Burjuvazi çürümüş ve aslında zombileşmiş toplumsal sistemini biraz daha yaşatabilmek için çırpınıyor. İş âleminin sıradan unsurlarını bir tarafa bırakıp, egemen sınıfın zirvesine bakacak olursak, artan karamsarlığı görürüz. Zira sıradan burjuvaların aksine, onlar egemeni oldukları bu toplumsal sistemin tarihsel olarak sürdürülemez hale geldiğini biliyorlar. İnsanlığın boğuştuğu hiçbir köklü soruna kapitalizm çerçevesinde çözüm üretmek mümkün değildir. Tersine bu çürümüş sistem devam ettikçe, yeni sorunlar peydah olmakta ve üstelik bu sorunlar küresel çapta tüm insanlığı etkileyerek alabildiğine şiddetli bir şekilde yaşanmaktadır. Öyle ki, her geçen gün yeni bir büyük sorundan “kriz” betimlemesiyle bahsediliyor. İktisadi, siyasi, diplomatik, askeri krizlere yeni tipte krizler ekleniyor: sağlık krizi, enerji krizi, ekolojik kriz vb. Şurası açık ki, bunlar sıradan ve geçici sorunlar olmanın çok daha ötesindedirler ve insanlık açısından varoluşsal bir tehdit haline gelmişlerdir.
Bu açıdan bakıldığında tarihsel sistem krizi, hafiflemek şöyle dursun, bir karadelik gibi tüm sorunları kendi içine çekmekte, onlarla birlikte kendisini daha da büyütmektedir. Bu her geçen gün onun yıkıcılığının artması demek oluyor. Yılın başından bu yana yaşanan gelişmeler, dünya ekonomisinin gidişatını ele aldığımız makalede[*] söylenenleri doğrulamıştır. O yazıda incelenenlere ek olarak insanlık yeni bir krizle daha karşı karşıyadır: gıda krizi! Aynı dönemde patlak veren Ukrayna-Rusya savaşını da buna eklemek gerekiyor. Zira bu savaş egemenlere kötü gidişatın sorumluluğunu başkasının üzerine yıkma fırsatını da sunuyor. Böylece tırmanan enflasyonun, emekçilerin yoksullaşmasının, kapıda bekleyen yeni işten atma dalgasının sorumluluğunu da kendi sırtlarından atmaya çalışıyorlar. Bu yalana karşı mücadele içinden geçtiğimiz dönemin önemli ideolojik mücadele başlıklarındandır.
Bugün siyasetçisinden akademisyenine, sanatçısından gazetecisine tüm burjuvalar gıda krizi bağlamında timsah gözyaşları döküyorlar. Bu konuyu öne çıkartıp gündemde tutuyorlar, ama bunun nedeni kitlesel ve yaygın bir açlığın kapıya dayanmış olması ve yüz milyonlarca insanın hayatının risk altına girmesi değildir. Eğer sisteme karşı bir tehdit haline gelmeyecek olsa, sömürerek sırtından zenginleştiği emekçilerin açlık çekmesi burjuvazinin umurunda olmazdı. Burjuvazi gıda krizini önemsemek zorunda kalıyor, çünkü onun yeni bir açlık krizine yol açarak daha büyük toplumsal patlamalara sebebiyet vermesinden korkuyor. Gıda krizi gerçeğini, fırlayan gıda fiyatları karşısında yükselen tepkiyi savuşturmak için de kullanıyor. “Bizden kaynaklanmıyor, tüm dünyada gıda krizi var” söylemini tüm burjuva hükümetler tepe tepe kullanıyorlar. Son olarak bu konu aracılığıyla, sorunun esas nedeninin kendi sömürü sistemleri değil de, Ukrayna-Rusya savaşı olduğunu ileri sürerek Rusya karşıtı kampanyaya güç vermek istiyorlar. Oysa gıda fiyatlarındaki artış son ayların sorunu değildir, dolayısıyla bu artışın yegâne sorumlusu Ukrayna-Rusya savaşı değildir. Sorun çok daha derinlerdedir; kapitalist üretim ilişkilerinde, bunun tarım alanındaki kimi yansımalarında ve son 40 yıldır izlenen neoliberal tarım politikalarındadır. Bunlara bugün sorunu daha da yakıcı ve yıkıcı hale getiren şu faktörleri ekleyebiliriz: kapitalizmin yarattığı ekolojik kriz, enerji tekellerinin tekelci fiyat uygulamaları, emperyalist paylaşım mücadelesinin ürünü olan savaşlar ve finansal spekülasyonlar. Her halükârda, hangi temel sebebe ya da ikincil sebeplere bakacak olursak olalım, sorumluluk ne doğa olaylarındadır ne de dünya nüfusunun artmasında. Sorumluluk, kapitalist üretim ilişkilerinde ve onun doğrudan ve dolaylı sonuçlarındadır. Bu arada artan fiyatlarla emekçiler her geçen gün daha da büyük bir yoksulluk içerisine sürüklenmektedirler. Enflasyon ve hayat pahalılığı meselesi tüm dünyada her zamankinden daha yakıcı bir mücadele başlığı haline gelmiştir.
Enflasyonun sebebi ne, sorumlusu kim?
Daha önce de belirttiğimiz üzere, enerji kaynaklarında, hammaddelerde ve gıda fiyatlarında büyük bir artış sözkonusu. Buna bağlı olarak tüm ürünlerin fiyatları artıyor, enflasyon tırmanıyor. Burjuva iktisatçıların en çok korktukları durum, enflasyon ve ekonomik durgunluğun (ya da daha kötüsü küçülmenin) aynı anda yaşanması. Stagflasyon denilen bu durum, başta ABD ve AB olmak üzere tüm Batılı emperyalist ülkelerin (ve Japonya’nın) kapısına dayanmış durumdadır. Ve bir mucize gerçekleşmezse bundan kaçınmaları da mümkün görünmüyor. Daha şimdiden (faizler halen nispeten düşük düzeydeyken) büyük ekonomiler durgunluktan daralmaya geçmeye başladı bile. ABD ekonomisi bu yılın ilk çeyreğinde %1,1 büyüme beklentilerini tuzla buz edip %1,4 küçülünce, kapitalistler panik butonuna bastılar. “Küresel ekonomi resesyona doğru mu gidiyor, yoksa zaten resesyon içinde mi” diye soruyor burjuva iktisatçılar birbirlerine. Avrupa ekonomisinin (Euro bölgesi ekonomileri) son on beş yılda, yani 2008 krizinden bu yana, ortalama büyüme hızı %2’yi bulmuyor. ABD Merkez Bankasından (FED) AB Merkez Bankasına (ECB), IMF’den Dünya Bankasına kadar tüm burjuva kurumlar, büyüme tahminlerini azaltıyor, enflasyon tahminlerini yükseltiyorlar. Dünya Bankası Başkanı Malpass, dünya ekonomisinin küresel bir resesyona girme tehlikesini dile getirerek karamsar konuşuyor: “Elimizdeki verileri gözden geçirdiğimizde, dünya ekonomisinin resesyondan nasıl kaçınacağını görmekte zorlanıyoruz.” ABD’nin en büyük bankalarından gelen açıklamalar da, çok büyük sarsıntılar beklendiğini ortaya koyuyor. J.P.Morgan yöneticisi “kasırga yaklaşıyor, kendinizi hazırlayın” diyor.
Dünyanın tüm ülkelerinde egemenler, enflasyonun suçunu enerji ve gıda fiyatlarındaki tırmanışa bağlayıp, bunun da savaştan kaynaklandığını söyleyerek sorumluluğu Rusya’ya yıkıyorlar. Emperyalist ülkelerin egemenleri bu yalana bir başka yalan daha ekliyorlar: Enflasyonun bir diğer sorumlusu yükselen (!) ücretler ve artan tüketim harcamalarıdır! Onlara göre artan ücretler fiyatları da arttırmakta, tüketim harcamalarının büyümesi de talepteki artışla birlikte fiyatları yukarı çekmektedir. Bu burjuva zırvalıktan çıkan sonuç, reel ücretleri azaltıcı ve tüketimi kısıtlayıcı tedbirlerdir. Bunun da en kestirme yolu faizleri arttırmaktır. ABD Başkanı Biden, enflasyonu düşürmek için istihdamın “bir kısmı” ile büyümeden feragat etmenin “iyi bir şey” olduğunu söyleyip faturanın emekçilere kesileceğini ilan ediyor. Oysa propaganda edildiğinin aksine reel ücretler yükselmiyor, tersine ücretler enflasyonla aynı oranda artmadığı için işçi sınıfının alım gücü günden güne düşüyor.
Hükümetlerden iktisatçılara, TÜSİAD gibi burjuva zirvelerden IMF, DB gibi uluslararası kurumlara kadar bu yalanlar o kadar çok tekrar edilmektedir ki, döne döne bunu teşhir etmek, sorunun kaynağının bunlar olmadığını vurgulamak şarttır. Bu açıdan FED’in ne yaptığını bir kez daha hatırlamakta fayda var.
Pandemiden önce, 2018’de, FED, ABD ekonomisine dair iyimser açıklamalar yapsa da tablo aslında hayli kırılgan bir durumu yansıtıyordu. Nitekim ertesi yıl, 2019’da, yani pandemi diye bir şey henüz ortalarda yokken, “ekonomi üzerinde toplanan kara bulutlar” nedeniyle FED üç kez faiz indirimine gitmek zorunda kalmıştı. Sonra 2020’de kriz ayyuka çıkınca pandemi tedbirleri denilerek faizler şok bir şekilde 1,5 puan indirilerek sıfırlandı. FED, böylelikle bankaların da faizleri düşüreceğini, bunun da hem tüketim hem de yatırım kredilerinin faizlerinde indirime yol açacağını hesaplıyordu. Böylelikle tüketimin ve yatırımların artacağı, işletmelerin maliyetlerinin azalacağı savunuluyor, buna bağlı olarak ekonomik bir toparlanma bekleniyordu. Ama FED sadece bunu yapmadı, aynı zamanda bol miktarda karşılıksız para basarak bunu çeşitli yollarla piyasaya sürdü. Piyasaya para saçabilmesi için ondan bir şeyler satın alması gerekiyordu. Bunun yollarından biri hazine bonoları satın alarak hükümeti fonlamaktı. Bir diğeriyse şirketlerin tahvillerini satın almaktı. Önce sınırlı bir varlık alımından bahsedilmiş, ama ardından “sınırsız varlık alımı programı” açıklanmıştı. Böylece Mart 2020’den itibaren her ay 120 milyar dolarlık tahvil satın alınmaya, yani şirketlere bu meblağ aktarılmaya başlandı. Buna ek olarak hükümetlerin şirketlere teşvik ve yardım olarak dağıttığı trilyonlarca dolarlık paketler vardı. Bu transferler iki yıl kadar sürdü ve sırf varlık alımları yoluyla toplamda 4 trilyon doları aştı (2008 krizinden itibaren alınırsa 8 trilyon doları buldu)! Tüm bunların ciddi bir kısmı borsalara ve spekülatif alanlara aktı. Reel ekonomi gerileyip donmuşken, hisse senedi ve emtia borsaları muazzam artışlar yaşayıp balon gibi şiştikçe şiştiler.
Bu arada enflasyon da kaçınılmaz olarak giderek arttı. Hükümet ve Merkez Bankası yetkilileri bunu küçümseyip, geçici diye adlandırarak, halkı aldattılar. Amaç sermaye transferi sürecini mümkün olduğunca uzatmaktı. Şimdi artık son kırk yılın (ve hatta Almanya’da son elli yılın) en yüksek enflasyon düzeyine ulaşılmış durumdadır. Yalnızca ABD’de değil, İngiltere ve AB ekonomilerinde de. FED şimdi, faizleri tekrar arttırmaya ve varlık alım programını bitirmeye girişti. Varlık alım programını bitirmek demek, bankalardan ve şirketlerden satın aldığı tahvillerin (yani aslında onlara verdiği düşük faizli borcun) tekrar onlara satılarak, dağıtılan paranın toplanmasıdır. Fakat sözkonusu bankaların ve şirketlerin büyük bir kısmı bu borçları geri ödeyebilecek durumda değildir. Özetle emperyalist ülkelerin Merkez Bankaları, zaten esas olarak tıkanan kredi sistemiyle kendini ortaya koyan tarihsel çıkışsızlığı aşmak adına, bu tıkanmışlığı daha da derinleştirmekten başka bir şey yapmamış oldular. Yalnızca birkaç yıllık bir zaman daha kazandılar o kadar. Şimdi, artık karşımızda düşürülmesi hiç de kolay olmayan yüksek enflasyon sorunu ve üstelik bu kez durgunluğa saplanmış bir ekonomi var.
Gerçek şu ki, kapitalistler tüm ülkelerde sermaye lehine mali ve parasal politikalar izleyip, enflasyonun tırmanmasına yol açtılar, bu her yerde emekçilerin daha da yoksullaşması anlamına geldi. Artan tepkileri savuşturmak, yeni saldırıları mazur gösterip sorumluluğu kendi sırtlarından atmak için şimdi de tüm kabahati Ukrayna-Rusya savaşına ve onun yegâne sorumlusu olarak gösterdikleri Rusya’ya yıkmaya çalışıyorlar.
İtiraflar ve yeni günah keçisi: Rusya
Son haftalarda FED başkanı Powell’dan ve ABD Hazine Bakanı Yellen’dan enflasyon konusunda “itiraflar” geliyor. Her ikisi de, mevcut enflasyon dalgasının ciddiyetini ve kalıcılığını öngöremeyip onu küçümsediklerini ve bunun bir hata olduğunu, yanıldıklarını söylüyorlar. Fakat söyledikleri liberal burjuva iktisadının cılkı çıkmış ekonomi dışı faktörler, tesadüfler, beklenmedik şoklar teorisinin tekrarından ibarettir. CNN’e verdiği röportajda Yellen, “O dönemde ekonomide enerji ve gıda fiyatlarını yukarı çeken beklenmedik büyük şoklar ve ekonomimizi olumsuz şekilde etkileyen arz sıkıntıları yaşandı. Ben bunları tümüyle anlayamadım” diyerek, iki yalanı birden sürdürmeye devam ediyor. Birincisi, sorun hiç de bir anlayamama, yanılma, tehdidi küçümseme sorunu değildir. Bal gibi bile bile bu çizgiyi izlediler; aylar boyunca enflasyonu küçümsediler, faizleri düşük tutarak dev tekellere trilyonlarca dolar aktardılar. Bu politikayı mümkün olduğunca devam ettirmeye çalıştılar ki bu değer transferi operasyonu da olabildiğince uzun sürsün. Fatura tabii ki emekçilerin sırtına binecekti ve öyle de oldu; yalnızca ABD, AB ya da Japonya’daki emekçiler değil, dünyanın tüm emekçileri enflasyon tsunamisiyle karşı karşıya kaldılar ve her geçen gün yoksullaşıyorlar. İkincisi, sanki bu enflasyon dalgasının kökeninde tüm dünyada karşılıksız basılıp dağıtılan 30 trilyon dolar değerindeki para yokmuş gibi, ve sanki başta enerji, ulaştırma ve tarım alanlarındaki dev tekeller fiyatları suni bir şekilde yükseltmiyormuş gibi, sorumluluğu ekonomi dışı faktörlere (Covid-19 salgınına ve onun yeni varyantlarına ya da Rusya-Ukrayna savaşına) indirgemek halkı aldatmak demektir.
Enflasyonun sorumluluğunu Ukrayna-Rusya savaşına ve ondan kaynaklandığı söylenen gıda ve enerji krizine yıkmak sahtekârlıktır. Çünkü petrol ve enerji fiyatlarındaki yükseliş yeni bir olgu değildir ve Rusya-Ukrayna savaşı bu eğilimi doğurmamış, onu yalnızca güçlendirmiştir. Bu savaş patlak verdiğinde petrol fiyatları varil başına 95 dolar civarındaydı ve ardından daha da yükselişe geçerek yaklaşık %25 arttı. Ama aynı fiyatların pandemiden önce 70 dolar civarında olduğunu hatırlatalım, demek ki asıl artış savaştan kaynaklanmadığı gibi, savaş kaynaklı yaşanan artışın temelinde de Rusya’ya uygulanan yaptırımlar yatmaktadır. Yani Rusya petrolü ya da doğalgazı kestiği için arz sıkıntısı yaşanıyor değildir. ABD Rusya’dan petrol ve doğalgaz alınmayacak dediği için, bunlardaki arz sıkıntısı daha da artmış ve fiyatlar daha da yükselmiştir. OPEC ülkeleri de, üretimi arttırarak Rusya’dan doğan açığı kapatmaya yanaşmamakta ve fiyatlar yukarıya doğru tırmanmaktadır.
ABD’nin en büyük bankalarından Goldman Sachs yöneticisi benzeri görülmemiş şoklar konusunda uyarıda bulunurken aynı bahaneleri sıralıyor: “enflasyondan, değişen para politikasından ve Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından kaynaklı risklerin küresel ekonomiyi dizinden vurmasından korkuyorum. Kariyerim boyunca gördüğüm en karmaşık ve dinamik ortam. Ancak sisteme yönelik şokların sayısındaki artış benim için benzeri görülmemiş bir durum.” IMF başkanı Georgieva da aynı argümanın ardına sığınıyor. Ona göre “beklenmedik şoklar ekonomide bir faciaya neden olabilir”, zira “dünya ekonomisi II. Dünya Savaşından bu yana en çetin risklerle yüz yüze”dir. Krizin pandemiden kaynaklandığı yalanını bir tarafa bırakıp yine de soralım; bilim insanlarının yıllardır uyardıkları pandemi riski mi beklenmediktir? Ya da 2014’ten beri giderek gerilen ilişkiler ve yükselen çatışma nedeniyle daha savaş başlamadan 5 bin insanın ölümüne yol açan Ukrayna-Rusya ihtilafı mı beklenmediktir?
Bunlar ne beklenmedik gelişmelerdir, ne de ekonomideki facianın temel nedenleri! Tersine, derinlemesine düşünülecek olursa, bu “beklenmedik” olayların aslında dipte yatan derin krizin dışavurumları olduğu görülebilir. Ve burada bir kez daha diyalektiğin yasalarının işleyişine şahit oluruz; nedenler sonuçlara ve sonuçlar da nedenlere dönüşür, bu “olaylar” dönüp ekonomik krizi daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmektedirler. Bu tür ekonomi dışı “şoklar” elbette ekonomik gidişat üzerinde etkili olurlar, ama göreli hızlı bir şekilde çözüme bağlanırlar. Kapitalizmin krizleri iktisadi bir temelden kaçınılmaz olarak türer, sistemin doğasından, onun olağan işleyişinden kaynaklanır, olağanüstü gelişmelerden değil. Günümüzde yaşanan derinlik, yaygınlık ve uzunluktaki kriz ise kapitalizmin periyodik krizlerinin çok daha ötesine geçen bir kapsama sahip olan bir sistem krizidir. Biz ona tarihsel sistem krizi diyoruz, çünkü artık kapitalizmin tarihsel çıkışsızlığı her boyutuyla ortaya serilmiştir. Bugün yaşanılan her şey kapitalizmin yıkılması gerektiğini haykırıyor.
Umut örgütlülükte, örgütlü mücadelededir
Kapitalizm krizle sarsılmaya devam ederken tüm dünyada emekçilerin karşısında yeni bir saldırı dalgası yükselmeye başlıyor ve gördüğümüz gibi burjuvazi bu dalgayı mazur göstermek için yeni günah keçileri yaratıyor. Krizi pandemiyle açıklayıp emekçilere sabır vaaz ettiler ama bu dönemde tüm dünyada dev tekeller büyüdükçe büyüdüler. Son yayınladığı raporlardan birinde Oxfam, pandemi döneminde dev tekellerin nasıl muazzam kârlar elde ettiğini sergiliyor: “Geçtiğimiz yıl enerji sektöründeki kârlar yüzde 45 oranında arttı... Petrol, gaz ve kömür sektöründeki milyarderlerin servetleri son iki yılda reel olarak 53,5 milyar dolar (yüzde 24) büyüdü.” Aslında pandemi döneminde yalnızca gıda, enerji, ilaç ya da teknoloji şirketleri değil, genel olarak tüm tekeller inanılmaz kârlar elde etmiş durumdalar. Oxfam raporu, iki yıllık pandemi döneminde, milyarderlerin servetlerini önceki 23 yıldaki kadar arttırdıklarını, her 30 saatte bir yeni bir dolar milyarderi türediğini ortaya koyuyor. Buna karşılık her 30 saatte bir, 1 milyon insan aşırı yoksulluğa sürükleniyor. Oxfam gibi kapitalist düzene genel bir itirazı olmayan ama sistemin bekası için bu inanılmaz çelişkileri yumuşatmayı savunan kurumlar, bu muazzam çelişkide sadece çarpıcı bir eşitsizlik görüyorlar. Oysaki burada birbirinden bağımsız olarak gelişen ve sonuçları çelişik gözüken iki ayrı olgu yoktur. Her 30 saatte yeni bir milyarder türüyorsa, bunun zaten temel nedeni aynı sürede 1 milyon insanın daha açlığa sürüklenmesidir. Yoksulluğu tamamen ortadan kaldırmanın yolu, Oxfam’ın savunduğu gibi zenginlere servet vergisi getirilmesi değil, onların tamamen mülksüzleştirilerek emeği sömürme imkânlarının ortadan kaldırılmasıdır. Yine de servet vergisine dair, Oxfam’ın verileri çarpıcıdır. 5 milyon doların üzerinde serveti olanlardan %2, 1 milyar doların üzerinde serveti olanlardan da %5 servet vergisi alınsa, tüm dünyada 2,52 trilyon dolarlık bir fon oluşturulabileceğini ve bununla da 2,3 milyar insanın yoksulluktan kurtulabileceği, yoksul ülkelerin hepsine sağlık hizmeti sağlanabileceği söyleniyor. Bu kadarcık bir kesintiyle bile insanlığın acı çeken büyük bölümünün yarasına bir merhem olunabiliyormuş demek ki, ama bu süper zenginler bu kadarlık bir kesintiye bile razı değiller!
Dünyadaki gelişmeler misliyle fazlasıyla Türkiye’de de yaşanıyor. Dünyada enflasyon tırmanıştayken Türkiyeli emekçiler enflasyon altında tam anlamıyla eziliyor. Muazzam ölçüde ve görülmedik düzey ve hızda bir yoksullaşma söz konusu. Türkiye’deki enflasyon 190’a yakın ülkeden daha yüksek, dünyada 6. sırada. Önümüzdeki ülkeler Venezuela, Sudan, Lübnan, Suriye ve Zimbabve. Tabii bu olguyu, iktidar borazanlarının “bizdeki enflasyon beş ülkeden de daha düşük!” diyerek manşet yapmaları da mümkün! Tek adam rejimiyle ülkeyi uçuracağını söyleyen, biz bu işin kitabını yazdık diyerek faiz-enflasyon ilişkisi konusunda tüm dünyayı şaşırtan “açılımlarla” hareket eden Erdoğan’ın ekonomiyi getirdiği durum bu! Tüm dünya büyük bir kriz içerisinde, ama Türkiye bu krizi herkesten ağır yaşıyor, tam bir çöküş söz konusu ve bu durum Erdoğan ekibinin eseri. Enflasyona dair gerçekler gizlendiği gibi sanki onu düşürmek için çaba gösteriliyormuş gibi bir algı yaratılıyor. Bu bir algı operasyonudur. Tek yaptıkları ülkeyi ucuz emek cenneti haline getirerek yabancı sermayeyi çekmek, ihracatı arttırmak ve böylelikle işsizliğin daha da artmasını engellemeye çalışmaktır. Gördükleri tepki nedeniyle söylemi geri çekseler de uygulama halen aynı doğrultuda: Türkiye’yi ucuz işgücü açısından Çin haline getirmek!
Enflasyon emekçileri gün be gün daha da yoksullaştırırken, bankalar ve dev tekeller kârlarını katlıyorlar. Öyle %25, %50 ya da %100 gibi zaten çok yüksek oranlarda bile değil, tam %707 gibi astronomik oranlarda! Evet, Türkiye’de bankaların net kârları Nisan 2022’de bir önceki yılın aynı dönemine göre 8 katına çıkmıştır! Demek ki, enflasyon herkesi aynı şekilde vurmuyormuş, demek ki aynı gemide olunduğu söylemi koca bir yalanmış. Tekelci burjuvazinin geleneksel kesimi bir taraftan mevcut iktidarın eylem ve söylemlerinden haz etmediğini cılız bir sesle ortaya koyarken, diğer taraftan da onun sağladığı imkânların sefasını sürüyor. Onun desteklediği sözde rejim muhalifi düzen partileri de tarihin en derin ve hızlı yoksullaşmasını yaşayan emekçi kitlelere, “provokasyona gelmemeyi”, “sokaktan uzak durmayı”, “yaklaşan seçimleri beklemeyi” salık veriyor.
Aslında hem iktidardaki hem de muhalefetteki düzen partileri, mevcut tarihsel krize ve onun kendi ülkelerindeki yansımalarına çözüm olamayacaklarının farkındadırlar. Bu çaresizlik içerisinde hepsi de emekçilerin toplumsal bir isyan dalgasını kabartmasından korkmaktadırlar. Ellerindeki baskı aygıtları dışında tek güvendikleri faktör, emekçilerin örgütsüz konumda kalmaya ve umutsuzluk batağında debelenmeye devam etmeleridir. O halde yapılması gereken de bellidir; burjuvazinin yalanlarına kanmamak; umudu ve mücadeleyi büyütmek. Ama bunun için de işçi sınıfının her türlü örgütlülüğünü, en başta da devrimci siyasal örgütlülüğünü büyütmek için ter akıtmak gerekiyor. Çıkış yolunun anahtarı burasıdır.
[*] Oktay Baran, Krizin İki Yılı, Pandemi ve Dünya Ekonomisi, 20 Ocak 2022, https://marksist.net/node/7560
link: Oktay Baran, Fırlayan Enflasyon ve İkiyüzlü İtiraflar, 21 Haziran 2022, https://marksist.net/node/7675
Önyargılar Dünyasından O Büyük Kurtuluşa!
Amerika Zirvesi: ABD-Çin Kapışması ve Göç Sorunu