle de faşist partinin oylarını arttırarak barajı geçeceği ve meclise gireceği tüm yorumcuların ortak kanısı idi. Ne var ki, merkezin bu denli aşınması ve faşist kutbun böylesi bir atağı hiçbir burjuva yorumcu tarafından beklenmiyor ya da belki daha doğrusu dillendirilmiyordu.
Genel seçimlere katılım oranının bir öncekine göre artmış olması da aslında merkezin erimesi, uçların güçlenmesi şeklindeki genel tabloyla uyumludur. Bu artış, toplumun geçmişe nazaran politizasyonunun arttığı anlamına geliyor; siyasete ilgisiz, orta ve orta-üst gelirli bir kesim, faşist tehdide karşı bir başka seçeneği (çoğunlukla da liberalleri) destekleme gereği hissederken, o güne dek siyasetin dışında kalan en yoksulların bir kesiminin de faşist parti lehine oy kullanmak için seçimlere katıldığı anlaşılıyor.
Merkez partiler eriyor
Sosyal Demokratlara her fırsatta kara çalmanın derdindeki sağ burjuva yorumcular, seçimlerin asıl kaybedeninin Sosyal Demokratlar olduğunu söylese de gerçeklik bu değil. Zira Sosyal Demokratların da Merkel’in de oy kaybı beşte bir civarındadır ve bu açıdan aralarında kategorik bir farklılık mevcut değildir. Gerek Sosyal Demokratlar gerekse de Hıristiyan Demokratlar, İkinci Dünya Savaşının ardından yapılan seçimlerde şu ana kadarki en düşük oy oranlarındalar. Bundan otuz yıl önce her iki merkez düzen partisinin oy toplamı %81 civarındayken, bugün bu toplam %53 civarına inmiştir. Dolayısıyla seçimde ilk iki sırayı işgal ediyor olsalar da esas kaybedenler, bu merkez düzen partileridir.
Yıllardır tahterevalli gibi bir o bir bu şeklinde ya da birlikte hüküm süren bu partilerin yaşadığı ağır kayıp, kuşkusuz yakın zamanda Fransa’da merkez partilerin (sözümona sosyalistlerle cumhuriyetçilerin) yaşadığı çöküşle karşılaştırılamaz. Bunda da Alman ekonomisinin yaşanan genel krize rağmen göreli olarak diğer AB ülkelerinden daha iyi durumda olması ve Almanya’nın AB içinde baskın bir siyasal pozisyonda bulunması belirleyici olmuştur. Ama grafiğin aşağı doğru gittiğinden ve sürecin hızlanacağından şüphe duymak için bir neden görünmüyor. Bu partilerin, derinleşen kriz koşullarında kâr oranlarını arttırabilmek ve ülkelerinin dünyadaki rekabet gücünü koruyabilmek için işçi sınıfının haklarına dönük saldırı kampanyasını sürdürüp boyutlandırmak dışında bir seçeneği yok.
Çeşitli AB ülkeleri için ve ABD için yaptığımız saptamalar (merkezin erimesi ve uçların güçlenmesi) Alman seçimleriyle bir kez daha tescil edilmiş oluyor. Kapitalizmin tarihsel krizi, kapitalist toplumsal düzeni ve müesses nizamı temsil eden partilerin altını oyuyor.
Seçimlerden eriyerek çıkan Sosyal Demokratlar, yeni kurulacak hükümete katılmayacaklarını açıkladılar. Bunda, partinin durdurulamaz kan kaybının esas nedeninin Merkel’le kurulan koalisyonlar olarak görülmesi başrolü oynuyor. Kuşkusuz bugüne kadar işçi sınıfına dönük saldırıların koçbaşı olan bu koalisyonlar emekçiler nezdinde çok tepki toplamıştır. Ancak oy kaybının temel sebebi bundan ziyade, Sosyal Demokratların işçi sınıfından ve onun örgütlerinden çoktan kopmuş olmasıdır. Merkel’e destek veren işçilerin sayısının SPD’yi destekleyenlerden fazla olması, sosyal-demokrasinin iflasının tipik bir göstergesidir. İngiltere’de Blair ile cisimleşen “yeni sol” denen ne idüğü belirsiz çizgi, geleneksel burjuva sol ya da sosyal-demokrat partileri merkez sağ partilerle aynı noktaya getirerek, aslında hepten kimliksiz ve kişiliksiz bir hale getirmiştir. Bu burjuva sol partilerin, bu çizgiden sıyrılmadıkça sonlarının giderek daha da erimek olduğu açıktır, hele ki, krizin ve toplumsal hoşnutsuzluğun tüm toplumu giderek daha da gerdiği içinden geçtiğimiz dönemde.
Sosyal Demokratlarla koalisyonu bu koşullarda Merkel ne kadar arzu eder, o da tartışmalı. Zira böyle bir koalisyon durumunda, faşist AfD resmen ana muhalefet partisi haline gelecek ki, kimse bunu istemiyor. Çünkü yasalara göre ana muhalefet partisi, meclisteki kimi komisyonların başkanlığını üstleniyor ki, bunların arasında Bütçe Komisyonu da mevcut! Merkel bir dönem daha iktidarda kalacak ve bu kez Hür Demokratlar ve Yeşillerle bir koalisyon kurulacak gibi gözüküyor. Ne var ki, Merkel’in partisinin erozyonu, onu Alman emekçiler ve göçmenler için iyileştirmeler yapmaya sevk etmeyecek. Tersine, kendi sağına doğru oy kaybı yaşayan Merkel’in bu oyları geri kazanmak için söylemi ve eyleminde giderek daha sağa kayacağı neredeyse kesin gibidir.
Aşırı-sağ güçleniyor
Yoksullaşan ve geleceği giderek belirsizleşen emekçiler, “sistem partisi” olarak gördükleri partilerden uzaklaşıp, düzen partileri dışında arayışlara girişiyorlar. Devrimci alternatiflerin güçlü bir şekilde ortada olmamasından ötürü, maalesef bu arayışlar, çoğunluğu itibarıyla ilerici bir yönelime değil de, gerici bir içeriğe, geçmişin mutlu günleri nostaljisine ve faşist demagojiye can suyu oluyor. En deneyimsiz, en geri bilinçli işçilerden başlamak üzere emekçilerin giderek artan bir kısmı, mevcut düzene meydan okur pozları kesen faşist demagojinin illüzyonuna kendisini kaptırıyor. Zira sol adına konuşan çeşitli partiler, kurulu düzene açıktan ve kökten bir karşı çıkışı öne çıkarmadıkları (ve çoğunluğu itibarıyla da çıkaramayacakları) için, güya kapitalizme karşı çıkar gözüken faşist hareketler prim topluyorlar.
İngiltere’de, Fransa’da, Hollanda’da, ABD’de, Polonya’da, Macaristan’da ve Avusturya’da genelde aşırı sağın özelde de faşist ya da faşizan liderliklerin yükselişinden sonra şimdi de aynı olgu Almanya’da teyit ediliyor. Düne kadar, faşizmin geçmişte kaldığı iddiasını dillerinden düşürmeyen liberaller ve kimi sosyalistlerin görüşlerinin pespayeliğinin açık bir kanıtıdır bu.
İkinci Dünya Savaşından beri ilk kez ırkçı bir parti, hem de üçüncü büyük parti olarak Alman parlamentosuna giriş yapıyor. Onun söylemi ile diğer ülkelerdeki faşist kardeşlerinin söylemi arasında bir fark yok. Hepsi de, emekçilerin kapitalizmin kriziyle yuvarlandıkları işsizlik, artan yoksulluk, güvencesizlik ve geleceksizlik duygusunu suiistimal ediyor. Tüm bu sorunların kapitalizmin kendisinden kaçınılmaz olarak türediği gerçeğinin üstünü örtmek için hepsi de hem ülke içinde hem de ülke dışında yapay öcüler ve yapay sorumlular yaratıp, günahı onların sırtına yüklüyorlar. Kuşkusuz ki, düşman olarak, göçmenler ve sığınmacılar öne çıkartılıyor. Emperyalist savaşın Avrupa ve ABD sokaklarına taşınmasının günahı da İslami terörizm öcüsü altında Müslümanların sırtına yükleniyor. Bu noktada hepsinin hemfikir oldukları bir nokta da, mevcut krizden çıkış için AB’nin dağıtılması ya da en azından ondan çıkılmasıdır.
AfD yalnızca CDU/CSU ittifakından (1 milyona yakın) değil, SPD’den de ve hatta Sol Partiden de (özellikle eski Doğu Alman eyaletlerinde) 500’er bine yakın bir oy kapmış görünüyor. AfD’ye oy verenlerin büyük bölümü, bu tercihlerini “mevcut siyaset sahnesinden hoşnutsuzluk” olarak tarif ediyorlar. Daha önce hiç oy kullanmamış 1,2 milyon kişi bu seçimlerde faşist partiye oy vermiş. Almanya’da ırkçılığın kalesi olarak bilinen eski Doğu Alman eyaletlerinde faşist parti ikinci parti haline gelmiş durumda. Yapılan araştırmalar, AfD’nin daha ziyade düşük eğitimli kesimlerden, en büyük oranda da işsizler ve ücretli çalışanlardan oy aldığını gösteriyor.
Seçim kampanyaları sırasında sosyal sorunları neredeyse es geçen CDU ve SPD, ağırlıklı olarak, sığınmacılar, göçmenler, iç güvenlik, “terörle mücadele” konularını öne çıkartmış ve aslında böylelikle faşistlerin ekmeğine yağ sürmüş oldular. Emekçilerin iktisadi ve sosyal sorunlarının daha da ağırlaşmasında kendi paylarının belirleyici olması, onları bu konulara girmekten uzak tuttuğu gibi, faşizmin milliyetçilik, ırkçılık ve militarizm kapanına yakalanmalarına yol açıyor.
Milliyetçilik-ırkçılık kapanı
Faşist hareketler, demagojik söylemleriyle, keskin ve net gözüken çözüm önerileriyle, bir çekim merkezi haline geldikçe, bu durum geleneksel düzen partileri üzerinde de ciddi bir basınç yaratıyor. Aslında bu durum, bize faşist girdap hakkında çok somut örnekler sunuyor. Sağıyla soluyla merkezdeki düzen partileri, derinleşen kriz koşullarında toplumda köpürtülen ırkçı ve milliyetçi dalgadan yararlanabilmek ve tabanlarının kaymasını engellemek için, milliyetçi söylemlere daha fazla sarılmak ya da retoriklerine bu unsurları da ekleme yoluna gidiyorlar. Faşistler ve derin düzen güçlerince dalga köpürtüldükçe, düzenin has partileri de bu söylemleri giderek kopyalayarak kullanıyorlar. Ama seçmenler, aslı varken kopyalara ve taklitlere itibar etmiyor görünüyorlar. Bu temelde gelişen ırkçılık ve milliyetçilik yarışı, gündemi belirleyerek herkesi kendi potasına çektikçe, faşizan dalga daha da büyüyor. Girdap olarak adlandırdığımız bu durum tüm ileri kapitalist ülkelerde şu ya da bu oranda yaşanıyor. Aslında aynı girdap Türkiye’de de yaşanıyor. Burada hedefe konulanlar ise Kürtler ve Kürt hareketi. Teröre ve bölücülüğe karşı olmak argümanıyla öylesi bir cadı avı başlatılıyor ve öylesi kazanlar kaynatılıyor ki, ortalama insanların yanı sıra muhalif görünen siyasilerin çoğunluğu da buna kökten bir karşı çıkış cesareti gösteremiyor. Belirlenen gündem içinde hareket ederek kapana kısılıyor, egemenler ve iktidardakilerle aynı motifleri şu ya da bu oranda kullanıyorlar. Ya kendisini olası tepkilerden ve aforoz edilmekten koruma kaygısıyla ya da “milliyetçi dalga”dan nemalanmak umuduyla, tüm düzen partileri ve sözde muhalif partiler, bu gemiye atlamak için yarışa girişiyorlar.
Sözkonusu dalganın toplumun derinliklerinden ve kendiliğinden gelen bir dalga olarak sunuluşunun ciddi bir ideolojik saldırı olduğunu da vurgulamak gerekir. Halbuki bu dalga kendiliğinden kabarmıyor. Kitlelerin huzursuzluğu ve tepkileri suiistimal edilerek, egemenlerin propagandalarıyla, devletin derin aygıtlarının organizasyonlarıyla, medya operasyonlarıyla, burjuva eğitim kurumları aracılığıyla her gün kimi zaman açıkça ve doğrudan kimi zamansa üstü örtük ve dolaylı yollardan insanların zihinlerine ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve milliyetçilik nakşediliyor. Bu propagandaya doğrudan ve dolaylı olarak her gün maruz kalan beyinler, kısa süre içerisinde kendilerine empoze edileni kendi öz fikirleri gibi algılamaya başlıyorlar.
Bu kısır döngüden kurtuluşun tek yolu mevcut: gerçekten anti-kapitalist bir sınıf politikası. Onu da sol görünümlü düzen partilerinden beklemek mümkün değil!
Faşizmin öne çıkardığı sahte sorunlara, sahte çözüm önerilerine ve hedefe çaktığı sahte düşmanlarına karşı amansız bir mücadele devrimcilerin önünde bir görev olarak duruyor. Faşist tırmanışa karşı mücadele görevini başarıyla yerine getirebilmenin yolu, emekçilerin gerçek sorunlarını bıkmadan usanmadan gündeme getirmekten, gerçek düşmanın sermaye sınıfı olduğunu ve bu sorunların tek çözümünün de kapitalist sömürü sistemine son vermekte yattığını kitlelere mücadele içinde kavratmaktan geçiyor.
Kapitalist sömürüye ve emperyalist savaşa karşı, işçi sınıfının safları içerisinde örgütlü bir temelde net ve cüretkâr bir duruş sergilendiğinde, faşistlerin ve düzen partilerin dayattığı gündem reddedilip, işçi sınıfının yaşamsal sorunlarını merkeze alan bir kampanya yürütüldüğünde, işçi sınıfının ileriye çekilmesi ve devrimci alternatifin güçlendirilmesi bal gibi de mümkündür.
[*] CDU: Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi; CSU: Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi.
link: Özgür Doğan, Almanya’da Genel Seçimler: Faşist Hareket Güçleniyor, 26 Eylül 2017, https://marksist.net/node/5909
“Bir Kuşak Bir Yol Projesi” Krize Çare mi?
Amerika’da Mücadele Filizleniyor