

19 Mart sabahı Türkiye faşist rejimin saldırılarının yeni bir dalgasıyla uyandı. Bir gün önce diploması Sarayın emir kullarınca iptal ettirilen İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun yanı sıra aralarında Şişli ve Beylikdüzü Belediye Başkanlarının, İBB Genel Sekreterinin, belediye yöneticilerinin, danışmanların, gazetecilerin vb. olduğu 108 kişi hakkında gözaltı kararı alınarak harekete geçildi. Savcılık, gözaltıların yolsuzluk ve teröre yardım suçlarından başlatılan iki ayrı soruşturmadan kaynaklandığını açıkladı. Aynı saatlerde İstanbul Valiliği de kentte 19-23 Mart tarihleri arasında her türlü toplantı, gösteri, basın açıklaması vb’yi yasakladı. Dahası olası protesto gösterilerini engellemek için kentin birçok ana caddesi trafiğe kapatıldı, şehrin ana meydanlarına giden metro hatlarının birçok istasyonu kapatıldı. Sosyal medya kanalları üzerinden iletişimin önüne geçmek için bu internet mecrası fiilen bloke edildi. Kullanıcılar sadece VPN üzerinden sosyal medyaya ulaşabiliyorlar. Kısacası İstanbul’da adı konulmamış bir sıkıyönetim ilan edilmiştir ve bunu hızla diğer büyük şehirlerin takip etmesi muhtemeldir.
Tümüyle düzmece “yolsuzluk” ve “terör” suçlamalarıyla muhalefeti kriminalize etmeye çalışan rejim, İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığını engellerken İBB yönetimini de ele geçirmek istemektedir. Faşist rejimin Kürt belediyelerine ve “kent uzlaşısı”yla kazanılan CHP belediyelerine yönelik saldırılarının CHP ve DEM Parti tarafından ilk ağızda “darbe” ya da hatta “darbe girişimi” olarak nitelendirildiğini biliyoruz. Bu sefer de aynı söylemin kullanıldığını görüyoruz. Oysa karşımızdaki bir darbe ya da darbe girişiminden öte, dokuz yıl önce darbe üstüne darbelerle kurulup pekiştirilmiş faşist bir rejimin, toplumsal muhalefeti adım adım ezme ve sindirme operasyonunun yeni bir perdesidir. Rejim, bugüne kadar muhalefet partilerine tanıdığı yaşam alanını daha da daraltmaya, tehdit olarak gördüğü unsurları tasfiye etmeye çalışmaktadır.
Bu son saldırı dalgasının iki boyutu bulunuyor.
Birincisi, iktidar vaktiyle “kent uzlaşısı” olarak adlandırılan seçim işbirliğini sanki bir suçmuş gibi sunup, bunun üzerinden CHP’li belediyeleri “terörle işbirliği” yapmakla suçlayarak tasfiye etmeye girişiyor. Bu saldırı dalgası DEM Partili belediyelerle başlamış, ardından CHP’li belediyeleri de kapsamıştır. Faşist rejimin kendisine karşı zafer kazanmış muhalif yerel yönetimlerle ilanihaye yan yana yaşaması zaten mümkün değildi. Hele de bu yerel yönetimler İstanbul dahil neredeyse tüm büyük şehirleri içeriyorsa. Dolayısıyla, bu adımların bir boyutu, iktidarın, elinden gelen tüm engellemelere, baskılara, hilelere rağmen kaybettiği yerel seçimlerin sonuçlarını tasfiye etmesi, merkezi faşist otoriteye karşı yerel yönetimlerden yükselen muhalefeti boğma girişimidir.
İkincisi ve bu noktada daha da belirleyici olan boyut, İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığıyla ilgilidir. Bu son darbenin zamanlaması da bununla ilgilidir. Bu hafta sonu yapılacak ön seçimle adaylığının kesinleşmesi beklenen İmamoğlu’nun önü resmen ve güya hukuken kesilmek istenmektedir. Zira Erdoğan, İmamoğlu ile girişeceği bir sandık yarışından galip çıkamayacağını görmüştür ve bu yüzden de her türlü riski alıp onu tasfiye etmeye karar vermiştir. Bugüne dek her seçimde türlü dalaverelerle, baskı ve engellemelerle, hilelerle vb. kendisini galip çıkmış gösteren iktidar, tüm bu yöntemlerin dahi artık derdine derman olamayacağını görmektedir. Zira aksi yöndeki tüm yalan bombardımanı bile ekonominin feci halini gizlemeye yetmiyor. Çalışanların ezici çoğunluğu açlık sınırının altında kalan bir asgari ücret düzeyinde hayatta kalmaya çalışıyor. Asgari ücretin bile altında kalan sefalet maaşlarına mahkûm edilen emeklilerin durumu tam bir fecaat. Gençlik kendisini işsizlik ve geleceksizlik sarmalına hapsedilmiş hissediyor. Bütün bunlardan dolayı emekçi halkın hoşnutsuzluğu giderek büyüyor. Bu hoşnutsuzluk eylemli bir tepkiselliğe dönüşmüyorsa bunun tek nedeni, emekçilerin hem sendikal hem de siyasal alanda gerçek bir mücadeleci önderlikten yoksun oluşlarıdır. Ama bu durum iktidarın korkularını yatıştırmıyor. Zira bir kanal bulan emekçiler harekete geçmekten çekinmiyorlar, son zamanlarda şahit olduğumuz işçi eylemleri bunu kanıtlıyor. Antep’teki işçilerin ücretle sınırlı talepleri bile iktidarı korkutmaya yetmiştir. Bu işçilere önderlik eden sendika başkanının bir aya yakın süredir düzmece suçlamalarla tutuklu bulunması da bunu göstermektedir.
Bu adım açık bir tasfiye saldırısı olsa da gerçekte iktidarın güçsüzlüğünün göstergesidir. Muktedirlerin etrafındaki kimi akıl hocaları aksi yönde defalarca uyarıda bulunmuştur, ama gelinen noktada belli ki muktedirler başka bir şanslarının kalmadığına hükmetmişlerdir. İktidarın bu adımı atarken kırk defa düşündüğü kesindir. Açıklama yapmaktan başka hiçbir şey yapmayan, halkı sokaktan uzak tutmayı maharet bellemiş bir ana muhalefet partisi onların en büyük şansıdır aslında. Bu yüzden CHP’den çok memnunuz diyordu Erdoğan daha birkaç gün önce. Dış siyaset cephesinde de Erdoğan’ın eli bugünlerde rahatlamış durumdadır. Muhakkak ki giriştiği bu saldırı dalgasına karşı ABD ve AB’den ciddi bir tepki gelmeyeceğini düşünmektedir. Zira Ortadoğu ve Suriye cephesinde ABD-İsrail projesine angaje olunması ve Rojava’daki Kürt oluşumuna dair birtakım tavizler vermeyi kabul edecekmiş gibi görünmesi nedeniyle ABD’yle ilişkilerde şimdilik bir rahatlama söz konusudur. Öte yandan ABD’nin NATO ve AB’ye ilişkin çıkışları nedeniyle panikleyen ve TC’nin askeri gücünü kendi çıkarları doğrultusunda bir biçimde kullanabileceğini düşünen AB ülkelerinden de ciddi bir tepki ve yaptırım gelmemesi muhtemeldir. Elbette ki “derin endişeler” ve “demokratik kaygılar” dile getirilecektir ama bunlar kimin umurunda!
Faşizmin bu saldırısının, ıvır zıvır hukuki tartışma ve teşhirlerle, basın açıklamalarıyla, kınamalarla ve hatta kitlelerin öfkesini boşaltmaya yarayacak göstermelik bir ya da birkaç mitingle püskürtülmesi mümkün değildir. Tek yol emekçi halkın seferberliğini sağlamaktır. Aslında yapılması gerekeni tarihin yanı sıra günümüzdeki mücadeleler de açık şekilde göstermektedir. Güney Kore’den Yunanistan ve Sırbistan’a, Tunus’tan Latin Amerika ülkelerine kadar her yerde, bu tip durumlarda sendikalar ve hatta solcu burjuva muhalefet partileri bile “genel grev” çağrılarıyla hayatı durdurarak anlamlı bir direniş ortaya koymaya çalışmışlar ve bunu gerçekleştirebildikleri ölçüde başarılı da olmuşlardır. Türkiye’de ise tümüyle devletçi reflekslerle hareket eden CHP’nin ve onun kuyruğundaki sendikaların böyle bir çağrıda bulunmak akıllarının ucundan bile geçmemektedir.
Bu rejimden demokratikleşme, normalleşme, yumuşama beklenemez. Emekçileri sandık hayalleriyle avutan bekletmeci ve oyalamacı tutumların tahripkâr yanlışlığı apaçık ortadadır. Faşizme karşı gerçek ve kitleleri seferber edecek bir siyasal direniş hattı ancak bir emek cephesinin inisiyatifiyle örülebilir. Bu rejimden ancak emekçi kitlelerin seferber olacağı bir mücadeleyle onu yıkarak kurtulunabilir.

link: Marksist Tutum, Rejim Saldırmaya Devam Ediyor: İmamoğlu da Gözaltında!, 19 Mart 2025, https://marksist.net/node/8475
Kızıl Bayrağı Dalgalandıran Paris Komünü
Rejimin Gözaltı Operasyonu Tüm Türkiye’de Protesto Ediliyor