Kafkasya’nın dağlarından yere doğru süzüldü akbabalar. Yüzlercesi henüz bitmiş savaştan nasiplerine düşeni kovalıyorlardı. Yükseklerden aşağıya doğru döne döne iniyorlardı. Görkemliydi görünüşleri. İrilikleri, etraflarına dehşet saçıyordu. Lakin yerde saygıyla karşılanmadılar. Paylarına düşen herhangi bir şey yoktu. Pay diye bir şey yoktu! Kana bulanan et parçalarından nasipleniyorlardı o kadar. Askerler, mevzilerine çekilmişlerdi. Ama savaş devam ediyordu. Zamanında kartalların parçaladığı Promete’nin kan kızılı acısına rağmen seyrine doyamadığı büyük Kafkasya yaylaları, koyu kırmızıya bulanmıştı. Akbabalar savaştan arta kalan insan ve hayvan ölülerine yönelmişken Rus Çarı ve İran Şahı “orası senin, burası benim” diyerek, yeryüzünü canlılarıyla birlikte pay ediyorlardı. Mezbahaya çevirdikleri toprakları, adına Gülistan yani “güller ülkesi” denilen bir antlaşmayla (1813) Kuzey ve Güney diye böldüler ikiye. Güneyini İran aldı, kuzeyini Rusya! İşte akbabaların kanatlarının altında böyle bölündü Kafkasya!
Egemenlerin kanlı gösterileri, toprak paylaşımları, kevgire çevirdikleri antlaşmaları bitmedi elbette. Nasıl ki kartal gelip durmaksızın deşiyorsa Promete’nin yüreğini, onlar da aynen öyle, yiye yiye bitiremediler Kafkasya’nın güzelliklerini. Bütün bu kanlı toprak paylaşımları sadece Kafkasya’ya özgü değildir. Ulusal sorunlar ve sınır problemleri kapitalist dünyanın dört bir yanında. Hâsılı burada anlatılan hepimizin hikâyesidir.
Gelelim konumuza. Buradaki anlatımız, yani hikâyemiz muhakkak hepimizin ömründe en az birkaç kez efkârlanmasına, hayallere, uzaklara dalıp gitmesine vesile olmuş bir türküdür. Ekseriyetin bir sevda türküsü gibi dinlediği bu Azeri ezgisi bakalım bizi bize nasıl anlatıyor.
Şair Ferhat İbrahimi. İran’ın kuzeyinden ya da Azerbaycan’ın güneyinden veyahut Ermenistan’ın batısından… Şöyle diyelim: Ferhat İbrahimi Kafkaslar’dan bir Azeri çocuğudur. Bir şair insanoğludur. Büyüdüğü topraklar, yetiştiği çevre, sevdikleri, canları ciğerleri, onlarca kanlı savaştan sonra egemenler tarafından ikiye bölünmüş bir halkın evladıdır Ferhat İbrahimi. Egemenler savaştan sonra oturmuşlar pis kokulu bir masanın etrafına ve demişler ki; “Şu uzun kıvrımlı mavi çizgi var ya, hah, tam orası. Evet orası, Aras Irmağıdır. Bundan böyle kuzeyi Rusya’nın, güneyi İran’ın olacaktır.”
Gam, özlem, öfke Aras’ın her iki tarafında da insanların yüreğine ateş gibi düşmüş. Belki de asla bitmeyen, yani sonu olmayan ve yürekleri dağlayan ağıtlar böyle yazılmış. Belki de birbirlerini görebilmek için dağları taşları gizli gizli aşan insanlar, âşıklar bir yerlerde vurulmuş, hastalanmış. Yollar, dağlar, sular, hatta taş ve topraklar kim bilir ne acılara şahit olmuşlardır. Bakan gözler ile gören gözler arasındaki fark en iyi buralardan anlaşılır. Kimisi bakar bu “sınırdır” der; kimisi bakar bu “ayrılıktır” der. Ferhat İbrahimi de halkının bu acısını derinden hisseden, kendini dünyanın sahibi sanan egemenlerin zulmüne uğramış, kardeşlerine hasret bırakılmış biridir. Halkının maruz kaldığı bölünmüşlükte Aras’ın güneyinden, kuzeydeki kardeşlerine duyduğu sevgiyi, hasreti kâğıda döker:
Fikrinden geceler yatabilmirem
Bu fikri başımdan atabilmirem
Neyleyim ki sene çatabilmirem
Ayrılık ayrılık aman ayrılık
Her bir dertten olan yaman ayrılık
Uzundur hicrinle kara geceler
Bilmirem men özüm hara geceler
Bir oktur kalbime yara geceler
Ayrılık ayrılık aman ayrılık
Her bir dertten olan yaman ayrılık
Ferhat İbrahimi’nin bu içli seslenişini bestekâr Ali Selimi notalara döker. Türkü 1958 yılında Tahran Radyosunda söylenir. Sansürden korunmanın bir yoludur onun aşk şarkısı gibi olması. İçerisinde siyasi söylem olmamasına dikkat edilmiştir. Türkü dilden dile dolaşıp sınırları aşar. Kimi zaman kavuşamayan âşıkların yarasına merhem, kimi zaman yavrusunu uzaklara gönderen bir annenin duygularına feryat, kimi zaman da vatanına hasret insanlara ses olur.
Hepimizin bildiği gibi milliyetçiliği, vatanperverliği kutsiyetlerinin en üstünde tutan egemen sınıflar yeryüzünde halklara, dillere, kültürlere en büyük düşmanlığı bizzat kendileri yapmıştır. Diyebiliriz ki egemen sınıfın tarihi riyakârlığın tarihidir. Ailede, okullarda, ibadethanelerde ve her türlü kamusal ortamda “milli değerleri” değerlerin en üstünü olarak propaganda edenler, bu uğurda ölenlere şehit diyenler, sonra da dünyanın her yerinde halklara pogromlar yaşatan ve sürekli yeni toprakları işgal edenler işte bu riyakâr egemenlerdir. Bunlar değil mi dünya anadil günü, dünya çocuk günü, dünya aşk günü, dünya engelliler günü, anneler günü gibi 365 günü bir şeylere adayıp, sonra insanları sürgünlere, savaşlara, iş kazalarına, hastalıklara kısacası sermayelerine kurban edenler?
Acıyı iliklerine kadar yaşayan mazlum milyonların yaşadıklarının zerresini anlatabilmek elbette mümkün değildir. Kendi yamuk, kırık, sert cetvellerini ellerine alıp insanların yaşam alanlarını bölüp parçalamaya pek mahir olan egemen sınıfın uluları, ne kuşları, çiçeği, börtü böceği ne de insanların nasıl da parçalandığını umursuyorlar. Onlar için tek gerçek sermayelerini sürekli büyütmek.
Bakan gözler ile gören gözler arasındaki farkı bir kez daha hatırlayalım. Kimisi bakar ve bu gördüğünüz “gam-ı dünyadır ” der; kimisi bakar ve bu gördüğünüz “kapitalizmdir” der. Fakat bunu diyebilmek öyle kolay değildir. Bunun için örgütlü olmak gerekir. Bu nedenle insanlar yaşadıkları sorunların kaynağını bir türlü göremiyorlar. Belki de bundandır kitabın daha başlarında bak kardeşim iyi dinle, aç kulaklarını dercesine, söze “anlatılan senin hikâyendir” diye başlanması. Belki de bundandır, Rosa’lardan, Liebknecth’lerden bize, kulağımıza küpe olsun diye, “her şeyi öğren ama hiçbir şeyi unutma” sözünün atadan toprak gibi miras bırakılması.
Bize düşeni iyi bilelim. Daha sıkı bağlarla kenetlenip örgütlü mücadeleyi örelim. Sınıflar ortadan kalkana, zulüm bitene kadar mücadeleyi yükseltelim. Sınırları da, sınıfları da tarihin çöp tenekesine atalım.
link: İstanbul’dan bir eğitim işçisi, Şairin Avazı: “Fikrinden Geceler Yatabilmirem”, 25 Ağustos 2023, https://marksist.net/node/8048
Asgari Ücret Arttı mı?
Kapitalizmde Emekçiler İçin Güvenli Bir Yurt Yok!