Çin rejiminin boğucu baskılarına eşlik eden “sıfır Covid” politikası, üç yıldır katı karantina koşullarında nefes alamaz hale gelen işçileri isyan ettirdi. Kasım ayının son haftasında başlayan ve büyük ölçüde rejimi hedef alan eylemlerin Tiananmen’den (1989) bu yana görülen en kitlesel protesto eylemleri olduğu ifade ediliyor. 24 Kasımda, üç ayı aşkın bir süredir karantinada olan Urumçi kentindeki bir apartmanda çıkan yangında 10 kişinin hayatını kaybetmesinin ardından başlayan bu protesto gösterileri pek çok kente yayıldı. Bu acı olayın Uygur halkının yaşadığı Sincan özerk bölgesinde gerçekleşmesine rağmen, milliyetçi önyargıların kırılarak tüm ülkede bu kadar ses getirmesinin sebebi, söz konusu binanın yer aldığı sitenin Covid karantinası altında olması nedeniyle ana kapılarının kilitli olması ve sokak giriş-çıkışlarına barikat kurulması yüzünden itfaiyenin zamanında müdahalede bulunamamasıydı.
Hatırlanacağı üzere 2019 Aralığında Çin’de ilk koronavirüs vakaları ortaya çıktığında devlet bu olguyu şiddetle inkâr etmişti. Ancak gerçeklik gözlerden gizlenemez hale geldiğinde bu kez de çok sıkı bir karantina uygulamasına geçilmişti. Bu uygulamayla birlikte insanlar evlerde, okullarda, işyerlerinde, mahallelerde karantinaya maruz bırakıldılar. Hatta kentler karantinaya alındı. Üstelik bu uygulama salgının patlak verdiği ve tüm dünyada paniğe yol açtığı ilk aylarla sınırlı kalmayıp bugüne dek uzatıldı. Örneğin Şanghay gibi 26 milyonluk bir sanayi kenti, Çin yönetiminin izlediği “sıfır Covid” politikası neticesinde 2022 ilkbaharında iki ay boyunca karantinaya sokuldu. PCR testi pozitif çıkan ve bunlarla teması olan herkesin, semptom gösterip göstermemesine bakılmaksızın karantina merkezlerine gönderildiği bu uygulama, işçileri çalıştıkları yerlerde de ağır baskılarla yüz yüze bıraktı. Örneğin binlerce insanın bir arada çalıştığı fabrikalarda gerekli sağlık önlemlerinin alınmaması Covid vakalarının sayısını arttırırken, hasta olanların tespit edilip yalıtılması yerine tüm fabrika karantinaya alındı ve işçiler dışarı çıkamadan çalışmaya devam ettirildi. Aslında despotik rejimin akıldışı Covid politikasının yıkıcı sonuçlarının tetiklediği son isyanın kıvılcımını da üç yıldır süren bu uygulamaya tepki gösteren Foxconn işçileri çaktı.
22 Kasımda iş bırakıp fabrika önüne çıkan işçiler “güvenlik” kulübelerini ve Covid test merkezlerini dağıttılar. Fabrika “güvenlik” birimlerinin engelleyemediği işçiler, devreye sokulan polisin şiddetli saldırısına ve tutuklamalara girişmesine rağmen geri adım atmadılar. Üç gün sonra fabrika yönetiminin yüksek zamlı ücretleri ve ikramiyeleri derhal işçilerin banka hesaplarına yatıracağı sözü vermesi üzerine eylem sona erdirildi. Urumçi’deki yangının ardından gelen protesto eylemleri de o günlerde patlak verdi.
Her yerde olduğu gibi Çin’de de muktedirler protestoları “dış güçlerin oyunu” olarak nitelendirerek hareketin meşruiyetini ortadan kaldırmak istiyorlar. Fakat artık fazlasıyla bayatlamış olan bu söylem halkı eskisi kadar etkilemiyor. “Sağlık mı, özgürlük mü” ikilemiyle döşenen tuzaklar da işçi sınıfı açısından büyük ölçüde işlevini yitirmiş bulunuyor. Tepkilerin artması ve eyleme dökülmesi üzerine Çin yönetimi geçtiğimiz günlerde SARS-CoV-2 virüsünün hastalığa yol açma kapasitesinin düştüğünü dillendirmeye başlayarak “sıfır Covid” politikasında yumuşamaya gidileceğini duyurdu. Bu kararlara göre, Covid-19’u hafif veya asemptomatik şekilde geçirenler artık karantina merkezlerine gönderilmek yerine evlerinde izole edilebilecek. Tek bir vaka görülse dahi tüm mahalleyi karantina altına alma uygulaması yerine söz konusu vakanın görüldüğü apartman karantinada tutulacak. Hastaneler ve okullar dışındaki halka açık alanlarda PCR testi zorunluluğu kaldırılacak. Yüksek riskli bölgelerde beş gün boyunca yeni vaka görülmezse kapanma sonlandırılacak. Yaygın vakalar görülmezse okullar ve üniversiteler kapatılmayacak. Binalardaki yangın çıkışlarının ve kapıların önüne tecrit bariyerleri konulmayacak. Aslında bizzat bu kararlar, şimdiye dek yürürlükte olan “sıfır Covid” uygulamalarının insanların hayatlarının nasıl zindana çevrildiğini anlamamıza yetiyor.
Covid pandemisiyle örtülmek istenen gerçeklik
Covid-19 pandemisi patlak verdiğinde tüm dünya panik içinde ne yapacağını şaşırmışken, Marksist Tutum’da ilk günlerden itibaren yayınlanan yazılarımızda, küresel burjuvazinin bu salgını patlak veren krizin üstünü örtmek için nasıl bahane olarak kullandığını ve paniği merkezi olarak nasıl örgütlediğini ortaya koyduk.[1] Küresel burjuvazi, 2020 Martının ikinci haftasından itibaren Amerika ve Avrupa borsalarında yaşanan sarsıcı çöküşlerle kendini gösteren ekonomik krizi “pandemi krizi” olarak niteleyerek büyük bir manipülasyona girişmişti. O günlerde kaleme aldığımız bir yazımızda şu tespitleri yapmıştık:
“… veri ve olgular, kriz işaretlerinin salgından çok daha önce yeterince belirgin bir şekilde ortaya çıktığını göstermektedir. Dünya ekonomisindeki büyüme yıllardır hayat vaat etmeyen, cansız ve sürüngen bir karakter almıştı. Şimdi sanki böyle bir durum yokmuş gibi, yaşanan çöküşün salgına bağlanmasının amacı bellidir: kapitalizmi aklamak. 2008 krizini yönetmek için uygulamaya soktukları araçlar, tam bir çöküşü engellediyse de fatura emekçilere kesildiği için kitlelerin artan yoksullaşmasını ve kaçınılmaz olarak yükselen toplumsal hoşnutsuzluk ve tepkileri de beraberinde getirmişti. Şimdi bir kez daha kriz patlak vermişken aynı yöntemleri hayata geçirmenin kitleler tarafından kolayca kabullenilmeyeceğinin farkındadırlar. Bu tedbirleri meşrulaştırmak, «bu kez çok farklı» havasını yaratarak aldıkları tedbirlerin halkın sağlığı ve ekmeği için olduğunu kitlelere yutturabilmek için alabildiğine abartılı bir salgın tablosu çiziyor ve bunu bir bahane olarak kullanıyorlar. Burjuvazi böylelikle yalnızca kapitalist sistemi temize çıkartmaya çalışmakla kalmıyor, bizzat kendisinin körüklediği panik havasıyla, büyük finans kuruluşlarına bir kez daha on trilyonlarca dolar aktarılmasının yanı sıra doğabilecek toplumsal tepkiyi bastırmak için polisiye tedbirlerin alınmasını da meşrulaştırmak istiyor.
“Burjuva hükümetler salgının belli bir aşamasında devreye soktukları toplu karantinalar vb. ile bizzat kendilerinin körükledikleri bir panik havası yaratmışlar ve bunu kendi çıkarlarına kullanmaya girişmişlerdir. Panik bir kez başlayınca bir girdap gibi her şeyi içine çekmiş, hesaplananların yanı sıra hesaplanmayan ters sonuçlar da doğurmuştur. Salgını yavaşlatmak adına alınan idari önlemler birçok ülkede gündelik yaşamı felç etmiş, hizmet sektöründeki faaliyetler durma noktasına gelmiş, kimi üretim dallarında da faaliyetler kesintiye uğramıştır. Çin gibi dünyanın hem imalathanesi hem de ara malı üreticisi olan bir ülkenin ekonomisinin alabildiğine yavaşlatılması ve dış ticaretinin sınırlandırılması, diğer ülkelerdeki kimi üretim dallarında da isteseler bile üretim yapamadıkları bir durumun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ancak burjuva zirvelerin, çöküşten bu kez kaçınamayacaklarını gördüklerinden bu tür sonuçlara katlanmayı göze almış olmaları kuvvetle muhtemeldir.”[2]
Aynı günlerde yayınladığımız bir başka yazıda da, burjuvazinin yarattığı ve körüklediği panik dalgasının virüsten çok daha hızlı yayıldığını, bu dalganın insanların bilinçlerinde, ruh hallerinde, davranışlarında ve beklentilerinde yarattığı tahribatın, virüsün bedenlerinde yaratabileceği tahribatı fazlasıyla aştığını dile getirerek şöyle demiştik:
“Bu paniği körüklemezlerse, güya hastalığın yayılmasını yavaşlatmak adına alınan tedbirleri, demokratik hak ve özgürlüklere getirdikleri sınırlamaları, başta esnek çalıştırma olmak üzere yeni çalışma rejimlerini, yeni hak gasplarını, devasa bir işten çıkarma dalgasını, finans-kapitale aktarılacak trilyonlarca dolarlık destek paketlerini vb. meşru gösterip kitlelere kabul ettirmenin çok zor, belki de imkânsız olduğunu gayet iyi biliyorlar. Milenyum dönemecinden beri kapitalizm tarihsel bir sistem krizinden geçmektedir, bugün açığa çıkan iktisadi krizin çok daha ağır bir yıkıma yol açacağı kesin gibidir. İşte dünya burjuvazisinin zirveleri bu büyük yıkıma karşı gelişecek tepkilerin zaten varolan isyan dalgasını daha da yükseltmemesi, kapitalist sistemin bu badireyi atlatabilmesi için gerekli «dönüşümlerin» en az sıkıntıyla hayata geçirilebilmesi için hazırlık yapmaktadır. Salgın bu durumun nedeni değil, bu durumun üstünü örtmek için kullandıkları bir bahanedir.”[3]
Bu ve diğer pek çok yazımızda, salgını önleme adı altında alınan sözde önlemlerin, ister milyonlarcasını işsiz bırakarak, isterse en ağır ve sağlıksız çalışma koşullarına maruz bırakarak işçi sınıfını vurduğuna, bunun ona karşı açılan bir savaş olduğuna döne döne dikkat çekmiştik:
“Hükümetler virüsle savaşa girdiklerini söylüyorlar ve bu söylemi tüm topluma yaymaya, beyinleri bununla işgal etmeye çalışıyorlar. Böylece tüm insanlık olarak bir virüse karşı ortak biçimde savaştaymışız izlenimi oluşturmak istiyorlar. Ama bu süreçte asıl savaş kelimesini hak eden bir şey varsa o da kapitalist düzenin işçi-emekçilere karşı açtığı savaştır. … Gerçekten de kapitalizm Covid-19’la birlikte emekçi kitlelere karşı eşi benzeri görülmemiş bir silah kazanmıştır. Bu toplumu bastırma, kontrol etme, yönetme sanatında egemenlerin elde ettiği muazzam ölçüde tehlikeli bir enstrüman, bir silahtır. Bir toplumun doğrudan doğruya savaşta olduğu dönemlerde uygulanan ağır önlemler olarak karartmalar, sokağa çıkma yasakları, karne vs. gibi olgular hiçbir dönemde toplumun toplum olma vasfını ortadan kaldıracak kapsama ulaşamamıştır. Bugünlerde yeryüzündeki milyarlarca insana dayatılan bireysel izolasyon, gezegenin koca bir hücre tipi hapishaneye çevrilmesidir. Yukarıda bunun adeta bir tür sosyal deney olduğunu söyledik. Bunu ne denli vurgulasak azdır. Kapitalist egemenler yönetme sanatında yeni bir silah keşfetmişlerdir ve bunun ilk büyük tatbikatını yapmaktadırlar.”[4]
İşçi sınıfı için en büyük tehdidin kapitalizm olduğunun ve ona karşı “korunma”nın tek yolunun örgütlü mücadeleden, birlikten, dayanışmadan geçtiğinin de her yazımızda altını çizmiştik. Ne var ki bu çıplak gerçekliğe rağmen geniş çoğunluk, burjuvazinin hazırladığı “sağlık mı, özgürlük mü” tuzağına[5] düşerek, salgınla mücadele adı altında dayatılan Covid saldırılarını gönüllü biçimde kabul etmişti. Tıp camiası ve onun sorgusuz sualsiz destekçileri ise (ki sosyalist hareketin çok büyük bir kesimi buna dâhildir) bununla da kalmayıp tam kapanma ve karantina çığırtkanı kesilmişti. O günlerde Çin’de uygulanmaya başlanan “sıfır Covid” politikasına alkış tutanların başını da yine bu kesimler çekiyordu. Oysa Çin yönetiminin böylesi akıldışı bir politikaya başvurması, insana verdiği önemden değil tümüyle yukarıda saydığımız nedenlerden kaynaklanıyordu.
Çin rejimi ve pandemi
Virüs korkusu salarak bir tür “gönüllü kölelik” hali yaratmayı başaran burjuva iktidarların bu kullanışlı silah sayesinde olağanüstü yetkilerle donandıklarını ve bu yetkileri kendi çıkarları doğrultusunda kullandıklarını biliyoruz. Covid-19 hastalığının şiddetinin gerek virüsün geçirdiği mutasyonlarla gerekse de toplumsal bağışıklığın yükselmesiyle grip düzeyine inmesine rağmen bu silahın hâlâ gerektiğinde kullanılmak üzere hazırda tutulduğunu da biliyoruz. Fakat onu son derece yıkıcı biçimde kullanmaya devam edenlerin başında Çin rejiminin geldiğini de görüyoruz.
“Çin usulü sosyalizm”den dem vuran Şi Cinping yönetimi, “sıfır Covid” politikasını içeride zorbalığını meşrulaştıracak bir araç olarak kullanmaktadır. Emekçilerin her türlü demokratik haktan mahrum bırakıldığı ve baskı altında tutulduğu Çin, son yıllarda sektör sektör yayılan grevlerle, gençlerin yükselen tepkisiyle, özellikle Hong Kong’daki halk isyanının ardından hızla artan demokratikleşme talepleriyle patlamaya hazır bir bombadır. Küresel kriz koşullarında hoşnutsuzluğun ve tepkilerin giderek artacağını ve kontrol altına almakta zorlanacağını gören Şi yönetimi, bu yüzden Covid-19 silahına “Allah’ın lütfu” olarak sarılmıştır. Krizin üstünü örtmek, büyük şirketlere akıttığı yüz milyarlarca doları kitlelerin gözünde meşru hale getirmek ve sınıf hareketini bastırmak için pandemiyi bahane olarak kullanan rejim, Batı’yla rekabette üstünlük sağlamak için de bu silaha başvurmuştur. Bilindiği gibi emperyalist devletler bu pandemiyi bir güç ve prestij savaşına dönüştürmekten geri durmamışlardır. Bu süreçte, en kısa sürede bulunup alabildiğine yaygın ve ücretsiz kullanımının sağlanması yaşamsal öneme sahip olan aşılar ve ilaçlar bile bu savaşın aracına dönüştürülmüş ve milyonlarca insan canice bir kâr ve rekabet hırsına kurban edilmiştir. Bu savaşın başını çeken aktörlerden biri de Çin’dir.
Klasik inaktif yöntemle aşı geliştirerek 2020 Aralığında ilk aşılamalara başlayan Çin, aynı dönemde mRNA teknolojisiyle aşı geliştirmeye odaklanan Batılı şirketlerle karşılıklı yarış halindeydi. Ama diğer emperyalist güçler gibi o da bunu aynı zamanda rekabet ve nüfuz savaşının da aracı kıldı. Ekonomik, askeri ve diplomatik etkisini belirgin bir şekilde arttırdığı Afrika ve Latin Amerika ülkelerine bedava aşı ve maske yardımı yaparak bu bölgelerdeki nüfuzunu daha da derinleştirmeye çalıştı. Ne var ki kısa süre sonra mRNA aşılarının hastalığı önlemede daha etkin oldukları görüldü. Buna rağmen Çin kendi mRNA aşısını geliştireceği iddiasıyla Batılı şirketlerin geliştirdiği Biontech, Moderna gibi aşıların ithalatına onay vermeyerek inaktif aşıyı kullanmaya devam etti. Bugün de hâlâ devam eden bu politika, aslında “sıfır Covid” uygulamalarında bu derece ısrar etmenin nedenlerinden birini de oluşturmaktadır. Zira salgının ilk yılında aşısıyla övünen Çin devleti, çok yüksek bir aşılama oranına ulaşmasına rağmen itiraf etmediği bir güvensizlik içindedir. Bugün Çin’de nüfusun %90’ına yakını iki doz aşıyla aşılanmıştır. 80 yaş üstünde ise bu oran ilk doz söz konusu olduğunda %65’e, ikinci doz içinse %40’a düşmektedir[6] ve yeni kararlarla bu oranın hızla arttırılması hedeflenmektedir. Fakat yaygın aşılama halen etki gücünün zayıf (yaşlılarda %55-60 oranında bir koruyuculuğa sahip) olduğu ispatlanan inaktif Sinovac ve Sinopharm aşılarıyla yapıldığı için aşılamanın tek başına bir çözüm getirmeyeceği, kitlesel yaşlı ölümlerinin gerçekleşebileceği düşünülmektedir. Kuşkusuz Çin devletinin yaşlı ölümlerini düşük tutma gayretinin temelinde insani bir hassasiyet değil, hastaneler üzerindeki yükte ani artışlara yol açmama kaygısı yatmaktadır. Zira Şi Cinping’in “yerli ve milli sosyalizm”inde hastanelerdeki yatak ve yoğun bakım kapasitesinin düşüklüğünün yanı sıra tıbbi eleman sayısı da ihtiyacı karşılamamaktadır!
“2020’de yapılan bir araştırma, Çin’in 100.000 kişi başına yalnızca 3,6 yoğun bakım ünitesi yatağına sahip olduğunu (örneğin Singapur’da 100.000 kişi başına 11,4) ve o zamandan beri sağlık sektöründeki gelişmelerin geciktiğini ortaya koydu. Reuters, Temmuz ayında son iki yılda düzinelerce özel hastanenin iflas başvurusunda bulunduğunu duyurdu. Bu arada, ülkedeki hastaların %85’inin başvurduğu kamu hastanelerinde, pandemi başladığından bu yana önemli sayıda sağlık personeli düşük kazançlar nedeniyle işlerinden ayrıldı.”[7]
Yüz milyonlarca insanı her gün zorunlu PCR testine tabi tutan Çin devleti bunun için yılda 60 milyar dolardan[8] fazla para harcarken, yaşamsal öneme sahip sağlık harcamalarını yapmaktan uzak duruyor. Zira kapitalist Çin’de de diğer kapitalist devletlerde olduğu gibi her şey kâra endekslidir ve PCR testlerini üreten özel şirketlere kaynak akıtmak, yüz milyonlarca işçinin canından daha önemlidir. Test kitlerini üreten büyük şirketler bu yıl %300’lere varan net kârlar açıklarken, zorunlu test masraflarını karşılamakla yükümlü olan yerel yönetimlerin milyarlarca dolara ulaşan bu yükün altında ezildikleri de bir başka vakıadır.
Zorunlu test, karantina ve diğer boğucu uygulamalarıyla “sıfır Covid” politikasının başarıya ulaşma şansı sıfır olan bir politika olduğu, kapanmalardan her çıkışta vaka sayıları sıçramalı bir şekilde artacağı apaçık bir hakikattir. Öte yandan uzun süreli kapanmanın toplumsal bağışıklığı engelleyen bir uygulama olduğu da ortaya çıkmıştır. Nitekim Çin’deki vaka artışları da buna işaret etmektedir. Bununla birlikte vakaların %90’ından fazlası asemptomatik olmasına rağmen Çin rejimi Covid’le mücadele bahanesiyle ülkeyi üç yıldır açık hapishaneden kapalı hapishaneye çevirmiştir.
Diğer taraftan, Çin yönetiminin virüsle savaşıyor görüntüsü altında egemenlerin çok yönlü çıkarlarına hizmet eden politikalarının çelişkilerden muaf, hedefine sorunsuz ulaşan politikalar olduğunu söylemek mümkün değildir. Kapitalizmin yüz yüze olduğu çıkışsızlık, burjuvazinin başvuracağı tüm silahların dönüp kendisini vuracak bir tuzağa dönüşme riskinin alabildiğine artmasını da beraberinde getirmiştir. Covid-19 bahanesiyle hayata geçirilen saldırılar için de bu geçerlidir ve Çin burjuvazisi bunun çok yönlü sonuçlarıyla karşı karşıyadır. Öncelikle kapitalizmin küresel ekonomik krizi şu ya da bu tedbirle ortadan kaldırılamayacağı gibi, onu geciktirmeye ya da hafifletmeye dönük tüm girişimler daha büyük patlamaları beslemekten öte bir işe yaramamaktadır. Nitekim çöküşü engellemek adına izlenen tüm ekonomik politikaları, enflasyonun yükselmesi, bütçe açıklarının artması, borçlanmanın patlama noktasına gelmesi ve emekçilerin çok daha fazla yoksullaşmasıyla sonuçlanmıştır. İşsizlik katlanarak artarken çalışma koşulları daha da kötü hale gelmiştir. Emperyalist rekabetin en üst düzeyde yürüdüğü bu koşullarda tırmanan ticaret savaşı[9] da Çin ekonomisi açısından yıkıcı bir etki yaratmıştır. Küresel krize bağlı olarak daralan Çin ekonomisi, katı Covid önlemleri nedeniyle çok daha keskin bir düşüş yaşamıştır. Ekonomik büyüme 2021’de %8 iken 2022’de %3’e düşmüştür. Genç işsizliği resmi rakamlara göre bile %12’ye tırmanmıştır. Pek çok sektörün durma noktasına geldiği Çin, küresel krizden son derece ağır bir şekilde etkilenmiştir.
ÇKP’nin tek parti diktatörlüğünün hüküm sürdüğü Çin, emperyalist hegemonya kavgasının iki numaralı gücü olarak boy gösterirken, bu noktaya yüz milyonlarca işçiyi adeta kölelik koşullarında sömürerek ve Batılı tekellere sömürterek gelmiştir. Bu emperyalist tekeller tüm üretimlerini ucuz emek cenneti olarak gördükleri Çin’e ve Güneydoğu Asya ülkelerine kaydırırlarken bu ülkelerdeki baskıları, anti-demokratik koşulları zerrece umursamamışlar, işçi sınıfının bu kadar yoğun sömürülmesinin ancak o koşullarda mümkün olabileceğini bildiklerinden bu konuda ağızlarını açmamışlardır. Dünya Ekonomik Forumunun başkanı ve “Büyük Reset”in mucidi Klaus Schwab’ın geçtiğimiz günlerde Çin devlet televizyonuna verdiği bir mülakatta sarf ettiği şu sözler bu yaklaşımı son derece açık bir şekilde özetlemektedir: “Çin birçok ülke için bir rol modeldir. Bir ülkenin hangi sistemi kabul edeceğini kendi kararına bırakmalıyız. Çin modeli birçok ülke için kesinlikle çok cazip bir model.” Demokrasi ve özgürlük götürmek adına dünyanın ateşe verilmesine alkış tutanlar, görüldüğü gibi, eğer sermayenin tatlı kârları söz konusuysa en baskıcı totaliter rejimleri bile “cazip bir model” olarak takdir edebilmektedirler.
Kapitalizmin içinde debelendiği tarihsel kriz koşulları bu tür totaliter rejimleri sermaye için gerçekten de cazip modeller haline getirmiştir. Faşizmin dünya ölçeğinde yükselişe geçtiği bir ortamda bunda şaşılacak bir şey yoktur. Ama bu koşullar aynı zamanda işçi sınıfını da harekete geçirmekte, isyan ateşi dalga dalga yayılmaktadır. Egemenler kârlarından fedakârlık yapmamak için sopaya sarılırken, işçiler, emekçiler, gençler sadece ekonomik nedenlerle değil özgürlük için de ayağa kalkmaktadırlar. Dün Kuzey Afrika, Latin Amerika, bugün İran, yarın belki de Çin…
[1] Bu yazılara web sitemizdeki Covid-19 mu, Kapitalizmin Krizi mi? başlığından ulaşılabilir.
[2] Oktay Baran, Çöküşün Bahanesi: Pandemi (24 Mart 2020)
[4] Levent Toprak, Virüse Karşı Savaş mı, Topluma Karşı Savaş mı? (7 Mayıs 2020)
[5] Oktay Baran, Sağlık mı, Özgürlük mü: Buridan’ın Eşeği Olmayacağız! (30 Nisan 2020)
[9] Bkz. Utku Kızılok, Kapitalizmin Tarihsel Çıkmazında Ticaret Savaşları (Ağustos 2018) ve Utku Kızılok, Ticaret Savaşında Son Durum (Aralık 2018)
link: İlkay Meriç, Çin’de Baskılar ve “Sıfır Covid” Politikası İşçileri İsyan Ettiriyor, 10 Aralık 2022, https://marksist.net/node/7811
Barınma Hakkı Bir Mücadele Konusudur!
Peru’da Castillo’ya Kongre Darbesi