Türkiye çok kritik bir siyasal dönemeç noktasına doğru ilerliyor. Erdoğan’ın 14 Mayıs tarihini açıktan dillendirmesiyle birlikte seçim atmosferi artık daha büyük bir kuşatıcılıkla siyasal hayatın temel belirleyeni haline gelmiş bulunuyor. Önümüzdeki seçim sürecinin daha öncekiler gibi olağanüstü koşullar altında ilerleyeceğini biliyoruz. Fakat bu gerçeğe rağmen bu seçimlerin öncekilerden birçok açıdan farklı olduğunu da unutmamak gerekiyor. Ardı ardına devreye sokulan kaotik ve kanlı planlarla iktidara tırmanan ve kurumsallaşan faşizm, büyük oranda baskı ve zorbalığa dayanıyor olsa da bir kitle desteğine de sahipti. Çoğunluğu oluşturmasa da, toplumun yüzde kırktan fazla bir bölümü bu kümede yer alıyordu. Ne var ki aradan geçen yıllar içinde, ekonomik çöküş, yıkıcı hayat pahalılığı ve dışarıdaki sıkışmanın basıncı altında rejimin toplumsal tabanı bariz bir şekilde erozyona uğradı. Devlet-parti-mafya-tarikat-medya-sermaye ayaklarıyla korporatif bir iktidar aygıtı oluşturan rejimin tepeden tırnağa yolsuzluğa gömülüp çürüdüğü toplum nezdinde de aleniyet kazandı. Rejim içindeki hesaplaşma ve çözülme hızlanırken, ardı ardına patlak veren olaylar Türkiye’nin bir “narko/mafya devlet”e dönüştüğünü gözler önüne serdi. Son olarak eski Ülkü Ocakları başkanı Sinan Ateş’in aleni bir organizasyonla öldürülmesi, hem rejim içindeki hesaplaşma ve çözülmenin hem de çürümenin aldığı yeni boyutun göstergelerinden biri oldu.
2019 yerel seçimleri (kısmen) hariç olmak üzere, son yıllarda yapılan çeşitli seçimlerde ve halk oylamalarında iktidar istediği sonuçları elde etse de, normal oylama koşullarında bu sonuçların çıkması mümkün değildi. Kontrol etmeyi başardığı nispeten büyük seçmen kitlesinin verdiği oylar ciddi oranlar oluşturuyorduysa da, gerçekte zafer elde etmeye yeterli olmuyorlardı. Ancak rejim, baskı ve zorbalığın yanı sıra seçim hileleri, usulsüzlükler ve oldubittilerle sonucu kendi lehine tecelli ettirebiliyordu. Ne var ki 2019 yerel seçimlerinin de gösterdiği gibi, rejim bunu yapmakta zorlanmaya başladı. Çünkü kitle desteği artık tüm hile, usulsüzlük ve oldubittilerin üzerinde cereyan edebildiği ve “atı alan Üsküdar’ı geçti” demeyi mümkün kılan eşik oy oranlarının altına inmeye başlamıştı.
İç ve dış şartların bir sonucu olarak 2023’te seçim yapma mecburiyetinden kaçmayı başaramayan faşist rejim, bu nedenle tam bir ölüm kalım savaşı vermeye başladı. Baskı ve zorbalığın dozu artarken, hukuksuzluk ayyuka çıkmaya başlamış, kitle manipülasyonu girişimleri ve devlet kaynaklarının yağması inanılmaz boyutlara çıkmış, melanet kuyusunda daha da derin karanlıklara inilmiştir. Bunlara ek olarak rejim isteksizce ve pek görülmemiş ölçüde emekçi kitlelere farklı biçimlerde ulufe dağıtıyor ya da yeni ulufe beklentileriyle oyalayarak etrafında tutmaya çalışıyor. Bu yolla, Cumhuriyet tarihinde görülmedik şekilde ani ve keskin yoksullaşma dalgası altındaki emekçilerde “işlerin yoluna girdiği” algısı oluşturmaya çalışıyor. EYT düzenlemesi, yeni konut kampanyası, marketlerin sopa zoruyla bir ay süreyle bazı malların fiyatlarını dondurması, emeklilere yapılan sefalet zammına 5 puanlık ek, asgari ücrete yüksek zam yapıldığı algısı yaratılması, kamu kurumlarına olan borçların ve cezaların silinmesi/yapılandırılması vb. Önümüzdeki gün ve aylarda bunlara yenilerinin eklenmesini beklemek gerekiyor. Elbette seçimleri atlatmayı başarırsa tüm bunların faturasını sonrasında emekçi kitlelere fazlasıyla ödeteceği açıktır.
Çok açıktır ki 2023 seçimleri içinden geçtiğimiz olağanüstü dönem bağlamında olağanüstü bir niteliğe bürünmüş bulunuyor. Rejim nasıl bunu bir ölüm kalım savaşı haline getirmişse, işçi sınıfı ve emekçi kitleler için de bu siyasal süreç nesnel olarak bir hayat memat meselesidir. Faşist iktidar sahiplerinin de kaybedeceği çok şey vardır, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin de. Normal zamanlarda yaşamıyoruz, hele Türkiye’de hiç! Geniş emekçi kitlelerin 2023 seçimleri yolunda cereyan eden siyasal mücadelelerin ciddiyetini ve riskin büyüklüğünü ne ölçüde bilinçlerine çıkardıkları ayrı bir konudur doğal olarak. Faşist iktidar tam da kitlelerin yeterli bilinç eşiğine varmaması için tüm gücüyle çaba harcıyor, varını yoğunu ortaya koyuyor. Dünyanın farklı ülkelerinde emekçi kitlelerin, büyük bir örgütlülük dahi olmadan, “artık yeter” diyerek ayağa kalkmalarının nice örneğini görüyoruz son yıllarda. Nitelikleri farklı farklı olsa da halen süren örnekler olarak sadece İran ve Peru’yu hatırlatmak bile yeterli. İşte Türkiye’deki faşist rejim kitlelerin bu noktaya gelmesinden ölesiye korkuyor.
Kitlelerde yaygın bir hoşnutsuzluk ve öfke olduğuna şüphe yok. Öncelikle faşist rejimin ekonomik, sosyal ve siyasal saldırıları, halkın ezici çoğunluğunun öfke ve tepkisini hiç olmadığı kadar yükseltmiştir. Yine tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık olan bir başka olgu ise, en temel boyutunu Erdoğan rejiminden kurtulma arzusunun oluşturduğu değişim isteğidir. Ancak rejimin algı operasyonlarının ve burjuva muhalefet güçlerinin sergilediği genel dağınıklık ve enerjisizliğin yarattığı karamsarlık ve yılgınlık nedeniyle bu değişim isteği eyleme dönüşemiyor, bir kanala akamıyor. Bunun yerine, bir yandan “Erdoğan gitmez” algısı halen güçlü kalırken, bir yandan da pasif bir bekleyiş durumu şekilleniyor. Aktif tutumun ve eylemin teşvik edilmediği şartlarda, doğal olarak kitlelerde kurtarıcı arayışı ortaya çıkıyor, burjuva muhalefet partilerinin ya da bir liderin gelip onları kurtarması beklentisi oluşuyor. Bu nedenle, “Erdoğan gitmez ama biz göndereceğiz” düşüncesi bir türlü hâkim olamıyor. Türkiye’nin despotik tarihinin özgül yönlerinden gelen ve yakın tarihin ağır baskı ve tahribatından da kaynaklanan etmenlerin burada rol oynadığı şüphesizdir. Ancak bu etmenlerin ağırlığı, çok somut ve yakıcı bir hedef olarak iktidarın alaşağı edilmesi uğruna başarılı bir mücadeleyi imkânsız kılacak ölçüde değildir.
Şunu çok net olarak ortaya koymak gerekiyor: Bu havanın kırılması şarttır! Bu rejimin son bulmasını isteyen herkese görev düşüyor. Rejim propagandalarından etkilenmemek, “ne yaparlarsa yapsınlar, biz gitmeyiz” ya da “işleri toparlıyoruz, düzeltiyoruz” yönünde yaratmaya çalıştığı algıya asla teslim olmamak, böbürlenmelerinin çoğunlukla palavra olduğundan emin olmak, sözde anket çalışmalarının seçimlerin “bıçak sırtında” olduğuna dair yaratmaya çalıştığı algıyı kırmak gerekiyor. Bunlar asgari sorumluluklar. Bu şartlarda etrafa karamsarlık ve yılgınlık yaymak affedilemez. Aksine “mücadele edersek bal gibi giderler” düşüncesini yaymak, mücadeleye teşvik etmek, olumlu, cesur bir ruh halini hâkim kılmaya çalışmak gerekiyor. Rejimin “işleri düzeltiyoruz” yolundaki algı çalışması onun propagandif faaliyetinde tümüyle ikincildir. Bu faaliyette onun ana ekseni, “ne olursa olsun biz güçlüyüz, gitmeyiz” algısını yaymaktır. Bunun için de bir yandan topluma ve muhalefete korku salmaya, bir yandan da toplumsal ve siyasal muhalefetin kendisi karşısında kazanma yeteneğinde olmayan, zayıf ve beceriksiz güçler olduğunu telkin etmeye çalışıyor.
Temel gerçekliğin toplumda derin bir hoşnutsuzluk ve öfkenin varlığı olduğunu asla akıldan çıkarmamak şarttır. Asıl sorun bu hoşnutsuzluk ve öfkenin nasıl eyleme geçirilebileceğidir. Örgütlü yapıların, politik parti ve çevrelerin kilit önemdeki sorumlulukları bir yana, bireyler olarak bu rejimden kurtulmak isteyen, yoksulluk ve geleceksizlikten şikâyet eden herkesin karamsarlıktan derhal çıkması, aktif bir ruh haline geçmesi, “ben ne yapmalıyım” sorusunu sorması gerekiyor. Sadece oturup seçimleri beklemek bir çare üretmiyor, üretmeyecek!
Şüphesiz asıl sorumluluk örgütlü yapılardadır. Söz gelimi toplumun sokaktan, meydanlardan, kitle eylemlerinden uzak tutulması yönünde burjuva muhalefet cephesi tarafından yaratılan ürkekliğin bir an önce kırılması gerekiyor.Burada önemli bir noktaya değinmek gerekiyor. En veciz anlatımını Sedat Peker’in yaptığı, “seçim gününe kadar sokağa çıkmayın ama seçim gecesi eve girmeyin” şeklindeki düşünce de aynı pasif tutma yanlışının devamıdır. Şüphesiz bu yaklaşım Peker’e ait değildir, burjuva muhalefetin çeşitli unsurlarının ürkek şekilde ima ettiği bir yaklaşımdır. Son güne kadar pasif tutulmuş kitlelerin bir günde aktive edilebilmesini ve mucizeler yaratmasını beklemek gerçekçi değildir. Kitleler ancak süreç içinde eyleme alıştıkları ve bununla bir dinamizm ve cesaret kazandıkları ölçüde, gerilimin zirveye ulaşacağı günde eylemin hakkını verebilirler. Bu yüzden toplumun diri tutulması, eyleme teşvik edilmesi, ona cesaret aşılanması, herkesin silkelenmesi, aktif bir tutuma doğru ittirilmesi elzemdir. Mücadele için elverişli bir zemin kesinlikle vardır. Doğru yönde müdahale ve çabaların toplumdaki havayı değiştireceği, kitleleri harekete geçireceği ve bunun başarı getireceği açıktır! Bu rejim altında toplumsal sorunlar tam bir yumağa dönüşmüş durumdadır ve kapitalizmin yarattığı sorunlarla birleşerek toplumu olumsuz etkilemektedir. Değişim dinamiğinin hâkim kılınmasıyla bu zehirli ve çürütücü yumağa üstün gelinebilir.
Grevleri bizzat Erdoğan tarafından yasaklanmasına rağmen metal işçilerinin yasağa aldırmayıp mücadeleye devam etmeleri ve başarıyla sonuçlandırmaları gibi doğrudan sınıf cephesinden örneklerin yanı sıra, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın ilk olarak İstanbul Kartal’da düzenlediği mitingin coşkulu ve kitlesel havasının, tanınırlığı artmaya başlayan sosyalist parti ve bireylere gençlerin gösterdiği ilginin ve örgütlü mücadeleye katılım eğiliminin işaret ettiği gerçeklik budur. Kartal mitingi hakkında yaptığımız değerlendirmeyi hatırlatalım: “Sadece Emek ve Özgürlük İttifakı’nın değil bir bütün olarak muhalefet cephesinin ilk seçim mitingi olma özelliğini taşıyan bu miting, rejimin dört bir koldan yönelttiği saldırılara emekçi kitlelerin gerçekte büyük bir tepki duyduğunu ve olanağını bulduğunda bunu güçlü bir şekilde gösterdiğini de ortaya koydu. Daha iyi bir hazırlık ve daha iyi bir çalışmayla çok daha güçlü eylemlerin yapılabileceği de açıkça görüldü.”
Bu örneklerden ve burada sayılmayan başka işaretlerden de görülebileceği üzere, faşist diktatörlüğe karşı mücadele için elverişli bir zemin kesinlikle vardır. O nedenle kıvılcımları görülen bu mücadele isteğini ve umudu büyütmeye çalışmaktan, toplumsal yaşamın her alanında faşist rejime karşı inanç ve kararlılık aşılamaktan başka yol bulunmuyor. Emek cephesini bu ruhla büyütelim! Yılgınlık yok, mücadele var!
link: Marksist Tutum, Yılgınlık Yok, Mücadele Var!, 28 Ocak 2023, https://marksist.net/node/7842
Bir Devrimci Önderin Dönüşümü: Mustafa Suphi!
Kayıp Anneleri