2023 kapanıp yeni bir yıl başlarken yaşanan gelişmeler, rejimin niteliğine, emekçilerin yaşadığı yıkım tablosuna, düzen içi muhalefetin açmazları ve çapsızlığına dair yeni veriler sunuyor. Ekonomik yıkımdan, emekçilerin cumhuriyet tarihinin en derin ve hızlı yoksullaşmasına maruz kalışından uzun süredir söz ediyoruz. TÜİK bile bir süredir %60-85 aralığında enflasyon oranları açıklamak zorunda kalıyor. Üstelik bu oranın yalan ve gerçek enflasyonunsa bunun en az iki katı olduğunu her emekçi yaşayarak deneyimliyor. Tekellere ait sınai kuruluşlarla büyük finansal şirketler, bu enflasyonist ortamda hem düşen reel ücretler nedeniyle hem de fiyatları kontrol etmekteki avantajlarıyla ciddi kâr artışları yaşıyorlar. Ne var ki kontrol altına alınamayan kurlar başta olmak üzere bir dizi faktörden dolayı hem bütçedeki açık hem de dış ticaret açığı giderek yükseliyor. Bu açık kapatılamadığı sürece enflasyonun dizginlenmesinin mümkün olmadığı bilinen bir gerçektir. İktidar yurtdışından para bulmak için her yolu deniyor. İktisadi sıkışmışlığını ve döviz sıkıntısını bir nebze olsun ferahlatmak için atmayacağı takla, çiğnemeyeceği yemin kalmayan bir iktidar sözkonusudur. İçeride din suiistimali ve milliyetçi histeriyle uyuttuğu kitlelere, nasıl bir dünya liderliği sergilediğine dair efsaneleri yutturabilse bile, her şeyi en çirkininden bir pazarlık konusu haline getirmesiyle, gerçekte epey zaman önce uluslararası kamuoyunda alay konusuna dönüşmüştür. Para girişi sağlamak için ülkeyi kara para aklama ve uyuşturucu cenneti haline, devleti de narko-devlet haline getirmekten de çekinmediler. Tüm bu yöntemler ve günü kurtarmaya dönük önlemlerle vaziyeti idare etmeye çalışıyorlar.
Geçtiğimiz yıl olduğu gibi bu yıl da yıkım tablosuyla karşı karşıya olan emekçilerin ağzına bir parmak bal çalarak onların en azından bir kısmını uyutmaya devam etmeyi amaçlıyorlar. Bu doğrultuda bir yapıyorlarsa ellerindeki medya gücüyle bin anlatıyorlar. Amaçlarına belli ölçülerde ulaşabildiklerini de gözardı etmemeliyiz. Ama durumun vahameti artık o boyutta ki gerçekliği gizlemek her zamankinden çok daha zordur.
Son asgari ücret zammı, iktidara gözü kara destek verenler bir tarafa bırakılırsa emekçiler nezdinde iktidarın beklediğinden daha az bir ilgiyle karşılanmıştır. Başka türlüsü de mümkün değildi, zira yoksulluk alabildiğine derinleşmiş durumdadır. Asgari ücret daha düne kadar, iktidar yalakası Türk-İş merkezinin açıkladığı 4 kişilik bir ailenin salt mutfak masraflarından oluşan açlık sınırının bile altındaydı. Yine daha düne kadar, dört kişilik bir ailenin hepsi asgari ücretle çalışsa bile haneye giren toplam gelir Türk-İş’in açıkladığı yoksulluk sınırına dahi ulaşamıyordu! Şimdi, yapılan zamdan sonra herkes çalışırsa, yoksulluk sınırının bir tık üzerinde bir gelir elde edilebiliyor olacak. Ne kadar süreliğine? İktisatçılara göre en fazla 3 aylığına! Sonrasında yine tüm aile yoksulluk sınırının altında kalacak. Bu ülkede çalışanların yaklaşık yüzde 70’inin asgari ücret veya biraz üstünde bir ücret aldığını düşündüğümüzde, yoksulluğun boyutlarını kavrayabiliriz.
İktidarın yaptığı son zamla asgari ücret dolar bazında 543 dolara yükseldi. Yandaş basın bu seviyenin asgari ücretin ulaştığı en yüksek seviye oluşuyla övünüyor. Ellerindeki devasa propaganda aygıtıyla bu düşünceyi emekçilerin bir bölümünün kafasına işlemekte de zorlanmıyorlar. Göz boyamayı kısmen başarsalar da, gerçeklik görmek isteyenler için ortada duruyor. İktidarın bu yöndeki yalanlarını emekten yana analizleriyle bilinen akademisyenler yeterli açıklıkta teşhir ettiler.[1] Dolar temelinde bir karşılaştırma yapıldığında diğer iktisadi değişkenlerin de dolar bazında ele alınması gerektiğini, bu dönem boyunca (2002-2024) dolardaki enflasyonu da hesaba katmak gerektiğini belirterek, satın alma gücü de dikkate alındığında, asgari ücretlilerin yoksullaşmasının apaçık olduğunu ortaya koydular. Bunlara doların halen baskılandığını ve serbest bırakılsa fırlayıp yükseleceğinden, asgari ücretin dolar karşılığının da hayli düşeceğini ekleyelim.
Türkiye’deki faşist rejim, yükselen bir devrimci işçi hareketini bastırmak için kurulmadı. Rejimin temel çimentosu, faşist koalisyon ortaklarını bir arada tutan temel güdü, bölgede yürüyen savaştan ve onunla bağlantılı olarak daha da yakıcılaşıp uluslararası bir sorun haline gelen Kürt sorunundan kaynaklı olarak TC devletine yönelik tehdidin bertaraf edilmesidir. Ama şu noktayı da unutmamak gerekir ki, bu savaş kapitalizmin tarihsel-küresel sistem krizi içerisinde sürüyor ve Türkiye ekonomisi benzerlerine kıyasla çok daha kırılgan bir yapıdadır. Olası büyük bir çöküş ve patlak verebilecek olası bir toplumsal huzursuzluk dalgasıyla nasıl başa çıkılabileceğini finans kapitalin zirveleri de kara kara düşünüyor olsa gerek. Bu bakımdan mevcut faşist rejim, bazı noktalardaki eleştirilerine rağmen genelde finans kapital açısından ehveni-şer kabul ediliyor. Erdoğan’ın her fırsatta kararnamelerin nimetlerinden ve yasakladığı grevlerden bahsetmesi boşa değildir. Önümüzdeki MESS grevleri sürecinde de bir kez daha yasakçı tavrın takınılacağı kesin gibidir.
Geçtiğimiz dönemde gerek düzen muhalefeti gerekse de kimi sosyalist çevreler tarafından, mutfaktaki yangının iktidarı kendiliğinden götüreceği şeklinde bir yanılsama yaratılmıştı. Atladıkları şey, o denilenin (kuşkusuz önemli bir tadilatla) ancak olağan bir işleyiş içerisinde geçerli olabileceği, oysa Türkiye’de olağanüstü bir rejimin, faşizmin hüküm sürdüğü idi. Sözkonusu muhalif çevreler dün olduğu gibi bugün de faşizm gerçeğini görmezden geliyorlar. Üstelik ekonomik yangın mutfaktan çıkıp tüm evi sarmışken, gerek düzen içi muhalefet, gerek Kürt muhalefeti, gerekse de parlamentarist sosyalist çevreler sanki normal bir ortamdaymışız gibi seçimlere endekslenmiş durumdalar. Bir kez daha, bu seçimlerin “son seçim” olduğu, büyükşehir belediyelerini kazanmanın önemi vb. hakkında hikâyeler üretiliyor, açıktan ya da gizli ittifak görüşmeleri yürütülüyor. Seçimler yaklaştıkça bu endekslenmenin ve illüzyonist halin daha da derinleşeceği çok açıktır. Yani demek gerekiyor ki, düzen içi olanı bıraktık, sol muhalefetin önemlice bir bölümü de yaşananlardan hiçbir ders çıkarmamıştır maalesef.
Dış politikadaki gelişmeleri ve savaşın gidişatını bir tarafa bırakırsak, önümüzdeki dönemde sınıf hareketindeki bir yükseliş, rejimin gidişatı ve akıbeti açısından en belirleyici faktör olurdu. Açık ki rejim böyle bir yükselişe karşı önlemler almıştır ve bunları daha da tahkim edecektir. Rejim yerel seçimler öncesinde muhalefeti daha da baskılayıp ortalığı düzlemeye çabalayacaktır. Bunca deneyimden sonra seçim sürecinin demokratik bir süreç olacağını düşünmek safdillik olacaktır. Önümüz baskıların daha da artacağı bir ortamdır. Son haftalarda yaşananlar da bunu göstermiyor mu?
“Yargı krizi”
Faşizm ekseninde şekillenen yargının ne denli çürüdüğü geçtiğimiz dönemde Cumhuriyet Başsavcısının “adliyedeki rüşvet ve yolsuzluğu” HSK’ya şikâyet etmesiyle iyice ifşa olmuş, hemen arkasından da konu hakkında haber yasağı getirilmişti. Kimi muhalefet sözcüleri bıkmadan halen yargıya güvenden bahsededursunlar, mafya liderlerinin bile hâkimlerin rüşvetçiliğinden şikâyet ettiği bir ülkede yaşıyoruz. Faşizmin yarattığı çürümüşlüğün dibi bulunmuyor. 15 Temmuz darbe girişimini takiben en büyük tasfiyelerden biri de yargıda yaşanmış, yaklaşık 4500 hâkim ve savcı görevden ihraç edilmiş, yerlerine de kısa süre içerisinde 13.000 hâkim ve savcı atanmıştı. Atılanların geçmişte ne ölçüde adil karar verdikleri sorusunu saklı tutarak belirtelim ki yerlerine atananlar için bu soruyu sormak bile abestir. Muktedirler önünde cüppesini ilikleyen, rejime biat edip onun sopası olarak iş gören, liyakatten yoksun, AKP ve MHP teşkilatlarından aldıkları referanslarla iş başına gelen “hukukçu”lar…
Tablo buyken, yargının en tepesinde patlak veren “kriz” yeni gelişmelerin kapıda olduğunu gösteriyor. Anayasa Mahkemesi, ikinci kez, Can Atalay hakkında “hak ihlali” kararı vermesine rağmen Yargıtay bu kararı da tanımadı. Yargıtay, Anayasa Mahkemesi kararının “hukuki bir değeri olmadığı”nı söylemiş; hukukun bir değeri kalmadığını söyleyecek hali yoktu ya! Yaşanan durum bir “yargı krizi” olarak şekilleniyor, kimileri abartarak ve tuzağa düşerek buna bir “rejim krizi” ve hatta “devlet krizi” nitelemesini yakıştırıyor. Hâlbuki yargının nicedir rejimin tepesine bağlı olduğu, AYM’nin 15 üyesinin üçü hariç tüm üyelerinin (hem de 2016 Temmuzundan sonra) bizzat Erdoğan tarafından atandığı koşullarda, ondan Erdoğan’ın hilafına demokratik bir karar beklemek mümkün müdür? Bu olsa olsa rejim içerisinde ciddi çatlak ve çatışmaların olduğu durumlarda mümkün olurdu, oysa Mayıs 2023 seçimlerinden sonra oluşan atmosfer farklı bir yöne işaret ediyor. Şimdilik rejim içi çatlakların sıvandığı, yeni bir denge durumunun yaratıldığı bir dönem sözkonusudur. O halde bu “yargı krizi”nin, yeni bir AYM ve yeni bir Anayasa hazırlıklarını ilerletmek için girişilmiş bir çeşit danışıklı dövüş olma ihtimalini bir kenara atmamak gerekiyor. TC egemenleri, pek çok tarihi örnekte de görüldüğü üzere, devletin en merkezi kurumlarında krizler çıkartarak atacakları adımları bu krizleri çözme teşebbüsü olarak sunmakta pek mahirdirler.
AYM ile Yargıtay ve meşhur 13. Ağır Ceza Mahkemesi arasındaki bu çekişmenin arka planında tam olarak neyin yattığını bilmemiz mümkün değil. Ama gerek Ağır Ceza Mahkemesinin gerekse de Yargıtay’ın Can Atalay davasında bu denli gözünü karartmasının arkasında iktidarın Gezi’yi algılayışı ve ondan duyduğu korku kendini alabildiğine ele veriyor (aynı korku Osman Kavala davasında takınılan tutum için de geçerlidir). Öyle ki, Yargıtay, Can Atalay davası hakkında aldığı son kararı gerekçelendirirken, AYM’nin bu kararının, sanki bunlara seçimlere girme onayı verilebilirmiş gibi, “Fethullah Gülen, Adil Öksüz, Cemil Bayık, Murat Karayılan” gibi kişilerin milletvekili seçilmesinin, dokunulmazlık kazanmasının vb. önünü açabileceği demagojisinin arkasına sığınmaktadır.[2] Yani “15 Temmuz darbe girişimi” ya da PKK, devletin egemenlerinin gözünde nereye oturuyorsa, Gezi direnişi de aynı yerdedir! AKP iktidarına yönelik üç farklı çizginin de aynı kefeye konmasıyla verilen mesaj açıktır: Hangi yoldan olursa olsun iktidarı değiştirmeye çalışmak, devlete karşı işlenmiş ağır bir terör suçudur! Unutmayalım, bu hususta gemi o kadar azıya almış durumdalar ki, iktidar sözcüleri, geçen seçimlerde, “seçimle iktidarı devirmek istiyorlar” diye güya muhalefeti teşhir ediyordu! Faşizm, Gezi davasıyla muhalif Türklere, Kobanê davasıyla da Kürtlere aynı mesajı veriyor: Sokağa çıkmayın, çıkanların halini görün, ibret alın!
CHP lideri Özel, Atalay davasına ilişkin gelişmeleri “hükümetin iş bilmezliği” noktasından ele alıyor, hâlâ “Anayasayı savunmaya ısrarla devam edeceğiz” diyor. Hangi Anayasayı? Erdoğan’ın yaptığı ve yapmayı planladığı değişikliklerle mevcut faşist rejime uyarladığı Anayasayı mı? Her halükârda zaten çoktandır ortada anayasal işleyiş diye bir şey kalmamıştır! İktidar, Anayasa Mahkemesinin işime gelmeyen kararlarını tanımam tutumuyla aslında açıkça Anayasayı takmam diyor, bu mahkemeyi kapatmaktan ya da yetkilerini yeniden düzenlemekten bahsediyor. Eğer illâ da bir anayasa olacaksa inşa edip pekiştirdiği faşist rejime uygun bir sözde anayasa için hazırlıklar yapıyor. Faşist bir rejim zaten özü gereği, totaliter bir iktidar anlamına gelir. Yasama yetkilerini esasen yürütmenin eline veren ve yargıyı da mutlak kontrolü altına alan böylesi bir rejim, kendi elini kolunu bağlayan, kendisini sınırlayan bir anayasal işleyişle bağdaşmaz. O yüzden de faşist rejimler ya anayasal işleyişi fiilen ortadan kaldırırlar ya da daha da açık hareket edip anayasayı resmen lağvederler. Örneğin askeri bir darbeyle iktidara yerleşen faşist rejimler genellikle bu ikinci yolu tercih etmişlerdir. Türkiye’de bunun örnekleri daha önce yaşandı. Bu kez ise, askeri darbeyle değil, süreç içerisinde, iktidarı zaten elinde tutan bir partinin dönüşümü ve kurduğu yeni ittifaklar temelinde yukarıdan kurulan sivil bir faşist rejim sözkonusudur. Arada birçok sivil darbe niteliğindeki adımla ve keskin iç çatışmalarla pekiştirilmiş bir faşist rejim sözkonusu olsa da, bu rejim kendisini olağan bir rejimmiş gibi lanse etmekte, burjuva muhalefet ve uluslararası burjuvazi de bu oyunu bozmayıp onun bu imajı vermesine alet olmaktadır. Bu imajı vermek için rejim, açık açık Anayasa, parlamento, siyasi partiler, sendikal örgütlülükler gibi olağan burjuva demokratik işleyişin temel unsurları niteliğindeki kurumları kapatmak ve yasaklamak yerine, onları her adımda daha da etkisizleştirme yoluna gitmiştir. Birçokları bugün hâlâ geleceğe dönük olarak, faşizmin kurumsallaşması, pekişmesi vb. tehlikesinden bahsededursun, faşist rejim bu aşamaları çoktan geride bırakmıştır. Bugün gelinen noktada, faşizm artık kendi yakın geleceğini de garanti altına almaya çabalamakta, bunun için seçim oyununu kazasız belasız sürdürmek amacıyla Erdoğan’ın görev süresi ve %50 şartını kaldırmanın yollarını aramaktadır. Bunu başarıp başaramaması, kuşkusuz ki içeride sınıf mücadelesinin gelişimine ve dışarıda da başta küresel kriz ve dünya savaşı olmak üzere uluslararası gelişmelerin seyrine bağlıdır.
Düzen muhalefeti, yargı kurumları hakkında yanılsama üretmeye devam ededursun, Kürtlere dönük davalar nasıl bir yargıyla ve nasıl bir rejimle karşı karşıya olduğumuzu çok net ortaya koyuyor. Uyduruk gerekçelerle yedi yıldır zindanda tutulan Demirtaş, geçtiğimiz günlerde, Kobanê davası için savunmasını yaptı. Demirtaş, hem mahkemeyi, hem mevcut iktidarı, hem de TC devletini teşhir edip, yargılıyor. Tarihsel ve güncel suçlarını yüzlerine vuruyor. Onun davasında gerçek sanık egemenler, savcı ise kendisidir. Ne söylerse söylesin, avukatlar ordusu hangi kanıtları ileri sürerse sürsün, kararın önceden verildiğini ve ne yönde olduğunu biliyor. Bu iktidarın ne için kurulduğunu ve bu iktidar sürdükçe hem kendisinin hem de dava arkadaşlarının bir şekilde tutsak tutulmaya devam edileceğini biliyor. O yüzden de davasının haklılığını savunuyor.
İktidarın elindeki en önemli propagandif silah, dış ve iç düşman yaratıp bu temelde milliyetçi histeriyi kışkırtmaktır. Bu noktada da birinci hedef Kürt hareketi oluyor. İktidar, içeride ve dışarıda sürdürülen savaşın harından güç devşirmeye çalışıyor. Gelen asker cenazelerinin ardından ağır bir propaganda bombardımanı eşliğinde “terör” lanetleniyor, hamasi nutuklar atılıyor. Düzen muhalefeti de “milli duruş” sergilemekte iktidarla adeta yarışıyor ve böylelikle Kürtler okkanın altına giderken emekçi kitleler de milliyetçilikle felç ediliyor.
Bütün bunlar, rejime karşı mücadelede burjuva muhalefete ve seçimlere bel bağlanamayacağını tekrar tekrar gösteriyor. Emeğin ve ezilenlerin burjuvaziden bağımsız ortak mücadele cephesini inşa etmek tek çıkar yoldur. Koşullar ne denli olumsuz görünürse görünsün, geleceği aydınlatacak olan bu doğrultuda sergilenecek çabadır.
[1] Örneğin, Prof. Aziz Çelik’in hesaplamalarına göre, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında brüt asgari ücret 156 dolar idi ve şimdi yaklaşık 3,47 katına çıkmış oldu. Ancak yine aynı dönemde (2002-2024) kişi başına GSYH’ye bakacak olursak onun da 3.608 dolardan 12.875 dolara çıktığı görülür ki, bu da 3,57 katına çıkan bir artış anlamına gelir. https://bianet.org/haber/aziz-celik-hesapladi-asgari-ucret-dolar-cinsinden-goreli-olarak-dustu-289977
[2] Kararda şunlar söyleniyor: “Fetullah Gülen, Adil Öksüz, Cemil Bayık, Murat Karayılan ve bunlar gibi şüpheli ya da sanıkların milletvekili seçilmelerinin, yemin ederek göreve başlamalarının ve TBMM’ye girmelerinin, hatta takip eden seçimlerde milletvekili olmaya devam etmeleri halinde, dokunulmazlıkları kaldırılsa bile ceza almaları durumunda verilen cezaların infaz edilememesinin önü açılır ki bu durumun hukuken isabetli olduğunu savunmanın izahı kabil olduğunu söylemek mümkün değildir.”
link: Oktay Baran, İktisadi Yıkım, Muhalefetin Çapsızlığı, İktidarın Hesapları, 17 Ocak 2024, https://marksist.net/node/8168
Selam Olsun Yolumuzu Aydınlatanlara!
Devrimci Önderlerimizin İzinden, Daima Hedefe Doğru!