Kapitalist sistemin içinde bulunduğu tıkanıklık, yaşanan sistem krizi, hegemonya kavgası ve ona bağlı olarak büyüyen emperyalist paylaşım savaşları. Şüphesiz ki kapitalist sistemin efendileri, tıkanan sistemlerinin önünü açmak, pazarlarını genişletip derinleştirmek ve rakip güçleri alt edebilmek için türlü yol ve yöntemlere başvururlar.
İşte bu yöntemlerden birisi de savaştır. Savaş egemen sınıflar için bir ganimet, dünyayı ve işçi sınıfının ürettiği değerleri paylaşma savaşıyken işçi sınıfı açısından tam tersidir. İşçi ve emekçiler için savaş, halkların sebepsiz yere birbirini boğazlaması, büyük bir yıkım, yok oluştur. Burjuvazinin büyüyen kara propagandası, artan militarizasyon ve yeryüzünün tam anlamıyla kan gölüne dönmesidir.
İşte, Hasan İzzettin Dinamo 1968 yılında yayınlanan “Savaş ve Açlar” romanında savaşı ve savaşın yoksul halk üzerindeki trajik etkisini bizzat yaşamından örneklerle çok çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır. Romanda Dinamo ailesinin, Trabzon, İstanbul ve Samsun arasında geçen yaşam kavgasında, aslında Anadolu toplumunun ortak kaderidir anlatılan. Egemenler “ecdadımız Osmanlı’nın şanlı zaferleri”nden dem vururken, Dinamo Osmanlı’nın geleneğini devralan İttihatçıların gerçekte halkla hiçbir alâkalarının olmadığını ortaya koyar.
Her olaydan bir kahramanlık destanı yaratmaya meraklı olan egemen sınıf, Allahuekber dağlarında soğuktan donarak ölen yaklaşık 90 bin askerin kemiklerini sızlatırcasına oradan da bir kahramanlık destanı çıkarma yarışına girmiştir. Oysa savaşın acı yüzü farklıdır, Almanya ile ittifak içinde olan İttihatçıların savaş yenilgisi, savaşta on binlerce yoksul emekçi gencin sebepsizce öldürülmesi, tüm toplumlarda derin bir yaraya dönüşür. Doğa şartlarını hesap etmeyen İttihatçı subaylar, kara kışın soğuğunda on binlerce yoksul askeri yazlık elbiselerle savaşa sürer ve donarak ölmelerine neden olurlar. İşte bu askerlerden biri de Hasan İzzettin Dinamo’nun babasıdır. Yoksul halkın gençlerini en yaralayan şey ise, onlar kara kışın ortasında yazlık elbiselerle sıtmaya tutulmuşçasına titrerken, İttihatçı subayların kafalarında kalpaklar, sırtlarında kürklü paltolarla emir yağdırmalarıdır.
Birinci emperyalist paylaşım savaşı sadece cephedekiler için değil, geride kalan asker yakınları için de tam bir yıkım getirmiştir. Durumu el verenler savaşa katılmayıp bedel öderken, “vatanı kurtarma” görevi öyle bir imkânı olmayan yoksul emekçilere düşmüştür. Kitabın ana karakterlerinden Temel Çavuş’un da dediği gibi, yoksul halkın çocukları cephede can verirken, durumu iyi olanlar servetlerine servet katmıştır. Aynı süreçte gayrimüslimler ya yerinden yurdundan edilmiş ya da çeşitli katliamlara maruz kalmışlardır. Her iki durumda da boşalan yerlere dönemin egemenleri, yani İttihatçılar çökmüştür.
Emperyalist savaş ve savaşın demir kanunları derin bir yoksulluk ve çürümeyi beraberinde getirir. Hırsızlık, fuhuş, mala çökme, yağma, yani olağan koşullarda hor görülen ne varsa normalleşmeye başlar. Temel Çavuş ve eşi Şakire Hanım kimin için savaştıklarını sorgulamaya başlar ve kısa sürede çıktıkları sonuç bu savaşın kendilerine ait bir savaş olmadığıdır. 14, 15 yaşında çocukların cephede öldüğüne, gayrimüslim komşuların mallarına çöküldüğüne, sapasağlam insanların para karşılığı savaşa gitmediğine şahit olan Şakire, kaderine ve savaşa isyan eder. Özellikle kocası ve oğlunun askerde öldürülmesiyle tam bir yıkım yaşayan ve derin bir yoksulluğa yuvarlanan aile “hangi pok yiyen bu savaşı çıkardı” diye isyan eder. Kitaplarda anlatılan abartılı Nene Hatun hikâyelerinin savaş koşullarında pek geçerli olmadığına ve kadınların savaş şartlarında yaşadığı yıkıma ışık tutar kitap. Öyle ki savaşın acılarını, yoksulluğu derinlemesine yaşayan aileler adeta insanın acıya dayanma sınırını zorlar. Ölümle burun buruna gelen asker aileleri, neredeyse yenilebilir her şeyden, çöpe atılan hayvan bağırsaklarından bile medet ummaktadırlar.
“Savaş başlayalı üç yıl olmuş, Rusya’da devrim olduğu haberi her yere ulaşmıştır. Devrimden sonra Rus ordularının Karadeniz’den Batum’a doğru geri çekilmeye başlaması üzerine Şakire, çocuklarını yetimhaneye verip kendisi Akçaabat’a dönmeye karar verir. Çocukları yetimhanede hiç olmazsa açlıktan ölmekten kurtulacak, kendisi de memleketinde hayatta kalmanın bir yolunu bulacaktır. Ama can pazarının yaşandığı günlerde en değersiz şey yoksulların canıdır. Ölüm, açlık ya da hastalıkla her gün yüzlerce yoksulu alıp götürdüğünden artık sıradanlaşmıştır. Şakire de koynuna sakladığı birkaç kuruşu fark eden hasta bakıcı tarafından iğneyle öldürülerek, savaşın Temel Çavuş ailesinden kopardığı son kurban olur. Evet, birkaç kuruş için öldürülmüştür Şakire. Onun gibi onlarca yoksul cenazesi hastanelerden kimsesizler mezarlığına taşınırken, bu ölümlerin peşine düşecek, hesabını soracak hiç kimse yoktur.”[*]
Bugün de savaş tekelleri savaşı körüklemekte, emperyalist paylaşım savaşı milyonlarca insanın canını almaktadır. Savaş ve Açlar romanı, bir acı gerçeğe çok net bir şekilde ışık tutmaktadır. Savaş insanı insanlıktan çıkaran, pek çok insanı adeta bir canavara dönüştüren bir felâkettir. Hasan İzzettin Dinamo’un da değindiği gibi savaş yoksul emekçiler için tam bir yıkım ve felâkettir. Fakat eğer ki işçi sınıfı örgütlü ve doğru bir önderliğe sahipse emperyalist savaşın seyri değişebilir. İşte 1917 Şanlı Ekim Devrimi bunun canlı örneklerindendir. Emperyalist savaş işçi sınıfının doğru devrimci önderliği ile işçi iktidarına giden yolu açar ve savaş sınıf savaşına dönüşür. Rus işçi sınıfının devrimci önderliği sayesinde, emperyalist güçlerin planları bozmuştur. Rus işçi sınıfının savaşı iç savaşa çevirmesi ve iktidarı ele almasıyla birlikte, emperyalist güçler savaşı bitirmek zorunda kalmışlardır. Yani emperyalist güçler dünya işçi sınıfını birbirlerine boğazlatırken, Ekim Devrimi daha nice genç fidanların birbirini boğazlamasının önüne geçmiştir. Slogan nettir: “Dışarıda arama, asıl düşman içeride!”
link: Esenyurt’tan bir metal işçisi, Tanıklıklardan “Savaş ve Açlar”, 25 Kasım 2024, https://marksist.net/node/8387
Rejimin Kayyum Saldırısı Dersim’e Uzandı