Kapitalizm dünya çapında tarihsel bir sistem kriziyle boğuşurken ve emperyalist paylaşım savaşı her alanda körüklenirken, faşizmin zemini de her geçen gün güç kazanıyor. Buna karşın düzen güçleri, “telaşa mahal yok” havasını pompalıyor; demokratik kurumların ne denli güçlü ve yerleşik olduğundan dem vuruyor, faşist girişimlerin destekçilerinin küçücük bir azınlık olduğunu vurguluyor. Maalesef, yıllardır Batı dünyasının burjuva demokratik teamülleriyle bönleşmiş sol/sosyalist çevrelerin epey bir kısmında da bu yaklaşım az ya da çok içselleşmiş durumdadır. Tam da bu yüzdendir ki, Nisan ve Mayıs aylarında Fransa’yla başlayıp ABD ve Almanya gibi kapitalizmin kalesi sayılan ülkelerde devam eden asker bildirileri bu ülkelerdeki sol çevrelerde de burjuva siyasetinde de hak ettiği tepkiyi doğurmadı. Bu durum söz konusu girişimlerin hakikaten önemsiz oluşundan değil, öyleymiş gibi gösterilmeye çalışılmasından kaynaklanıyor.
Fransa’da bildiri üstüne bildiri
Fransız müesses nizamının verdiği tepkiyi ele almadan önce, yayınlanan bildiriler hakkında kısa bir döküm yapalım.
14 Nisanda, 16 emekli general, Mecliste grubu bulunan partilere “İslamcılığa ve Fransa’nın parçalanmasına karşı küresel bir strateji için” başlıklı ve “iç savaş” uyarısında bulunan bir dosya göndermişlerdi.
21 Nisanda, 20 emekli generalin yanı sıra 100’e yakın muvazzaf subay ve 1000’den fazla askerin imzaladığı açık mektup şeklinde bir bildiri yayınlandı. İslamcılığa sürekli taviz verildiği, ülkede büyüyen bir kaos olduğu ve eğer bu kaos engellenmezse iç savaş çıkacağı ve hükümetin ölümlerden sorumlu olacağı dillendirildi.
6 Mayısta, Fransa Polis Sendikası bir açıklama yaparak, ülkede, “İsrail’in Filistin topraklarında uyguladığı modele göre giriş ve çıkışların sınırlandırıldığı kontrol noktalarının oluşturulması” konusunda Macron’a çağrıda bulundu.
9 Mayısta, “Ülkemizin Bekası İçin” başlıklı ikinci askeri bildiri, yine tıpkı birincisi gibi Valeurs Actuelles adlı faşist derginin internet sitesinde yayınlandı. Bu kez imzacıların sayısı çok daha fazlaydı ve hepsi muvazzaf olduğu için imzalarda isimleri açıkça belirtilmiyordu. İlk bildiriyi yayınlayan emekli generaller sahiplenilerek, hükümet İslamcılığa taviz vermekle suçlanıyordu. Kentlerde kaos ve şiddetin kol gezdiği söyleniyor ve eğer hükümet bu gidişatı durdurmazsa eninde sonunda “Fransız değerlerini savunan vatandaşların ayağa kalkacağı”, bunun bir iç savaşa dönüşmesi durumundaysa “ordunun kendi topraklarında düzeni sağlayacağı” belirtiliyordu.
14 Mayısta, bu kez polisler bir bildiri yayınladı. “Güvenlik görevlilerimiz ve vatandaşlarımız için güvenlik – Güvenlik olmadan özgürlük yoktur” başlığıyla 93 emekli polisin yayınlayıp imzaya açtığı bildiri bir gün içinde 25 bin kişi tarafından daha imzalandı. Bildiride ülkede “kaybedilmiş bölgeler” olduğu, “asayiş ve kamu düzeninin yeniden sağlanması” için “ulusal bir hamle” gerektiği söyleniyordu.
Özetle, “eğer gidişatı değiştirecek bir şeyler yapılmazsa bu durum aktif görevdeki arkadaşlarımızın müdahalesini tetikleyecektir” diyordu bu bildiriler. Yani açıkça iktidara darbe muhtırası veriliyordu.
Peki bu darbe çığırtkanlığı yapan ve yönetimi açıkça bir iç savaşla tehdit eden bildirilere karşı, siyasilerin tepkisi ne olmuştur? Kuşkusuz başta Le Pen’inki olmak üzere faşist partiler bu bildirileri sevinçle karşıladılar, sahiplendiler ve desteklediklerini açıkladılar. İktidardaki Macron ve onun bakanları ise bu bildirileri “kaba bir siyasi planın parçası” olarak değerlendirmekle yetiniyorlar. Başbakan Castex, eğer Le Pen bu askerleri sahiplenip partisine katılmaya davet etmeseydi, “bu önemsiz bir mesele olurdu” diyor! Görülüyor ki nasıl ki ABD’de Biden Kongre binasının basılmasını geçiştirmek için “işimize bakalım” diyerek olan biteni küçümsediyse, Fransa’da da yöneticiler aynı tutumu sergiliyorlar. Darbecileri ciddiye almadıklarını dile getiren açıklamalarla onların önünü kesebileceklerini, gözden düşürebileceklerini ya da toplum tarafından kaale alınmalarını engelleyebileceklerini düşünüyorlar. Fena halde yanılıyorlar!
Diğer taraftan binlerce subay ve paralı asker ardı ardına bildiriler yayınlıyorken, “kolluk kuvvetleri”nin başındakiler yani Genelkurmay Başkanı ve İçişleri Bakanı, bu darbe heveslilerine karşı derhal harekete geçip onları cezalandırmak yerine onlara sitem etmenin ötesine geçmiyorlar. Sanki bu insanların kimler olduğu hiç bilinmiyormuş gibi bir hava yaratılıp, onların üzerlerine gidilmemesini mazur gösteriyorlar. Genelkurmay başkanı “üniformanızı çıkarıp siyaset yapabilirsiniz” diyerek, darbeci subayları nazikçe istifaya “davet etmekten” başka bir şey yapmıyor. İçişleri Bakanı imzacıları isimlerini açıklamadıkları için korkaklıkla suçluyor! Emekli ya da muvazzaf subaylar bazen isimlerini gizleyerek bildiriler yayınlarken hükümet “kim bunlar bilmiyoruz” havasına girse de, bunların kimler olduğu bir sır değildir. En başta bir önceki Genelkurmay Başkanının bu tezgâhların arkasında olduğunu görmek zor değildir. 2017 yılında Macron Cumhurbaşkanı seçildiğinde o zamanki Genelkurmay Başkanı olan Pierre de Villiers, Savunma Bakanlığının bütçesinin kısıtlanacağı iddiasıyla istifa etmişti. Villiers o tarihten beri, yazdığı kitap ve makalelerle, katıldığı konferanslarla yabancı düşmanlığının ve İslam karşıtlığının savunucularından biri olarak öne çıkıyor.
Fransa’da, ister emekli olsun ister muvazzaf, askerlerin siyasi ve dini konularda yorum yapması ve açıklamada bulunması kanunla yasaklanmış durumda. Demek ki ortada burjuva kanunlarına göre açıkça bir suç vardır. Peki burjuva yargı ne yapıyor? Komünist Partili milletvekilleri Paris Başsavcısına suç duyurusunda bulunmalarına rağmen, Başsavcı “Ceza Kanununa aykırı bir unsur yok, ifade hürriyeti” diyerek soruşturma başlatmayı reddetmiştir!
Burjuva medya da bu bildirilerin üzerine fazla gitmiyor, hükümetle paralel bir şekilde olayın büyütülmesini istemiyor.
Tablo aslında nettir. Siyasetçisiyle, Genelkurmayıyla, Yüksek Yargısıyla düzen güçleri (aslında tam da sınıfsal doğalarına uygun şekilde davranarak), faşist yükselişe karşı ciddi bir tedbir almıyor, almayı gerekli görmüyor, bu gelişmeleri küçümseyerek aslında faşizmin ekmeğine yağ sürüyorlar. Başkanlık seçimlerinde kendisini Le Pen ve lideri olduğu faşist harekete karşı güvence olarak takdim ederek kitlelerin desteğini alan Macron, o günden bu yana uyguladığı tüm politikalarla, beklentileri boşa çıkardığı gibi, faşizmin gelişimine zemin hazırlamaktan başka bir şey yapmamıştır. Macron ve hükümetinin bakanları, muhtıracı askerlerin dikkat çektikleri hususların gerçek olduğunu düşünüyor ve bunu dillendirmekten de çekinmiyorlar. Onlarla ayrıştıkları noktanın, “abartılı iç savaş tehlikesi” tespiti olduğunu söylüyorlar. Salt bu tutum bile faşist demagojiye verilen meşrulaştırıcı destekle onun değirmenine su taşımak anlamına gelmektedir.
Yapılan bir ankete göre Fransızların yaklaşık yüzde 60’ı askerlerin çıkışına destek veriyor; “toplumun parçalandığı”, “şiddetin tırmandığı” gibi argümanlardaki hemfikirlik ise %75’i aşıyor. Bu algının sadece faşistler tarafından değil, tüm burjuva siyasetçiler tarafından yaratıldığı ve suiistimal edildiği apaçık ortadadır. Macron’un hem Sarı Yeleklilere, hem göçmenlere, hem gençlere, hem de mücadeleci işçilere karşı giderek artan devlet terörü uygulamaları da, otoriter uygulamaları normalleştirerek daha da ötesini hedefleyen faşist arayışları sıradanlaştırmaktadır. Hiçbir ciddi yaptırıma maruz kalmadan, generaller açıkça darbeden bahsedebiliyor ve polis birlikleri yargısız infazları savunabiliyorsa, yani faşist güçler bu denli pervasızlaşabiliyorsa, bunu mümkün kılan şey düzenin otoriterleşme sürecidir.
Fransa, son yıllarda emekçilerin mücadeleleriyle sarsılıyor ve giderek istikrarsızlaşıyor. Arka arkaya gelen mücadele dalgaları (İş Yasasındaki değişikliklere karşı gelişen işçi eylemleri, sonra Sarı Yelekliler ve son olarak da büyük grev dalgası) Macron’u yıpratsa da deviremedi. Ama Macron da bu dalgaları pandemi gerekçesiyle daha da meşrulaştırdığı devlet terörü uygulamalarıyla geriletebilse de ezmeyi başaramadı. Sınıf savaşımının şiddetlendiği bu genel ortam, aslında köklerini yine sınıfsal sorunlardan almasına rağmen bir kimlik sorunu olarak görülen sorunlarla birlikte (göçmenler ve Müslümanlar) daha da patlayıcı bir hal alıyor.
İşte askerler ve kuşkusuz Le Pen, Fransız burjuvazisinin genel krizine faşist bir çözüm öneriyor ve bunu göçmen düşmanı retorikle meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bildirilerden de görüleceği gibi, faşist Le Pen, yalnızca ordu üst kurmayı arasında değil, polis teşkilatında da ciddi bir desteğe sahip. Bir ankete göre her 4 polisten 3’ü Le Pen’in faşist partisini destekliyor. Bazı faşist polis sendikaları, polisin “suçlulara karşı” yargısız infaz yapmasını savunuyor, tıpkı Brezilya ve Filipinler’deki gibi (bu ülkelerde yargısız infazlar doğrudan devlet başkanları tarafından sahiplenilip meşru gösteriliyor).
Geçtiğimiz günlerde yapılan Bölgesel Yönetim seçimlerinde, iktidardaki Macron’un partisi büyük kayıp yaşayıp seçimleri kaybederken, Le Pen’in faşist partisi de bariz bir oy kaybına uğradı. Faşist olmayan burjuva basın Le Pen’in yenilgisi karşısında sevinç çığlıkları atsa da, bu durum hiç de faşist tehdidin bertaraf edildiği anlamına gelmiyor. Zira Le Pen geçmiştekinin neredeyse üçte birine inse de 2,7 milyon oy almıştır ve bu seçimlerde en yüksek oyu alan merkez sağ parti de aslında göçmen ve Müslüman düşmanlığı konusundaki politikalarıyla onun ekmeğine su taşımaktadır. Öte yandan bu seçim sonuçları Fransız seçmeninin gerçek eğilimlerini yansıtmıyor, seçimlere katılım oranı %34 gibi dip noktalarda. Büyük bir çoğunluk, özellikle de gençler, seçimlerden ümidini kaybetmiş durumda ki, bu durum Le Pen gibi hesabını kitabını yalnızca Meclis sandalyelerinin sayısına dayandırmayan faşist oluşumların lehine işliyor. Asla unutmamak gerekiyor ki, faşizm, gücünü seçim sandıklarından değil, yıkıcı krizden, kitlelerin umutsuzluğundan, finans kapitalin ve devlet aygıtının derin mahfillerinin desteğinden alıyor. Onun bir tehlike oluşturup oluşturmadığını, sadece ve sadece seçim sonuçlarının sayısal analizi aracılığıyla tespit etmeye kalkışanlar ya ahmaktırlar ya da halkı bilinçli olarak aldatmaktadırlar.
Faşizm tehlikesi büyüyor
Liberal söylem, faşizmi, geçmişte çok istisnai koşullarda ortaya çıkmış istisnai bir totaliter rejim olarak resmeder. Bu anlayışa göre bu tarz faşist rejimlere modern dünyada artık yer yoktur. Yine aynı anlayış, askeri darbeleri ve askeri diktatörlükleri geri ülkelere has gerilikler olarak lanse eder. Aslında gerek Avrupa’daki gerekse de ABD’deki burjuva siyasetçilerin faşist hareketleri ve son dönemde yaygınlaşan askeri bürokrasinin siyasete müdahale çabalarını küçümsemelerinin arka planında bu anlayış önemli bir rol oynuyor. Oysa gerçeklik bu liberal anlayışın resmettiğinden çok farklıdır. Fransa örneğine bakmak yeterlidir. Ülkenin mevcut anayasası 1958’deki başarısız darbe girişiminin ürünüdür aslında. Yıllar boyunca Fransa’nın sömürgesi olan Cezayir’de başlayan ulusal kurtuluş mücadelesi güçlenip ilerledikçe sömürge politikası Fransız egemen sınıfı içerisinde bir ayrışma yaratmıştı. Cezayir’in bağımsızlığa doğru gidişatından memnun olmayan generaller daha sert sömürgeci politikalar doğrultusunda hükümete baskı yapmaya başlamışlar, Fransa’nın bir parçası sayılan Cezayir’de yönetime el koymuşlar ve Paris’teki hükümeti devirme planlarını hayata geçirmeye girişmişlerdi. Buna karşı II. Dünya Savaşı kahramanı olarak görülen General Charles de Gaulle, olağanüstü yetkilerle devlet başkanlığına getirildi. De Gaulle’in itibarı sayesinde darbe başarısız olsa da bu doğrultudaki girişimlerin arkası kesilmedi. 1961’de bu kez Cezayir’in bağımsızlığını kabullenmek zorunda kalan De Gaulle’e karşı isyan eden kimi generaller Cezayir’de bazı kentleri kurdukları cunta adına ele geçirmişlerdi. Bu darbe girişimi de De Gaulle’ün halka çağrısı ve halkın sokaklara çıkması sonucunda geri püskürtüldü. Fransa’daki subayların Valeurs Actuelles’teki son bildirilerini yayınlama tarihi işte bu darbe girişiminin yıldönümüne özellikle denk getirilmiştir.
Mesele asla Fransa’yla sınırlı da değildir. Fransa’daki generaller bildirilerini takiben faşizm geçmişi gayet iyi bilinen Almanya ve İspanya’dan da benzer çıkışlar duyuldu. Almanya’da da 13 bin civarında emekli askerin iletişim ağları oluşturup çeşitli komplolar planladıkları ortaya çıktı. Üstelik bu gruplarda yalnızca emekli askerler değil, sivil faşist oluşumlardan da üyeler mevcut. Almanya İçin Alternatif (AfD) adlı faşist parti de işin içinde.
Ama esas sarsıcı olan gelişme “demokrasinin beşiği ve kalesi” ABD’de bile benzer bildirilerin yayınlanmasıydı. Geçtiğimiz yılki başkanlık seçimlerinden önce 317 emekli amiral ve general bir bildiri yayınlamış, bu bildiride, “2020 seçimlerinin ABD tarihindeki en önemli seçim maratonu olduğu” savunulmuş, “Demokrat Partinin sosyalistleri ve Marksistleri kucaklamasıyla, tarihsel yaşam tarzımız tehlikeye girdi” denmişti. Mayıs ayında yayınlanan son bildiride ise bu “öngörülerinin” doğrulandığı belirtilip, Biden yönetimi, “Demokrat Kongre ve mevcut yönetim altında ülkemiz, «sosyalizm ve Marksist bir tiranlık» hükümetine doğru sert bir sola dönüş yaptı” sözleriyle eleştiriliyor. Generaller, “Anayasal Cumhuriyet olarak, 1776’daki kuruluşumuzdan bu yana hiç olmadığı kadar hayatta kalma mücadelesi veriyoruz. Çatışma sosyalizm ve Marksizm taraftarları ile Anayasal özgürlük taraftarları arasındadır” diyorlar. Sonra da vatandaşlara “harekete geçme” çağrısı yapıyorlar. Generallerin talepleri ile Trump’ın faşist çizgisi neredeyse birebir örtüşmektedir.
ABD’de Cumhuriyetçi Parti içinde faşist eğilim giderek güçleniyor. Cumhuriyetçiler içerisinde seçimde hile yapıldığı iddiası halen büyük destek bulduğu gibi, bu iddiaya bağlı olarak Trump’ın Ağustos ayında yargı kurumları sayesinde Başkanlığa geri döneceği beklentisi bilinçli olarak körükleniyor. Bu iddialar temelsiz olsa dahi buna milyonlarca insan inandığı sürece, yeni hayal kırıklıklarından kaynaklı yeni faşist kalkışma ihtimalinden bahsetmek pekâlâ mümkündür. Faşist eğilimin çeşitli eyaletlerde yaptığı toplantılarda, tabanda bir “askeri darbe” beklentisinin olduğunun görüldüğü söyleniyor. Bu toplantılardan birinde, Trump’ın eski Milli Güvenlik Sekteri General Michael Flynn’e, “Neden burada da Myanmar’daki gibi bir askeri darbe gerçekleşmiyor” diye soruluyor, onun cevabı ise şu: “Aslında gerçekleşmesi gerekir.” Ocak ayındaki isyancılar Trumpçılar tarafından kahraman olarak, ölen birkaç kişi de dava şehidi olarak kutsanıyorlar; tam da ilgili olaylarda dikkat çektiğimiz üzere. Trump’ın seçimleri ve başkanlığı kaybettiğini ama Trumpçılık açısından durumun hiç de öyle olmadığını defalarca vurguladık. 6 Ocakta Washington’da yaşananların münferit ve istisnai bir şey olmadığını, içine girilen dönemin sembolik ifadesi olduğunu söyledik. Bunların yalnızca ABD’yle sınırlı olmadığını da nicedir yazıyoruz. İşte Fransa’dan Almanya’ya Avrupa’daki faşist askeri muhtıraları da bu çizginin bir parçası olarak görmemiz gerekiyor.
Faşizmin önünü kesmek için göçmenlerle ortak mücadele şarttır
Kapitalizmin tarihsel krizi, burjuva demokrasisinin hüküm sürdürdüğü tüm ülkelerde, geleneksel partilerin, kendilerini merkezde ya da merkezle tanımlayan tüm partilerin güç kaybetmesine yol açtı, açmaya da devam ediyor. Buna mukabil birçok ülkede, siyasal kutuplaşma artıyor, siyasal yelpazenin uçlarına kayış güçleniyor. Genel bir olgu olarak, yeterince güçlü ve etkili bir devrimci proleter örgütlülüğün olmayışından ötürü, birçok ülkede merkezden uzaklaşıp uçlara kayma eğiliminde büyük payın faşist eğilimlere gittiğini görüyoruz. Son olarak Fondapol adlı araştırma kuruluşunun tüm Avrupa’da yaptığı çalışmayla ulaşılan veriler de bu tespitimizi doğruluyor. Buna göre, seçmenlerin yaklaşık %25’i kendini solda tanımlarken[1], ortalama %40’ı yelpazenin sağında olduğunu söylüyor.[2] Bu kutuplaşmanın birçok ülkede çok yakın oranlar göstermesi ilginç bir olgudur. Her ikisinden de daha düşük oranlarda olsa bile kendini siyasi yelpazenin merkezinde ifade etme oranının ise ülkeden ülkeye biraz daha büyük bir çeşitlilik gösterdiği görülüyor.[3]
Birçok ileri kapitalist ülkede olduğu gibi Fransa’da da faşist hareket, göçmen karşıtı söylemiyle ve yabancı düşmanlığıyla prim toplamaya çalışıyor. Bu noktada İslamofobi başat bir rol oynuyor. Önde gelen birçok ileri kapitalist ülkede yasal ve yasadışı göçmenlerin sayısı giderek artıyor. Ortadoğu’da ve Afrika yürüyen emperyalist savaşlar, emperyalistlerin kışkırttığı iç savaşlar ya da çatışmalar, milyonları göç yollarına sürükledikçe, Avrupa’ya doğru Müslüman ülkelerden gelen göçün sonu gözükmüyor. Daha iyi bir yaşama kavuşma umuduyla yolları arşınlayan on milyonlar eğer şanslılarsa ulaştıkları ülkelerde genellikle hiç de hoş karşılanmıyorlar ve büyük çoğunlukla sefillik ve belirsizlikle dolu bir yaşama mahkûm oluyorlar. Kendilerinden onyıllar önce ileri kapitalist ülkelere resmi yollardan göç edip çok daha elverişli koşullarda bir yaşam kuran milyonlarca insan bile ciddi kültürel farklılıklardan ötürü bir türlü aşılamayan entegrasyon sorunları yaşamışlarken, çok daha beter durumda adeta birer sığınmacı olarak o ülkelere kapağı atan yığınlar çok daha ağır şekilde bu sorunları yaşıyorlar. İslam inancına sahip göçmenler bu açıdan çok daha dezavantajlı konumdalar. Üstelik gerek geldikleri ülkelerde gerekse de Avrupa’da siyasal İslamcı demagojinin kurbanı olmaktan kurtulmaları da hiç kolay değildir.
Diğer taraftan, giderek büyüyen bu göçmen nüfus, Milenyum dönemecinden itibaren kapitalist dünyayı giderek şiddetlenen dalgalar halinde vuran ekonomik kriz silsilesinin belirlediği bir ortamda kapitalizmin doğurduğu sorunların günah keçisi ilan edilmek üzere en kolay hedefi oluşturuyor. Beklentileri karşılanmayan, sefalete mahkûm edilen, ciddi kültürel farklılıklardan ötürü entegrasyon sorunları yaşayıp gettolaşmaktan kurtulamayan bu göçmenler arasında da hoşnutsuzluk birikerek artıyor. Yeni göçmenlerin eskilerine kıyasla hoşnutsuzluklarını dışa vurmada daha tutuk davranmaları gayet anlaşılır bir olgudur. Uzun yıllardır Avrupa ülkelerinde yaşayan, en azından yurttaşlık gibi sorunları çözmüş olan göçmenler arasında ise hoşnutsuzluk çok daha rahat dışa vurulabiliyor. Bu kesimin özellikle gençliği, faşistlerin kendilerini hedef göstermesine haklı olarak giderek artan bir tepki gösteriyorlar. Ancak bu kesimleri gerek sendikaların gerekse de sözümona sosyalist partilerin görmezden gelmesi, İslamcı demagojinin ekmeğine yağ sürmüş oluyor. Onların tepkisini örgütleyip yönlendirebilecek devrimci güçlerin yokluğunda söz konusu tepkiler radikal İslamcılığın kışkırttığı saldırganlığa hizmet eder hale gelebiliyor. Böylece faşist propaganda ve saldırganlıkla radikal İslamcı gericilik birbirini besleyerek büyümeye devam ediyor. İslamofobik ırkçılığa bir tepki olarak İslamcı şiddet bu kesimler arasında güçleniyor. Böylelikle içinden çıkılmaz görünen bir ırkçılık girdabı oluşuyor. Tüm toplumsal meseleler, bu kimlikler temelinde tartışıldıkça, çözüm de, sorunları yaşayan emekçilerin birleşme ihtimali de giderek soluklaşıyor.
İster yasal olsun ister yasadışı, ister çalışan olsun ister işsiz, göçmen emekçilerle “yerli” emekçilerin ortak mücadelesi aynı çatı altında örgütlenmedikçe, bu kesimlerin birbirlerine karşı besledikleri negatif önyargıların üstesinden gelmek mümkün değildir. Mesele göçmen emekçilere soyut bir dostluk eli uzatmak, kardeşlik türküleri söylemekten ibaret değildir asla. Zira aynı çatı altında örgütlenip mücadele etmedikleri sürece işçi sınıfının bu kesimleri birbirinin rakibi durumundadır; burjuvazi tarafından son derece bilinçli bir şekilde beslenip köpürtülen bir rekabet! Kültürel farklılıkların, entegrasyon sorunlarının vb. çözümü de ancak zaman içerisinde ve mücadele aracılığıyla mümkündür.
Faşistler göçmenleri ve en başta da Müslüman göçmenleri hedef tahtasına oturtuyorlar. Ağır krizin boğduğu en bilinçsiz kesimler içinde bu propaganda etkili oluyor. Avrupa’nın en ileri kapitalist ülkeleri olan Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya’da insanların yarısıyla üçte ikisi arasında değişen bir yüzdesi, göç dalgasını ve İslamı bir tehdit olarak algılıyor. Bu ülkelerdeki nüfusun çoğunluğu (%53 ilâ 63 arasında değişen oranlar söz konusu) ülkelerinde “çok fazla göçmen olduğunu”, “göçmen alımının durdurulması gerektiğini” düşünüyor. Bu oranların bu denli yüksek oluşunda anket şirketlerinin tiksindirici manipülasyonlarının da payı olduğunu eklemek gerekiyor. Bir din olarak İslamla, radikal siyasal İslamı ve onun giriştiği şiddet eylemlerini aynı kefeye koyarak sorular oluşturuluyor ve bu ikisinin aynı şey olduğu algısı pekiştirilerek faşistlerin değirmenine su taşıyorlar. Bir diğer olgu da faşist eğilimlerin genç kesimler içerisinde daha fazla yankı bulmasıdır.[4]
Batılı emperyalist ülkelerin tamamında yukarıda özetlediğimiz tablo üç aşağı beş yukarı geçerlidir. Özellikle merkez sağ partiler ve onlardan oluşan yönetimlerin, göçmenlere ve İslama yaklaşımları ile faşist parti ve eğilimlerin bu konulara yaklaşımları arasında kategorik bir fark yoktur aslında. Bu hususlarda aralarındaki esas farklılık gerçek düşüncelerini ne denli açıkça dile getirdikleriyle ilgilidir. Faşistler açıkça ırkçı bir yaklaşım sergilerken, daha ılımlı sağ hükümetler daha ihtiyatlı bir dil kullanıyorlar hepsi bu. Örneğin, İsrail’in Filistin halkına yönelik son katliamının nasıl karşılandığına baktığımızda hem İslamofobiyi, hem de yabancı düşmanlığını apaçık görüyoruz. Her zaman olduğu gibi bu kez de İsrail devletinin uyguladığı zulüm ve sergilediği vahşete dönük eleştirileri, Yahudi düşmanlığıyla ve anti-Semitizmle damgaladılar. Örneğin, Alman Adalet Bakanı ülkesindeki İsrail karşıtı gösteriler için şunları söylüyor: “Yahudi düşmanlığının başladığı noktada gösteri ve düşünce özgürlüğü biter.” Oysa benzer bir açıklamanın İslam düşmanlığı ile ilgili yapıldığına şahit olmadık, tersine, çeşitli İslam değerlerini alenen aşağılayan tutumlar her defasında “düşünce özgürlüğü” adına mazur gösteriliyor. Bu ikiyüzlülük kuşkusuz Avrupa’da yaşayan Müslüman kitleleri haklı olarak rahatsız ediyor; radikal İslamcı saldırganlık da bu rahatsızlığı sonuna kadar suiistimal edebiliyor. Almanya’daki iktidar partisinin sözcüsü daha da ileri gidip hem göçmenleri hedef haline getiriyor hem de İsrail devletinin varlığını sorgulamaya kimsenin hakkı olmadığını belirtiyor. Ona göre, son İsrail karşıtı protestolar “Almanya’nın göç politikasında sorunlar olduğunu ortaya koymakta”dır. “Yahudi düşmanı” ve İsrail karşıtı olaylara katılanlar hakkında “hukuki işlem yapılması gerekmektedir” diyerek ekliyor: “İsrail’in varlığını tanımaya yönelik devlet politikamızı ciddiye alıyorsak meydana gelen olaylar izlenen göç politikasına yönelik derin şüpheler yaratıyor.” Almanya gibi bir ülkede iktidar partisinin sözcüleri ve bakanları bu denli bariz şekilde göçmen düşmanı ve İslamofobik açıklamalar yapıyorlarsa, o ülkede faşizmin ekmeğine yağ sürüyorlar demektir.
Öyle bir tarihsel dönemden geçiyoruz ki, gerek merkez sağ hükümetler gerekse de kifayetsiz sözde sol hükümetler, izledikleri politikalarla, kendi iradelerinden bağımsız olarak faşizmin önündeki yolu temizlemek gibi bir nesnel rol oynamaktadırlar. Kriz içinde debelenen kapitalizm faşizmin zeminini güçlendirirken, bu tehdidi ortadan kaldırmanın tek yolu, işçi sınıfının faşizme karşı sınıf cephesini, birleşik bir işçi-emekçi cephesini inşa etmekten geçiyor. İleri kapitalist ülkelerde böylesi bir cephenin en önemli unsurunun göçmen emekçiler olacağı apaçıktır.
[1] Fransa’da %24, Almanya’da %26, İngiltere’de %25, İtalya’da %27. Bu ve takip eden sayılar için bak: https://www.amerikaninsesi.com
[2] Fransa’da %38, Almanya’da %36, İngiltere’de %40, İtalya’da %44
[3] Fransa’da %17, Almanya’da %29, İngiltere’de %19, İtalya’da %13.
[4] 18-34 yaş aralığındakilerin %41’i kendilerini siyaseten sağ ya da aşırı sağda tanımlıyorlar.
link: Oktay Baran, Kapitalizmin Kalelerinde Faşist Muhtıralar, 5 Temmuz 2021, https://marksist.net/node/7397
Umudun Gözleri
Korona Virüstür, Kapitalizm Salgın!