Sınıflı ve sömürülü toplumların en gelişkin ve son halkasını oluşturan kapitalizm, günümüzde bizzat kendi işleyiş yasalarından kaynaklanan derin bir tarihsel krizin içinde kıvranıyor. Bu gerçeklik, Marx ve Engels tarafından temelleri atılan Marksizmin kapitalist sisteme ilişkin görüş ve analizlerinin doğruluğunu da çarpıcı biçimde kanıtlamaktadır. Vaktiyle Marx, kapitalist üretim tarzına ilişkin analizlerini daha baştan bu sistemin eleştirisi temelinde geliştirmiş ve neredeyse bir ömür süren devasa Kapital çalışmalarıyla onun işleyiş yasalarını çözümlemiş, derinlerinde yatan sırları ifşa etmişti. Marx yalnızca kapitalist işleyişin gizlerini ele vermekle de kalmadı, insan toplumlarının tarihsel serüvenini çözümleyen diyalektik ve materyalist tarih anlayışını ortaya koydu. Ayrıca, bunun için gerekli olan yöntem sorununu da açıklığa kavuşturdu.
Marx ve Engels’in geliştirdiği siyasal ve iktisadi çözümlemeler, dünden bugüne uzanan muazzam bir tarihsel miras oluşturuyor ve günümüze inanılmaz ölçüde ışık tutuyor. Marx’ın kapitalizm eleştirisi, bugün yaşanan krizi yıllar öncesinden aydınlatmış bulunuyor. Hatta bu durum günümüz burjuvalarını bile, yeri geldiğinde Marx’ın haklılığını itirafa sürüklüyor.
Marksizm, insanlık tarihini bilimsel temellerde çözümleyebilmenin de yolunu açan bir dünya görüşüdür. Bu yolda ilerleyebilmek için, onun insan toplumlarının gelişim sürecine dair sunduğu tarihsel ve diyalektik materyalist bakış açısını lâyıkıyla kavramak gerekiyor. Özetle, işçi sınıfının devrimci mücadele yolunu aydınlatabilmek, kapitalizmin reel durumunu anlamak ve toplumsal yaşama, tarihe dair çözümlemeler yapabilmek için Marksizm günümüzde de ihtiyaç duyulan en büyük düşünsel kaynağı oluşturuyor.
Marx’ın devasa çalışmaları
Marx’ın kapitalist üretim tarzının işleyiş yasalarını gözler önüne serdiği Kapital yazımlarını önceleyen derin ve çok yönlü araştırmaları, analiz ve eleştirileri vardır. Daha 24 yaşında genç bir insanken, Almanya’da Moselle köylülerinin çektiği iktisadi sıkıntıların kaynağında yatan nedenlere inmeye çalışmıştır. O dönemin ünlü gazetesi Rheinische Zeitung’da 1842 yılında yayınlanan bir makalesinde, yoksulluk nedeniyle ormandan kaçak odun kesmeye mecbur kalan köylülerin tepesine binen devletin niteliğini araştırır. Belirttiği üzere, devlete temel karakteristiklerini kazandıran başlıca husus iktidardaki şu ya da bu parti veya kişilerin iradesi değildir. Gerçek neden bunun çok ötesine uzanır. Verili üretim tarzı ve insanlar arasındaki iktisadi ilişkilerin nesnel durumu devlet sorununda belirleyici bir güce sahiptir.
Bu kavrayış doğrultusunda, burjuva toplumun ona özgü mülkiyet ilişkileriyle açıklanması gereğine yoğunlaşır Marx. 1843 ve 1844 yılında Hegel’in hukuk felsefesinin eleştirisi bağlamında kaleme aldığı yazıların konusu bu olacaktır (bkz. K. Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yay.). Bunlar henüz Marx’ın gençlik dönemine ait çalışmalardır, fakat buna rağmen devlet ile sivil toplum arasındaki ilişkilere daha önce Hegel’in bile başaramadığı bir doğruluk ve doyuruculukta bilimsel açıklama getirme çabasını yansıtırlar. Henüz 25 yaşında olan Marx bu çalışmasında, insan toplumlarının tarihsel serüveninin bilimsel tarzda kavranmasını mümkün kılacak o dahiyane çözümlemelerinin müjdesini verir. Kapitalizmin gelişimi karşısında Almanya’daki eski rejimin köhnemişliğine vurgu yaparken, günümüzdeki kapitalist düzen de dahil, tarihsel açıdan zamanını dolduran tüm düzenler için geçerli olan bir toplumsal tabloyu resmeder. 1840’larda artık tarihe aykırı bir nitelik arz eden Almanya’daki düzen, aslında hiçliğini herkesin gözleri önüne sermektedir. Büyük bir yanılsama içinde kendi kendine inanmakta ve herkesin de bu yanılsamayı paylaşmasını istemektedir. Fakat tarih çoktan hükmünü vermiştir ve kendi öz varlığına inancını yitirmiş olan eski düzen, kurtuluşunu artık yalnızca ikiyüzlülük ve safsatada aramaktadır.
Marx’ın bu değerlendirmesi, sanki günümüz kapitalizminin içine sürüklendiği tarihsel tükeniş sendromunu dile getiriyor. Parlak gelişme ve yükseliş dönemlerini çoktan geride bırakmış olan ve bugün içinde debelendiği sistem kriziyle çürümüşlüğünü ele veren kapitalizm de kurtuluşunu artık yalnızca ikiyüzlülük ve safsatada arıyor. Kapitalizmin bu sistem krizinden çıkacağı yolunda yürütülen her propaganda, mevcut büyük bunalımın yarattığı yeni bir dip sarsıntısıyla çürütülüyor. Bu tefessüh etmiş sömürü düzeni, adeta insanlık tarihinin ondan büyük intikamını alırcasına, tam bir komedilik duruma sürükleniyor. İnsanıyla doğasıyla, muazzam üretim araçlarıyla, kısacası günümüz üretici güçleri tüm nesnel varoluş koşullarıyla, kapitalistlere artık zamanlarının tükendiğini ve sosyalizmin gerekli hale geldiğini haykırıyor. Açık ki, günümüz dünyasında kapitalizm devrimci işçi sınıfının tarihsel eylemiyle aşılmayı beklemektedir. Fakat Marx’ın genç yaşında dile getirdiği gibi, gerçekten de tarih işleri sonuna kadar götürüyor, eskimiş bir biçimi toprağa taşırken birçok aşamadan geçiyor. Çürümüş bir toplumsal düzenin son aşaması artık onun komedisini oluşturuyor.
Marx’ın 1840’lardaki çalışmalarının bir ürünü de, sonradan 1844 Elyazmaları (kısaca “Elyazmaları”) olarak adlandırılan elyazmalarıdır. Bu eser, Marx’ın daha sonraki yıllarda geliştireceği devasa analizlerine gerçek bir giriş niteliği taşır. Üç ayrı elyazmasından oluşan bu önemli çalışma, burjuva iktisadın eleştirisini içerdiği gibi, Marx’ın komünist topluma dair düşüncelerini ve Hegel diyalektiğinin, Hegel felsefesinin eleştirisini de kapsar. Marx, işçi sınıfının sömürüsünün nesnel temellerini açıklığa kavuştururken, emeğin yabancılaşması sorununa da değinir ve bu sorunun üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetten kaynaklandığını ortaya koyar. Böylece, bu yabancılaşmaya bir ortaklık ahlâkının geliştirilmesi sayesinde son verilebileceğini söyleyen Feurbach’ın idealist yaklaşımını da bilimsel anlamda çürütmüş olur. Aslında bu yabancılaşmanın sona ermesi ve insan cinsinin sömürücü toplumların prangalarından kurtulup kendine dönebilmesi için komünist bir devrim zorunludur. Marx kendi analizlerini geliştirirken, iktisadi ve felsefi düşüncenin ilerletilmesi bakımından o dönemlere damgasını vuran düşünürleri (A. Smith, D. Ricardo, Hegel, Feuerbach vb.) derinlemesine incelemiş ve bunları eleştirerek yol almıştır. Düşünsel gelişimine hizmet eden damarlardan tüm gerekli özü emmiş ve yanlış değerlendirmelere karşı da meydan okuyarak, toplumsal düşünce alanında yeni bir çığır açmıştır.
İnsan toplumlarının tarihinin, üretim tarzlarının ve farklı tarzlara temel oluşturan mülkiyet biçimleri ve ilişkilerinin bilimsel temellerde kavranışını Marx’a borçlu olduğumuz açıktır. Bu büyük düşünür ve devrimci insan, Elyazmaları’ndan başlamak üzere diyalektik ve tarihsel materyalist dünya görüşünü geliştirmeye koyulmuştur. Toplumsal dönüşüm ihtiyacı Marksizm sayesinde teorisyenler arasındaki kalem dövüşü olmaktan çıkmış ve böylece kapitalizme karşı mücadele soyut düşünce alanından eylem alanına taşınabilmiştir. Marx’ın belirttiği gibi, özel mülkiyet kavramını düşünce dünyasında kaldırmak için komünizm kavramını benimsemek yeter. Oysa özel mülkiyetin fiilen kaldırılışı gerçek bir komünist eylemi gerektirir. İşçi sınıfının dünden bugüne uzanan örgütlü devrimci mücadelesi ve özellikle Ekim Devrimi örneğinde yaşanan özel mülkiyetin tasfiyesi deneyi, bu komünist eylemi somutlayan tarihsel halkalardır.
Elyazmaları’nda Marx’ın değindiği son derece önemli hususlardan bir diğeri de, kapitalizme egemen olan üretim ilişkilerinin insan toplumunu nasıl bir tükeniş noktasına sürüklediğidir. Meta üretiminin genelleşmesi ve kapitalizmin bir dünya sistemi olarak gelişip yayılması sonucunda, gerçekten de Marx’ın yıllar öncesinden büyük bir derinlikle çözümlediği gibi, insanlar arasındaki ilişkilerin yerini nesneler arasındaki ilişkiler almıştır. Her türlü aracılığa soyunan para zenginleştikçe, insan insan olarak o kadar yoksullaşmıştır. Bu çarpıcı analizleriyle yıllar öncesinden bugünün dünyasını tasvir eden Marx, insanı insanlıktan uzaklaştıran iktisadi ve toplumsal ilişkileri yaratan kapitalizmin, diğer yandan kendi tarihsel hareketi içinde nesnel olarak ve kaçınılmazlıkla kendi tükeniş koşullarını da hazırlamakta olduğunu ortaya koymuştur. Böylece Marx, ütopyacı, kaba ve reformist sosyalizm anlayışlarıyla hesaplaşarak bilimsel sosyalizm anlayışının temellerini atmıştır. Marksizm, kapitalizmi sona erdirecek devrimci proletaryayı bu tarihsel eylemi için düşünsel bakımdan tam anlamıyla silahlandırmıştır.
Marx’ın klasik Alman felsefesiyle hesaplaşmasının sonuçları, 1845 yılının ürünleri olan Kutsal Aile ve Feuerbach Üzerine Tezler adlı çalışmalarında yer alır. Marx tezlerinde, dünyasal gerçekliğin kavranması ve değiştirilmesi için devrimci pratiğin belirleyici bir role sahip bulunduğuna işaret eder. Bu kapsamda ünlü 11. tez, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir” der. Engels’e göre bu tezler, “yeni dünya anlayışının dahiyane tohumunun atılmış olduğu ilk belge”dir. Gerçekten de Marx bu çalışmayla, tarihin materyalist kavranışına dair görüşlerini genel çerçevesi itibarıyla oluşturmuştur ve böylece genelde materyalizm anlayışını artık insan toplumlarını da içerecek düzeyde geliştirmiştir. Marx’ın bu temelde derinleşen analizleri, Engels’le birlikte kaleme aldıkları ve Alman İdeolojisi adıyla bilinen metinlerde yansımasını bulacaktır.
1845-1846 yıllarında kaleme alınan bu metinler aslında iki ciltlik elyazmasından oluşmaktadır. Ne var ki, Türkçeye çevrilip basılan Alman İdeolojisi bütün metnin ancak birinci cildinin birinci bölümüdür. Bununla birlikte, “Feuerbach, Materyalist ve İdealist Anlayışların Karşıtlığı” başlığını taşıyan bu bölüm aslında tüm metnin en önemli kısmıdır. Bu bölüm, o zamana dek insan toplumlarının tarihinin açıklanmasında kullanılan soyut insanın yerine, kendi geçim araçlarını ve bununla birlikte maddi hayatlarını üreten gerçek insanları ve bu insanlar arasındaki gerçek toplumsal ilişkileri, buna kaynaklık eden maddi temelleri koymuştur. Buradan hareketle anlaşıldığı üzere, devrimci sınıfın ve devrimci fikirlerin de, kapitalist ilişkilerin evrenselleşmesini ve büyük ölçekli sanayide çok yüksek bir işbölümü düzeyine ulaşılmasını gerektiren nesnel bir temeli vardır.
Marx ve Engels’in yürüttüğü çalışmalar, o güne dek dünyayı baş aşağı edilmiş görüntülerden hareketle yorumlayan idealist felsefenin hesabını görmüştür. Bu sayede, toplumsal pratiğin doğru şekilde kavranmasına, bilimin genel anlayışına kaynak teşkil eden ve bilimsel sosyalizmin de teorik temelini oluşturan bir dünya görüşüne varılabilmiştir. Tarihsel materyalizm anlayışının doğum belgesi olarak değerlendirilen Alman İdeolojisi, yazarlarının sağlığında basılı hale gelmeyen ve yeniden gözden geçirilmeyen elyazmaları olarak kalmıştır. Her ne kadar Marx ve Engels, bu elyazmalarını farelerin kemirici eleştirisine terk ettiklerini söylemiş olsalar da, bu metinlerde geliştirilen fikirler ilerleyen yıllar içinde Marksist külliyatın çok önemli bir yapıtaşını oluşturmuştur.
Tarihin materyalist-diyalektik kavranışı
Rosa Luxemburg, Marx’ın en değerli öğretisinin tarihin materyalist-diyalektik kavrayışı olduğunu belirtir. Marx’ın gelecek kuşaklara, “yepyeni bir dünyaya göz atmamıza imkân veren, bağımsız etkinliğe sonsuz bir perspektif açan, önceden keşfedilmemiş alanlara cesaretle uçma isteğimizi kanatlandıran bir araştırma yöntemi” armağan etmiş olduğunu söyler. İşte Alman İdeolojisi bu açıdan muazzam bir kaynaktır, tarihin materyalist-diyalektik kavranışının gizlerini gözler önüne serer. Marksist geçinen bazı akademisyenlerin, “bir gençlik ürünüdür” diye bu eseri olumsuzca didikleme merakları bizi ilgilendirmez. Bu onaylanabilecek bir tutum değildir ve genelde bu cinslere özgü bir aydın hastalığıdır. Kuşkusuz, yıllar içinde Marx ve Engels’in insanlık tarihinin sırlarını daha da derinden kavramaya koyulduklarını hesaba katmak gerekir. Buna rağmen, onlar Alman İdeolojisi ile Marksist dünya görüşünün temel unsurlarını yoğun bir öz formunda dokumuş ve gelecek kuşaklara armağan etmişlerdir.
Bu önemli eserin, özellikle tarihsel materyalizm konusuna ışık tutan bazı kısımları daha da büyük bir önem taşır. Söz konusu kısımlarda, Marx ve Engels materyalist tarih anlayışının hareket ettiği öncüllere açıklık getirirler. Onlar bu bağlamda gerçek temellerden, yani gerçek bireylerden ve onların maddi varlık koşullarından hareket ettiklerini vurgularlar. Böylece idealistlerin yıllarca tekrarlayıp durdukları ve keyfi temellere, dogmalara dayanan tarih anlayışı aşılabilmiştir, insanlık tarihinin kavranışı bilimsel temellere oturtulabilmiştir. “Biz yalnız bir tek bilim tanıyoruz, o da tarih bilimidir” diyen Marx ve Engels, tarihin iki yönden incelenebileceğini belirtirler. Buna göre tarih, doğa tarihi ve insanlar tarihi diye ikiye ayrılabilir. Fakat insanlar var oldukça, insanların tarihi ve doğanın tarihi karşılıklı olarak birbirlerini koşullandırır. İnsanlık tarihinin ilk koşulu canlı insanın varlığıdır ve bu canlı insanların ilk tarihsel işi kendi geçim araçlarını üretmeye koyulmak olmuştur. Zaten insanları hayvanlardan ayıran ilk iş de, idealist felsefecilerin dediği gibi insanların düşünmeleri değil, kendi geçim araçlarını üretmeleridir.
İnsanlar kendi geçim araçlarını üretirlerken, dolaylı olarak kendi maddi yaşam koşullarını da üretirler ve böylece mevcut üretim tarzını belirlemiş olurlar. Bu üretim tarzını, insanların yalnızca fizik varlıklarının yeniden üretim tarzı olarak ele almak doğru değildir. Çünkü bir üretim tarzı, aynı zamanda, bu tarzı yaratan insanların belirli bir eylem tarzını, belirli bir yaşam tarzını temsil eder. Burada kastedilen üretim, ancak tarihte insan nüfusunun çoğalmasıyla ortaya çıkar ve o üretimi gerçekleştiren insanlar arasındaki ilişkileri önvarsayar. Ayrıca bu ilişkiler de bizzat o üretim tarafından koşullandırılırlar. Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde bu ilişkiler konusunu açıklarken kullandıkları Almanca kavram (verkehr), çok geniş anlamda ilişkiler kapsamında kullanılmıştır. Ancak ilişkiler kavramı, daha sonra Marx’ın ilerleyen çalışmalarında üretim ilişkileri olarak netleştirilmiştir.
Tarihsel ve diyalektik materyalizm, çeşitli uluslar arasındaki ilişkileri yüzeyde görünen sonuç mahiyetindeki olaylara bağlayan idealist tarih anlayışının hurafelerini de yıkmıştır. Aslında bu ilişkiler son tahlilde üretici güçler, işbölümü ve iç ilişkiler bakımından çeşitli ulusların bulundukları gelişim evresine bağlıdır. Üretici güçlerin ulaştığı gelişme düzeyi, en açık biçimde, işbölümünün ulaştığı gelişme derecesinden anlaşılabilir. Çünkü yeni toprakların tarıma açılması gibi basit nicel değişimlerin dışında, üretici güçlerdeki her gelişme işbölümünde de yeni bir gelişmeye yol açmıştır. Bu bakımdan işbölümünün gelişiminin incelenmesi, insan toplumunun tarihsel gelişiminin kavranması bakımından büyük bir önem taşır.
Nitekim Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde tarihsel materyalizmin temellerini döşerlerken bu konuları tarihsel örnekler temelinde incelemeye tâbi tutmuşlardır. Ancak metnin yazımını takip eden yıllar içinde Marx, insan toplumlarının gelişimine ilişkin çalışma, düşünce ve açılımlarını alabildiğine derinleştirmiştir. Bu açıdan, Marx’ın Kapital yazımına kaynak teşkil eden ve muazzam bir çalışma olan Grundrisse (Türkçedeki karşılığı Taslak) özellikle son derece önemlidir. Örneğin işbölümündeki tarihsel gelişimin, farklı mülkiyet biçimlerinin ve komünal mülkiyetin farklı tiplerde çözülmesiyle ortaya çıkan farklı üretim tarzlarının kavranması söz konusu olduğunda, Alman İdeolojisi’ndeki tarih incelemelerini aşan Grundrisse’yi ve Kapital ciltlerini esas almak doğru olur.
Günümüzden geriye 2 milyon yılı aşan insanlık tarihi önce doğal işbölümüne sahne olmuştur. Cinse ilişkin davranış farklılığının gelişmesi ve gelişkin avcılığın erkek işi olmasıyla birlikte, vahşet döneminin son aşamasında, komünal toplulukta (kan bağına bağlı klanlar içinde) kadınla erkek arasında doğal işbölümü gerçekleşmiştir. Vahşet dönemi, bilimsel olarak paleolitik diye adlandırılan ve insan yaşamının avcılık ve toplayıcılığa dayandığı yontma taş çağıdır. Kendi içinde alt, orta, üst aşamalara ayrılan bu çağ günümüzden yaklaşık 2 milyon yıl önce başlamış ve yine yaklaşık M.Ö. 10.000 civarında son bulmuştur. İlk “işbölümü” kan bağına dayanan klanlar içinde gerçekleştiğinde henüz kadının klanın içinde gizli köle olması söz konusu değildir. Bu durum daha sonra ve çoban kabilelerde ataerkilliğin anaerkilliği ortadan kaldırmasıyla birlikte gerçekleşecektir. Üretim tarzlarının incelenmesi bağlamında konumuzu ilgilendiren doğal işbölümü değildir, toplumsal işbölümüdür. Çünkü insan topluluklarının tarihsel gelişimi bakımından ulaşılan gelişme derecesini, ancak toplumsal işbölümünün ulaştığı düzeyi inceleyerek anlamak mümkündür.
İlk toplumsal işbölümü, insanlığın barbarlık diye adlandırılan döneminin orta aşamasında çiftçilik ile çobanlık işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. M.Ö. 10.000-3500 yıllarını kapsadığı tahmin edilen barbarlık dönemi, bilimsel olarak neolitik diye adlandırılan ve insanın tarıma dayalı yerleşik yaşamının başladığı cilalı taş devridir. İkinci toplumsal işbölümü, üst barbarlık aşamasında tarımla zanaatın birbirinden ayrılmasıyla gerçekleşmiştir. Yaklaşık M.Ö. 3500 yılları civarında yazılı tarihe geçilmesiyle ise, insanlığın yazılı tarih öncesi döneminin son halkası olan neolitik çağ da son bulmuş ve artık uygarlık dönemi diye nitelenen dönem başlamıştır. Üçüncü toplumsal işbölümü, insanlığın uygarlık döneminde ticari işin üretici işten ayrılması ve böylece üretimle ilgisi olmayan bir sınıfın, “tüccar”ın ortaya çıkmasıdır.
İşbölümünün farklı düzeyleri, farklı mülkiyet biçimlerini ve farklı üretim ilişkilerini de belirler. Marx ve Engels, insan topluluklarının gelişim çizgisi boyunca görülen değişik mülkiyet biçimlerini incelemeye tâbi tutmuşlar ve bu sayede bilimsel tarih çözümlemesinin nasıl olması gerektiğini de örneklemişlerdir. Marx’ın ilerleyen çalışmalarının da ortaya koyacağı üzere, aslında dünya üzerinde değişik coğrafyalara yayılmış insan topluluklarının tarihi gelişimi bakımından iki farklı uygarlık çizgisi mevcuttur. O nedenle de insanlık tarihinin gelişiminde bu farklılığı göz ardı eden genellemeler yapmak doğru değildir.
Burada bu konular üzerinde uzun boylu durmamız mümkün olmadığından, geçerken kısaca belirtmek gerekirse, Doğu tipi dediğimiz tarihsel gelişme çizgisinde uygarlık tunç kullanımıyla başlar. Bu uygarlık çizgisinde altta Asyagil köy komünleri (tarım komünleri) üstte despotik devlet yer alır. Asya Tipi Üretim Tarzını somutlayan bu tür toplumlarda toprak üzerinde devlet mülkiyeti egemendir. Batı tipi gelişme çizgisinde ise uygarlık demir kullanımıyla başlar. Toprak üzerinde özel mülkiyete yer veren ve Antik Köleci Üretim Tarzı olarak adlandırılan bu uygarlık antik köleci devlete dayanır; Antik Yunan ve Antik Roma medeniyeti örnekleriyle somutlanır. Uygarlığın bu gelişme çizgisinde, daha Antik toplum öncesinde kenti esas alan bir yerleşim mevcuttur. Kent yurttaşının taşınmaz mallar üzerinde özel mülkiyeti gelişirken, ortaklaşa kullanılan kamusal alanlarda ise komünal mülkiyet geçerlidir. Antik Roma ve Antik Yunan devleti neticede özel mülkiyeti içeren köleci üretim tarzıdır ve o nedenle de antik köleci mülkiyetin bazı araştırmacıların yaptığı gibi “devlet mülkiyeti” olarak tanımlanması yanlıştır.
Uygarlığın iki ayrı gelişme çizgisinin bu şekilde ayırt edilmesi, komünal mülkiyetin değişik çözülme biçimlerinin incelenmesi noktasında da büyük bir önem taşır. Kuşkusuz, uygarlık dönemi öncesinde tüm insan topluluklarına egemen olan mülkiyet biçimi komünal (ortaklaşa) mülkiyettir. İşte bu komünal mülkiyet, Batı ve Doğu gelişme çizgileri boyunca farklı tiplerde çözülmüştür. Alman İdeolojisi’nde insanlığın uygarlık dönemindeki gelişmeler bağlamında, komünal mülkiyetin çözülmesinin farklı tipleri ele alınmıştır. Fakat özellikle belirtmek gerekir ki, burada Marx ve Engels konuyu, esasen uygarlığın Batı tipi gelişme çizgisinin taşıdığı özellikler çerçevesinde işlemişlerdir.
Ancak Marx, Grundrisse çalışmasında tarihin materyalist kavranışını çok daha ileri bir noktaya taşımıştır. Böylece, insanlığın uygarlık döneminin özelliklerini Doğu ve Batı gelişme çizgileri arasındaki temel farklılıkları hesaba katarak kavramak da mümkün hale gelmiştir. O nedenle, bu konuyu Alman İdeolojisi’ndeki açılımların ötesine geçerek Marx’ın daha sonra ulaştığı ileri noktadan hareketle vurgulamak doğru olacaktır. Buna göre, komünal mülkiyet Asyatik, Antik ve Cermenik diye adlandırılan üç farklı tipte çözülmüştür. Eski Yunan ve Roma medeniyetlerini kapsayan Antikçağ kentten hareketle gelişmiştir. Komünal mülkiyetin Cermenik denen çözülme tipi ise, özellikle askeri örgütlenmede feodalitenin köklerini içermiş ve kırı öne geçirmiştir. Zaten Roma İmparatorluğu’nun barbar halkların fetihleriyle parçalanmasının ürünü olan Avrupa’nın Ortaçağı da (feodalizm) kırdan hareketle gelişmiştir.
Marx ve Engels’in belirtiği üzere, gerileme halindeki Roma İmparatorluğu’nun son yüzyıllarında barbar halkların akınları bir zamanların parlak kentlerini yıkmış ve yerine kırı geçirmiştir. Barbar halkların fetihleri bir yığın üretici gücü tahrip etmiş ve o dönem tarım gerilemiştir. Sanayi de pazar yokluğundan dolayı gerilemeye uğramış, ticaret uykuya yatmış, kırsal ve kentsel nüfus azalmıştır. Roma topraklarına yönelik Cermenik fethin bu koşullarca belirlenen örgütleniş tarzı ve Cermenlerin askeri örgütlenişlerinin etkisi altında toprakta feodal mülkiyet ortaya çıkmıştır. Burada geçerken çok önemli bir hususun altını çizelim. Kent medeniyetini yaratan Antik mülkiyet tarzı, özel mülkiyetin ve dolayısıyla sivil toplumun gelişmesine fırsat veren bir içsel özelliğe sahiptir. Ancak, Roma İmparatorluğu’nu yıkan barbar Cermenlerin komünal örgütlenişleri de Asyatik komünlerden tamamen farklıdır ve kendi içinde özel mülkiyet ve dolayısıyla sivil toplum ögelerini içerir. Şunu da belirtmek gerekir ki, kent ile kır arasındaki karşıtlık ancak özel mülkiyet çerçevesinde var olabilir.
Toprak üzerindeki feodal mülkiyet, toprak sahiplerinin serfleştirilmiş küçük köylüler karşısındaki ortaklaşa egemenliğini yansıtır. Bu yapı, hiyerarşik bir korumacılık sistemini ve buna eşlik eden silahlı yükümlülükleri doğurmuş, soyluları serfler üzerinde bu yolla egemen kılmıştır. Toprak mülkiyetinin bu feodal yapısına kentlerde ise lonca mülkiyeti, yani elzanaatlarının feodal örgütlenmesi eşlik etmiştir. Zamanla, daha geniş coğrafyaların feodal mülkiyet temelinde feodal krallıklar halinde birleşmesi hem toprak soylularının hem de kentlerin korunması açısından bir ihtiyaç haline gelmiş ve böylece feodal beylikleri birleştiren krallıklar ortaya çıkmıştır.
Belirtmek gerekir ki, feodal krallıklar ve feodalizm diye adlandırılan üretim tarzı esasen Avrupa’ya özgüdür. Doğu’da ise, Avrupa’nın Ortaçağı olarak adlandırılan dönemi de içermek üzere, uzun yıllar boyunca Asya Tipi Üretim Tarzı ve bu üretim tarzına özgü sınıflı toplum üzerinde yükselen despotik devlet egemen olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu bu durumu somutlayan en gelişkin örneklerden biridir. Osmanlı İmparatorluğu, çözülme dönemi de dahil feodal bir toplum yapısına evrilmemiştir. Osmanlı’nın Asyatik toplum yapısını son tahlilde çözen kendi iç dinamiği değil, Batı’daki kapitalist gelişmenin yarattığı dışsal etken olmuştur. Zaten kapitalist gelişme, Avrupa’da feodal toplumun içinde gelişen yeni üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin sonucudur. Asyatik toplum yapısına sahip ülkelerde ise kapitalizm bir iç gelişme unsuru olarak değil, bir ithal malı olarak dışardan girip yayılmıştır.
Materyalist tarih anlayışının bir diğer önemli yönü, toplumsal varlıkla toplumsal bilinç arasındaki diyalektik ilişkiyi doğru temellerde kavramasıdır. Toplumsal ve siyasal ilişkilerin nesnel bir temeli vardır. Verili bir üretim tarzına göre üretim faaliyetinde bulunan ve buna denk düşen üretim ilişkileri içine giren insanlar, buradan kaynaklanan toplumsal ve siyasal ilişkiler de üretirler. Tarihsel materyalist anlayışın özlü bir ifadesi olarak, yaşamı belirleyen bilinç değildir ama bilinci belirleyen yaşamdır. Bilinç hiçbir zaman insanın varlığından başka bir şey olamaz ve insanların varlığı da aslında onların gerçek yaşam süreçleridir. Tarihin bu bilimsel temellerde kavranışı sayesinde insanların gerçek kurtuluşunun koşullarını aydınlatmak da mümkün hale gelmiştir. İnsanlığın kurtuluş koşullarını bir takım ahlâki ve felsefi kategorilerde arayan idealist felsefecilere, Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde verdikleri yanıt çarpıcıdır. Şöyle ki, insanlığın kurtuluşu bir zihin işi değildir, üretici güçlerdeki gelişmenin ürünü olarak olgunlaşan tarihsel (nesnel) koşullar bunu olanaklı hale getirecektir. O halde, pratik materyalist (komünist) için sorun, verili duruma hücum etmek ve mevcut dünyayı devrimci bir şekilde değiştirmektir.
Alman İdeolojisi’nde toplumsal faaliyetin esas yönleri de sıralanır. Bunlar, geçim araçlarının üretimi, buradan türeyen yeni gereksinmelerin üretimi, insanların üremesi ve buna bağlı olarak toplumsal haberleşme aracı olan dilin ve bilincin gelişmesidir. İnsan toplulukları verili üretim araçlarıyla belirli bir elbirliği tarzı çerçevesinde üretimde bulunurlar ve bu elbirliği tarzının kendisi de bir üretici güçtür. Tarihin ilerleyişi içinde gelişen işbölümü, kafa eylemiyle maddi eylemi, üretimden yararlanma ile üretici çalışmayı ayrıştırıp toplumda değişik bireylere dağıtmıştır. Üretici güçler üzerindeki mülkiyet hakkını elde edenler, başkasının işgücünden serbestçe yararlanma yetkisine de sahip olmuşlardır.
Burada Marx ve Engels’in işaret ettikleri önemli hususları özenle kavramak siyasal mücadele açısından büyük önem taşır. Şöyle ki, işbölümü ve özel mülkiyet tarihsel bakımdan özdeş deyimlerdir. Birincisinde faaliyete göre anlatılan şey, ikincisinde bu faaliyetin ürününe göre dile getirilmektedir. İşbölümü tek tek bireylerle bütün bireylerin kolektif çıkarları arasındaki çelişkiyi de içerir. İşte bu çelişki, kolektif çıkarı devlet sıfatıyla bireyin ve topluluğun gerçek çıkarlarından ayrılmış bağımsız bir biçim almaya götürür. Bu kolektif denilen çıkar ise, işbölümü tarafından koşullandırılan ve böylece farklılaşan sınıflar temelinde, diğerleri üzerinde egemen olan sınıfın çıkarlarıdır. Zaten devlet içindeki bütün mücadeleler de, çeşitli sınıflar arasındaki gerçek çelişki, çatışma ve mücadelelerin büründükleri siyasal biçimlerden başka şey değildir.
Alman İdeolojisi’nde vurgulandığı üzere, devlet, egemen sınıf bireylerinin kendi ortak çıkarlarını onun aracılığıyla üstün kıldıkları bir biçimdir. Bu durumun ifadesi olarak, bütün kamusal kurumlar devlet aracılığından geçer ve siyasal bir biçim alırlar. Yine aynı yerde Marx ve Engels, sivil toplumun ise, toplumu oluşturan bireylerin maddi ilişkilerinin hepsini birden kucakladığını belirtir. Tarihi, üstün kişiliklerle ve üstte cereyan eden büyük siyasal olaylarla sınırlayan idealist tarih anlayışının tersine, materyalist tarih anlayışı sivil toplumu bütün tarihin gerçek ocağı, gerçek sahnesi kabul eder. Sivil toplum kavramı, devletin ve üstyapının temelini oluşturan toplumsal örgütlenmeyi belirtir. Fakat insanı “devletin kulu” kılan Asyatik yapılarda altta sivil toplum diye bir gelişmenin yaşanmadığını da önemle vurgulamak gerekir. Sivil toplum olgusu özel mülkiyete dayanan ve bu nedenle insanı topluluğun bir üyesi, giderek yurttaş kabul eden Batı tipi gelişme çizgisine özgüdür. Bu kavram, 18. yüzyılda Avrupa’da mülkiyet ilişkileri ilkçağ ve ortaçağ ortaklığından kurtulur kurtulmaz ortaya çıkmıştır ve sivil toplum da esasen ancak burjuvazi ile gelişmiştir.
Alman İdeolojisi, üreticilerin kendi emeklerinin ürününe yabancılaşmaları sorununa da değinir. Açık ki, sınıflı toplumların gelişimi içinde özellikle kapitalist toplum, üretici insanla onun emeği arasında derin bir yarılma, yabancılaşma yaratmıştır. Toplumsal güç, yani işbölümünün koşullandırdığı ve çeşitli bireylerin elbirliğinden doğan on kat büyümüş üretici güç bu bireylere kendi birleşik öz güçleri gibi görünmez. Tersine, bu güç bu bireylere kendilerinin dışında yer alan, nereden geldiğini ve nereye gittiğini bilmedikleri, bu yüzden de artık hükmedemedikleri yabancı bir güç gibi görünür. Kendi emeğine, emeğinin ürününe ve diğer insanlara yabancılaşan insan, gerçekte kendine ve kendi doğasına da yabancılaşarak, kapitalizm altında durmadan genişleyen bir yabancılaşma küresinde yaşar. Kapitalizm işçi sınıfını, emeğiyle ürettiği dünyanın efendisi olacak yerde onun kölesi durumuna düşürür. İşte bu yabancılaşmanın ortadan kaldırılabilmesi akademik ve felsefi tartışmaların değil, devrimci siyasal mücadelenin konusudur. İşçi sınıfı kendini toplumun egemen sınıfı konumuna yükseltmedikçe, söz konusu yabancılaşma koşullarına son veremez.
Uygarlık tarihi boyunca çeşitli sınıflar kendi öz çıkarlarını toplumun ortak çıkarı diye dayatmak üzere siyasal iktidarı ele geçirme zorunluluğuyla yüz yüze gelmişlerdir. Ve öyle de yapmışlardır. Bu toplumsal kural işçi sınıfı için de geçerlidir. O da tarihsel ilerleyiş içinde sıra kendine geldiğinde, başlangıçta siyasal iktidarı fethetmek zorunda kalacaktır. Ancak bunu başardığında, geçmişteki tarihsel örneklere benzemeyen muazzam bir değişim yaratacaktır. İşçi iktidarı ve aynı gerçekliğin bir başka ifadesi olmak üzere işçi devleti, daha baştan sönmeye yüz tutan farklı niteliğiyle sınıflı toplumların ve sınıflı toplumlara özgü olguların sonunu getirecektir. İşçilerin iktidarının kurulup sönümlenme süreci, dünyada özel mülkiyetin de, devletin de, ulusal sınırların da, insanlığın farklı milliyetlere bölünmüşlüğünün de, cins ayrımcılığının da, siyasal iktidarın da, siyasetin de bitiş süreci olacaktır. Ve zaten ancak bu yolla insanlık için yabancılaşma ve zorunluluk dönemi son bulacak ve gerçek özgürlük döneminin kapıları açılacaktır. Komünizm olmadan insanın özgürleşmesi mümkün değildir. Kişisel özgürlük, ancak her bireyin kendi yetilerini istediği doğrultuda geliştirmesine fırsat veren ortaklaşmacı toplumda (komünizmde) mümkün olabilir. Komünist toplumun kendi temelleri üzerinde gelişimiyle birlikte çalışma bir zorunluluk olmaktan çıkacak ve herkes hoşuna giden bir faaliyet alanında kendini geliştirebilecektir.
İnsanlığın bu yola koyulabilmesi için önce kuşkusuz kapitalist toplumu sona erdirecek ve ancak işçi sınıfı tarafından başarılabilecek bir toplumsal devrim gereklidir. Tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücü eleştiri değil, devrimdir. İşte tarihsel materyalizm anlayışı, toplumsal yaşamdaki iyileştirme ve dönüşümleri seçkin düşünürlerin ürettiği ahlâki kategorilerde arayan idealist felsefenin yetersizliğini gözler önüne sermiştir. Marksist dünya görüşü devrimlerin nesnel temelini açıklığa kavuşturmuştur. İnsanlık tarihindeki bütün toplumsal çatışmaların kökeni, son tahlilde üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkiden kaynaklanır. Bir tarihsel dönem boyunca geçerli olan toplumsal düzen, artık üretici güçlerin verili üretim ilişkilerinin kabına sığamaması durumunda temellerinden sarsılmaya başlar. Bu durum en çok da kapitalist üretim tarzı için geçerlidir.
Toplumsal devrimin maddi yaşamda fiilen olgunlaşan koşulları, zamanla ezilen ve sömürülen sınıfın bilincinde de yansımasını bulur. Ancak toplumsal yaşamın altüst olmaya başladığı devrimci dönemler dışında, normalde egemen sınıfın düşünceleri topluma egemen olan düşüncelerdir. Ve egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadelerinden başka bir şey değildirler. Toplumun maddi egemen gücü olan egemen sınıf aynı zamanda egemen ideolojik ve manevi güçtür. Tarihsel materyalizm anlayışı diyalektik temeller üzerinde yükselir. Marksist dünya görüşü, üretici güçler ve maddi üretim ilişkilerinin oluşturduğu sosyo-ekonomik temel (altyapı) ile devlet, siyaset, partiler, ideolojiler, fikirler alanı olan üstyapı arasındaki karşılıklı (diyalektik) ilişkiyi açıklar. Bunun bir ifadesi olarak, ortam ve koşullar insanları oluşturduğu gibi, insanlar da ortam ve koşulları oluştururlar.
Fakat kuşkusuz son tahlilde belirleyici olan maddi temellerdir, yani nesnel koşullardır. Alman İdeolojisi’nde vurgulandığı üzere, şayet maddi temeller hazır değilse, devrim fikrinin ifade edilmiş olması pratik gelişme için henüz bir anlam taşımaz. Bir başka deyişle, eğer devrimin nesnel koşulları olgunlaşmamışsa, toplumsal düzeni altüst edecek devrim fikrinin binlerce kez dile getirilmesi bile eski düzeni yıkmaya yetmez. Ne var ki, nesnel koşullar olgunlaştığında da devrimin öznel koşulları, yani ezilen sömürülen sınıfın örgütlenme ve bilinç düzeyi tarihin gidişatını belirleyecek bir önem kazanır. Devrim sorununu proletaryanın tarihsel misyonu açısından ele aldığımızda belirtmek gerekir ki, toplumsal devrim yalnızca egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için değil, komünist bilincin kitleselleşmesi, işçi sınıfına kapitalizmin bulaştırdığı pisliklerin süpürülmesi ve toplumun yeni temeller üzerinde kurulmaya elverişli hale getirilmesi için de zorunludur.
İşçi sınıfını iktidara getirmekle kalmayıp, kapitalizmi dünya üzerinden tasfiye ederek sınıfsız topluma ilerleyecek bir devrim ancak bir dünya devrimi olabilir. Bu dünya devrimi, çeşitli ülkeler proleterlerinin, birbiriyle diyalektik etkileşim içindeki zincirleme devrimlerle dünya ölçeğinde egemen olabilmelerini anlatır. Böyle bir durum, dünya işçilerinin üretici güçleri, insanı, doğayı, teknolojiyi kapitalizmin prangalarından kurtararak özgürleştirmesini ve böylece sınıfsız toplumun yaşanmasını mümkün kılacak ölçek ve nitelikte bir gelişim sağlanmasını ifade eder.
Şurası açık ki, tek tek ülkelerde birbirinden kopuk ve yalıtık devrimlerle sosyalizme geçmek bir yana, tek bir ülkede gerçekleşen bir devrimin ürünü olan bir işçi iktidarının korunması da mümkün değildir. İşçi iktidarları dünya devrimi zincirinin yeni halkalarıyla desteklenmedikçe, Alman İdeolojisi’ndeki o son derece isabetli tespitte ifade edildiği üzere, gene kaçınılmaz olarak aynı eski çirkefin içine düşülür. Söz konusu koşullar gerçekleşmemişse, “komünizm ancak yerel bir görüngü olarak var olabilir ve dünya üzerindeki değişimlerin her yayılması bu yerel komünizmi ortadan kaldırır”. Görülüyor ki, Alman İdeolojisi son derece isabetli tarihsel öngörüleriyle 20. yüzyılda yaşanan devrim deneyimlerinin akıbetine işaret ediyor. Ekim Devrimiyle kurulan işçi iktidarının yalnız kalması neticesinde başına gelenler, özetle işçi sovyetleri düzeninin Lenin’in ölümünü takiben içten yürüyen bir bürokratik karşı-devrimle yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin despotik-bürokratik bir rejime dönüşmesi bu öngörülerin doğruluğunu fazlasıyla kanıtlamış bulunuyor. Marksizmin ve onun insanlık tarihini kavrayışının üstünlüğü işte buradan da belli!
link: Elif Çağlı, Marksizmin Aydınlattığı Gerçekler /I, 28 Şubat 2013, https://marksist.net/node/7854