Kapitalizmin egemenliği altında geçen her gün, her dakika, insanlığa, kutsal kitaplardaki cehennem betimlemelerinin bile ötesinde bir azap çektiriyor. Bu gerçeğin en keskin kanıtlarından biri de her gün bir yenisi yaşanan göçmen işçi dramlarıdır. 30 Temmuz sabahı bu dramlara bir yenisi eklendi. Çoğu Pakistan ve Myanmar uyruklu olmak üzere 138 kaçak göçmenin doluştuğu bir tır, İstanbul Küçükçekmece’de durmuş ve içinden havasızlıktan 13’ü ölen, 4’ü şuurunu kaybeden 138 göçmen çıkmıştı.
Göçmenler Türkiye’ye kaçak yollardan giriş yaptıktan sonra umut tacirleri tarafından birkaç gün Van’da bekletilmiş, ardından 20 saat sürmesi hesaplanan İstanbul yolculuğuna çıkmışlardı. Amaçları Avrupa’ya geçmek ve orada insan gibi yaşamalarına yetecek kadar para kazanabildikleri bir iş bulmaktı. Ancak yolculuk tam 26 saat sürmüş ve 4 gün süren açlık ve susuzluklarının üzerine bir de soludukları oksijen tükenmişti. Kalan son güçlerini harcayarak seslerini şoföre duyurmak için etrafı yumruklamaya başladıklarında 13 tanesi için artık çok geçti. Tır kapıları açıldıktan sonra içecek su ve yiyecek bulmak için etrafa dağılan, köylülerden yardım isteyen göçmenlerin çoğu polis tarafından yakalanmış, durumu kritik olanlar tedavi edilmiş, cesetler Adli Tıp morguna kaldırılmıştı. Ardından birkaç yetkili ağızdan açıklamalar gelmiş ve olay böylece kapanmıştı. Ölenler de kalanlar da arkalarında sönmüş umutlarının hikâyesini bırakmışlardı. Tıpkı kendilerinden öncekiler gibi. Tıpkı kendilerinden sonra yaşanmaya devam edecek dramların kahramanları gibi. Göçmenleri taşıyan tır şoförünün ve bu işi organize eden insan kaçakçılarının nerede olduğu bilinmiyor. Onlar da tıpkı kendilerinden öncekiler gibi göçmenleri kaderleriyle baş başa bırakıp yeni kaçakların sırtından elde edecekleri tatlı kârların peşine düştüler bile.
Göçmenleri umut yolculuğuna çıkaranlar bu işin karşılığında her birinden tam 4500 dolar almışlardı. Silah ve uyuşturucu kaçakçılığından sonra en kârlı yasadışı faaliyetin “insan” kaçakçılığı olması, sözde uygar kapitalizmin çirkefliklerinden biridir. Umut tacirlerinin sadece Türkiye üzerinden her yıl taşıdıkları kaçak insan sayısı 200 bine yaklaşıyor. Kaçakların birçoğu için yolculuk ölümle veya yakalanıp mülteci kampına götürülmekle ya da ölümle aynı anlama gelmek üzere ülkelerine geri gönderilmekle bitse de, onların sırtından para kazananların tatlı kârları akmaya devam ediyor.
Kuşkusuz göç, kapitalizmle beraber ortaya çıkan bir olgu değildir. İnsanlar savaş, kıtlık, doğal afet gibi nedenlerle ya da sürgüne zorlandıkları için, tarihler boyunca göç etmek zorunda kalmışlardır. Ancak kapitalizm diğer sömürülü toplumlardan farklılığını burada da ortaya koymuş ve iş bulabilmek için, kırsal yerlerden kentlere, geri kalmış ülkelerden daha gelişmiş ülkelere doğru kitleler halinde işçi göçlerini ortaya çıkarmıştır. Kapitalizmin gelişim seyrine ve kriz döngüsüne bağlı olarak göç dalgaları da şekillenmiş ve dönem dönem oldukça kitlesel bir hal almıştır. Meselâ kapitalizmin emperyalizme evriminde dönüm noktası olan 1880’li yıllar, Avrupa’dan Amerika’ya uzanan devasa boyutlardaki işçi göçlerine tanıklık eder. Yalnızca İtalya’dan Amerika’ya giden göçmen sayısı o yıllarda yarım milyonun üzerindeydi. İkinci paylaşım savaşının ardından yeniden yapılanma sürecine giren emperyalist ülkeler, işgücü ihtiyacını karşılamak için milyonlarca insanı topraklarına çektiler. Bu durum doğduğu yerde açlık ve sefalet çeken milyonlarca insan için acılarının son bulabileceğini düşündükleri o topraklara ulaşma hayalini tetikledi. Son yirmi yılda ise Afrika’daki etnik çatışmalar, Ortadoğu’daki savaş ve Kafkaslar’daki emperyalist kışkırtmalar gibi nedenlerle göçmen işçilerin ve mültecilerin sayısı katlanarak arttı.
Daha iyi bir iş, daha iyi bir yaşam ümidi ile dünyanın dört bir tarafına dağılmış yaklaşık 250 milyon göçmen işçi var. Bunların bir kısmı bulundukları ülkelere yasadışı yollardan giriş yaptıkları için kaçak yaşıyorlar. Tıpkı 30 Temmuz sabahı hayallerine ve yaşamlarına veda eden 138 kaçak gibi.
Yaşadıkları ülkelerden işsizlik, açlık ve savaş tehlikesi gibi nedenlerle kaçmak isteyenlerin sayısı düşünüldüğünde, gelişmiş kapitalist ülkelerin bu insanların hepsini kendi topraklarında barındırmak istemeyecekleri açıktır. Kendileri için gerekli işgücünü elde ettikten sonra geri kalan milyonların nasıl bir yaşam sürdüğü ve nasıl öldüğü onların umurlarında bile değildir. Bu nedenle yasal yollardan iltica etme şansları olmayan yüz binlerce insan her yıl yasadışı yollarla daha gelişmiş ülkelere doğru çıktıkları umut yolculuklarında ya ölüyorlar ya da yakalanarak ülkelerine geri gönderiliyorlar. Ölenlerin acılarla dolu yaşam hikâyeleri bu umut yolculuklarında sona eriyor. Yakalananların hayatlarıysa yeni dramlarla devam ediyor.
Her yıl yaklaşık 100 bin kişi ya Türkiye’ye girişte ya da Türkiye üzerinden bir başka ülkeye ulaşmaya çalışırken yakalanıyor. Ülkelerine geri gönderilinceye kadar gözaltında veya mülteci kamplarında bekletilen bu insanların üzerindeki tüm paralarına el konuluyor. Fişleniyor ve işkenceye maruz kalıyorlar. “Misafir” edildikleri mülteci kampları da çoğu kez hapishaneden farksız oluyor. Dışarı çıkmaları hatta bazen kantine kadar gitmeleri yasaklanıyor. Neredeyse hiçbir insani ihtiyaçları karşılanmıyor. Banyo yapmak için sıcak su, sabun ve havlu bulabilenler şanslı sayılıyor. İşkence, yaşamlarının rutini haline geliyor. İltica etmek için yasal yolları kullananlar için de durum farklı değil. Onlar da başvurularına cevap alabilmek için çok uzun süreler bu kamplarda aynı koşullarda bekletiliyorlar. İltica hakkı için yasal süreçleri işletmek, bu süre zarfında beklemek ve bu sürenin sonunda başvurunun kabul edilip edilmeyeceğine dair belirsizlik, yaşadıkları insanlık dışı koşullarla birleşince manevi dünyaları altüst oluyor. Ömrünü sürdüreceği yeri seçme hakkını kullanan insanlar gibi değil, suçlular gibi muamele görmek de işin bir başka yanı. Çünkü kaderine razı olmayıp daha iyi bir yaşam istemek bile bu dünyanın egemenlerine karşı işlenen en büyük suçlardan biri. Öyle ki Kırklareli’nde bulunan mülteci kampında geçtiğimiz Haziran ayında ağır koşullara dayanamayarak isyan eden mültecilere polis saldırmış ve bir mülteciyi katletmişti.
AKP hükümeti geçtiğimiz günlerde Irak’taki savaş nedeniyle 7 ilde mülteci kampı açacağını duyurdu. Var olan kampların durumu düşünüldüğünde bu uygulamanın mültecilere hiçbir faydasının olmayacağı açıktır. Üstelik AKP’nin bu planları karşısında yükselen tepkiler egemenlerin mültecilere bakış açısını daha da netlikle ortaya sermektedir. Örneğin bir kamp inşa edilmesi düşünülen İzmir’in Alaçatı Beldesi Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç, beldelerinin turistik bir bölge ve sörf merkezi olduğunu belirtmiş, bu karara karşı koyacaklarını açıklamış ve “galiba mültecilere burada sörf yapmayı öğretecekler” diyerek duyduğu kini kusmuştu. Yani mültecilerin köle gibi kullanılmalarına, insanlık dışı koşullarda yaşatılmalarına veya umut yolculuklarında katledilmelerine kimsenin bir itirazı yoktu. Yeter ki manzarayı kirletecek kadar göz önünde durmasınlar.
Bilindiği gibi Türkiye sadece Avrupa ülkelerinden yapılan iltica başvurularını kabul ediyor. Avrupa ise nitelikli işgücü oluşturabilecekler dışında göçmen işçi kabul etmiyor. Avrupa Birliği, Türkiye üzerinden gelebilecek kaçak göçmenlere karşı bir yandan kendi sınırlarını sızdırmaz hale getirirken bir yandan da uyum yasaları çerçevesinde Türkiye’yi bu konuda daha katı politikalar uygulamaya zorluyor. Dolayısıyla Asya, Afrika ve Ortadoğu’dan gelen göçmenler insan tacirlerinin eline düşerek bu cenderede sıkışıp kalıyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği verilerine göre Türkiye’de bu durumda sıkışıp kalmış 500 bin kişi var. İşte bu yüzden özellikle bu topraklarda kaçak göçmenleri taşıyan teknelerin batması da, tırlarla taşınanların havasızlıktan boğulması da, uçakların kargo bölümlerinde bir havlu gibi iki büklüm katlanmış vaziyette yakalanan insan manzaraları da neredeyse her gün karşımıza çıkıyor. Üstelik “yabancı” olduklarından, yaşadıkları tüyler ürperten dramlar sanki kaderleriymiş gibi sunuluyor. Oysaki kapitalizmin göçmen olsun veya olmasın işçi sınıfının devasa gövdesini oluşturan milyarlarca insan için acılarla yüklü dramlar dışında yazabileceği başka bir kader de yok.
İşçi sınıfının önderleri bundan yüzyıllar önce “işçi sınıfının vatanı yoktur, işçi sınıfının vatanı bütün dünyadır” demişlerdi. Hepimizin doğup büyüdüğü bir yer olsa da dünyanın hiçbir yerinde insan gibi yaşayamıyoruz. Havasızlıktan ölen sınıf kardeşlerimiz gibi bizler de kapitalizmin çirkeflikleri içinde insan gibi soluk alabileceğimiz bir alan bulamıyoruz. Kapitalizm bizlere böyle alanlar bırakmıyor. Bu alanlar ancak mücadeleyle yaratılabilir. Ancak kapitalizmin puslu ve dumanlı havasını dağıtıp yerine ışıklı havaları yaratabilirsek bu dünyadan insan gibi bir soluk çekebiliriz içimize.
link: Ezgi Şanlı, Sönmüş Umutlara Yolculuk, 29 Ağustos 2008, https://marksist.net/node/7923
Emperyalist Savaşın Kafkas Cephesi Alevleniyor!
Dokundurtmayın Çocukların Bembeyaz Umutlarına