29 Martta İstanbul-Pendik’te terk edilmiş 3 aylık bir kız bebek bulunmuştu. Kamuoyu onu, ambulans hemşiresinin ona verdiği isim olan Nisa Mihriban adıyla tanıdı. Sonradan adının Ebrar Nil S. olduğu öğrenilecekti. Sağlık kontrolleri yapıldıktan sonra Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğüne götürülen bebek gayet iyi durumdaydı. Ne var ki birkaç gün sonra sağlık durumu kötüye gittiği için yoğun bakım ünitesinde tedavi altına alındığı ve hayatını kaybettiği açıklandı. Kısa bir süre sonra, bebeğin boğazına kaçan besin maddesi nedeniyle bu duruma geldiği ortaya çıktı. Yetkililer Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğünde çalışan personelin ihmali olup olmadığının araştırılacağını ve idari soruşturma başlatıldığını açıkladılar. Sonrasındaysa bizzat Sağlık Bakanı, bebeğin beyin ölümünün gerçekleşmediğini, bazı refleksif tepkiler verebildiğini duyurdu. Yani yaşasa bile beyninde geri dönüşsüz hasarlar oluşmuş olma ihtimali çok yüksek olan bir bebek, sırf hükümet suçlu duruma düşmesin diye makineye bağlı yaşatılıyordu.
Bu arada kamera kayıtlarına bakılarak bebeğin annesi Ebru S.’ye ulaşılmıştı. Anne savcılıktaki sorgusunda, terk etmek zorunda kaldığı bebeğinin zarar görmeden kolay bulunması için çabaladığını, çocuğun babasına hamile olduğunu söylediğini, babasının kabul etmeyip kendisini ölümle tehdit ettiği için çaresiz kaldığını belirtmişti. “Çocuğa bakacak durumum yoktu. Ailemin de bu çocuktan haberi yoktu. Eğer öğrenselerdi bana ve çocuğuma zarar verebilirlerdi. Ben daha önceden de ilk çocuğuma bakamadığım için bebeğe bakamayacağımı ve rezil olacağını düşündüğüm için böyle bir şey yaptım” diyen anne bebeği terk suçundan tutuklandı.
İlk evliliğini 17 yaşında yapmak zorunda kalan bir kadın. Kocasından şiddet görüyor ve çocuğunu kayınvalidesine bırakarak ailesinin evine dönüyor. Aile, kocasına geri dönmesini istiyor, genç kadın istemediği için geri dönmüyor. Bu sırada aile kadını tekrar istemediği bir adamla evlendirmek istediği için evden kaçıp kadın sığınma evine yerleşiyor. O esnada görüştüğü bir adamdan hamile kalıyor. Çocuğun babasına hamile olduğunu söyleyince adam ölümle tehdit ediyor. Öldürülmek korkusuyla ne yapacağını bilemez halde bir çıkmaza sürükleniyor. Çocuğun babasından destek bulamayan anne çocuğu doğurmak zorunda kalıyor. Sığınma evinde altı aydan fazla kalmasına izin verilmediği için ne yapacağını bilemiyor. Kendisine dahi bakamayacak durumda olduğu için bebeği herkesin görebileceği bir yere terk ediyor.
Bir annenin bebeğini terk etmesi asla kolay bir şey değildir. Onu bu duruma zorlayan sebepleri sorgulamadan, meselenin derinlerine inmeden gerçeği anlamak mümkün değildir. Buna rağmen medyada yapılan yayınlarda bütün suç kadının omuzlarına yüklendi. Erkeğin, ailenin, devletin sorumluluğu göz ardı edildi. Oysa toplum tarafından aşağılanmayacağına ve devlet tarafından korunacağına güvenleri olsa kadınlar böyle zor bir duruma düşmezlerdi.
Terk edilmişlik, yalnızlık, çaresizlik ve kocaman bir boşluk hissiyle yapılan hatalar zincirleme birbirini takip ediyor. Toplumun kadına bakış açısı ve değer yargılarının da basıncıyla, bu gibi durumda olan kadınların, kendilerince buldukları yöntemler elbette sağlıklı olamıyor. Henüz kendisi yetişkin bir birey olmadan erken yaşta evlenmek zorunda bırakılan kızların ailenin sorumluluğunu üstlenmesi bekleniyor. Bu sorunlarla baş edemeyen kadınlar ağır travmalar yaşıyor. Hayatlarına yön vermek, kendi tercihlerini seçmek gibi şansları olamıyor. Kapitalist düzende emekçi kadına biçilen roller devreye giriyor. Bekârken babaya, evliyken kocaya itaat etmesi bekleniyor. Kadının bir birey olduğu, kendi ayaklarının üzerinde durması gerekliliği, erkekler kadar kadının da hakları olduğu gerçeği görmezden gelinip yok sayılıyor. AKP iktidarıysa, kadına bakış açısıyla ve izlediği politikalarla bu durumu kat be kat ağırlaştırıyor.
Kadının adı yok
Böylesi örneklerde hemen kadını suçlamadan önce Türkiye’de kadının, özellikle de emekçi kadının durumunu, toplumda hâkim olan anlayışı hatırlamak önemlidir.
Türkiye’de çeşitli kurumların yaptığı araştırmalara ve anketlere göre “namus” deyince ilk akla gelen kadın oluyor. Namusun kadın özelinde sembolleşmesi üzerinden dahi, Türkiye gibi ülkelerde ataerkil anlayışın çok daha güçlü biçimde sürdüğünü söylemek yanlış olmaz. Namus gerekçesiyle kadın cinayeti işleyenlere yaklaşım hukuk sisteminde de yansımasını buluyor. İşlenen kadın cinayetlerinin “gerekçesi” değişse de faillerin zihnindeki düşüncenin kaynağı, kadının erkeğin malı olarak görülmesidir. Dolayısıyla erkekler kadınların sahibi olduklarını düşünüyorlar ve hoşlanmadıkları şeyler yaptıklarında onları cezalandırma, hatta hayatlarına son verme hakkını kendilerinde buluyorlar.
Kadına iffetli davranması, giyimine kuşamına dikkat etmesi, kendisine biçilen rollere ve geleneklere uygun davranması, sokağa çıktığı saate dikkat etmesi, itaat etmesi gibi şeyler dayatılıyor. İktidar temsilcileri, bu anlayışı körükleyen tepeden buyruklarla, kadın sanki erkeklerin tekelindeymiş gibi küstahça konuşmayı kendilerinde hak görüyorlar. Erkeklerin sürekli kadınların hareketlerini izleyen “namus bekçileri” gibi davranmalarının rahatlığı nereden geliyor? Kurallar, gelenekler ve aile deniliyor. Tüm bu değer yargılarını belirleyen şey nedir?
Türkiye’nin çeşitli illerinde kadınlarla yapılan anketler de Türkiye gerçeğine ayna tutuyor. Kadın boşanmak istediğinde bu cezalandırma gerekçesi sayılıyor. Ailenin yanına geri döndüğünde bu sefer kocanın egemenliğinin yerini aile üstlenerek kadının davranışlarının sorumluluğu onlara devrediliyor. Boşanan kadına kötü gözle bakılıyor ve potansiyel suçlu ilan ediliyor. Ekonomik güvenceleri olmadığı veya yetersiz olduğu için tüm bunlarla mücadele etmek çok daha zor hale geliyor. Şöyle diyor bir kadın: “Çok çaresiz ve muhtaç olsak da şiddete boyun eğip katlanmak zorunda kalıyoruz. Bu kimi zaman çocuklarımız için, kimi zaman çevre baskısına maruz kalmamak için veya yaşam hakkımızın elimizden alınmaması için. Kötü bir koca sokaklarda kalmaktan iyidir demek zorunda bırakılıyoruz. Ama her şeye rağmen birçok şeyi göze alan kadınlarımızın yaşadıklarını ve sonuçlarını görünce de tedirgin oluyoruz.”
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformunun 2021 yılı raporuna göre; 280 kadın erkekler tarafından öldürüldü, 217 kadın ise şüpheli şekilde ölü bulundu. Kadınlar çoğunlukla eşi, sevgilisi, nişanlısı gibi yakınları tarafından katlediliyor. Kadınlar öldürülmeden önce devlet kurumlarına başvurdukları halde önlem alınmıyor. Öldürülen 24 kadının uzaklaştırma veya koruma kararı, 9 kadının ise polis veya savcılık şikâyeti olduğu, ayrıca 30’unun boşanma aşamasında olduğu verilerde aktarılıyor. Şüpheli kadın ölümlerinde ise etkin bir araştırma yapılmıyor.
Kadınlar her türlü çevre baskısı ve ayıplanmayı göze alarak karakola başvuruyorlar ama buradan da “aile içinde olur böyle şeyler” denerek gönderiliyorlar. Kendisine sistematik şiddet uyguladığı ve fuhuşa sürüklemek istediği kocasını öldürmek zorunda kalan Çilem Doğan geçtiğimiz yıl 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 9 kez koruma kararı aldırdığını ama yine de korunmadığını anlatan Doğan’ın avukatları durumun meşru müdafaa olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade ediyorlar. Devletin politikaları ve yargısı kadınlara aslında “şiddete katlanmak ve o evlerde yaşamak zorundasınız” demiş oluyor verdiği bu yargı kararlarıyla. Kadınlar “kaderine” terk ediliyor. 8 yaşındaki kızını korumak ve hayatta kalmak için bu yönteme mecbur bırakılan kadın mı suçlu? Kendilerini koruyan kadınlar adil yargılanmıyor. Öldürülen kadınların faillerine ise bol keseden “tahrik indirimleri” uygulanıyor.
Devletin kadın politikaları neresinden bakılırsa bakılsın vahimdir. Kapitalist devlet kadına yönelik şiddeti körüklüyor ve sonuçlarını öylece seyrediyor. Buna karşı çıkanlara da gözdağı veriyor. Devlet kadınları korumadığı gibi bir de çeşitli kadın örgütlerinin sesi kısılmaya çalışılıyor. Kadınların yaşam haklarının elinden alınmasını engellemek, cinsiyet eşitliliğinin sağlanmasını, kadınların birey olarak görülmesini gündeme getirmek için kurulan “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu” aile ve toplumu parçalamayı amaç edindiği gerekçesiyle kapatılmak isteniyor. Acaba hangi aileden bahsediyorlar? En korkunç psikolojik ve fiziksel şiddet biçimlerine, aile içi istismara ve tecavüze maruz bırakılan, fuhuşa zorlanan kadınların, bunu yapan erkeklerden korunmasını istemek ve yaşam haklarını savunmak mı aileyi parçalayan şey? İktidar, kadınlar başına gelenlere razı olsun, sesleri çıkmasın istiyor.
Kürtaj kadının en temel hakkıdır
Çeşitli nedenlerle istenmeyen gebeliklere son vermek kadının en doğal hakkıdır. Kadının bedeni üzerindeki tek söz sahibi kendisi olmalıdır. Zor durumda olan kadınlar istenmeyen gebeliklerde kürtaj yaptırmak istediklerinde birçok engelle karşılaşıyorlar. Öncelikle psikolojik olarak ve dini açıdan kürtaj kadınlara günah gibi algılatılıyor ve bunun ağırlığı altında eziliyorlar. 1983’ten bu yana yürürlükte olan nüfus planlaması ile ilgili yasaya göre gebeliğin onuncu haftası doluncaya kadar annenin sağlığı açısından tıbbi sakınca olmadığı takdirde istek üzerine gebelikler kürtaj ile sonlandırılabilir. Reşit ve bekâr kadının kendi rızası, evli olan kadının ise kendisinin ve eşinin izni gerekiyor. 18 yaş altı gebelerde hem gebe olanın hem de velisinin rızası gerekiyor. 10. hafta geçtikten sonra yasalar kürtaja izin vermiyor, ancak annenin sağlık durumunu tehlikeye sokacak bir durum varsa ya da bebeğin anne karnında öldüğü durumlarda bu işlem yapılabiliyor.
Belli süre dâhilinde kürtaj yaptırmak kâğıt üstünde yasal ama ulaşılabilirliği engelleniyor. Örneğin Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırma Merkezinin 2016 ve 2020 yılında kürtajla ilgili yaptığı araştırma, devlet hastanelerinin kürtaj meselesine nasıl yaklaştıklarını, hastaların taleplerine verdikleri yanıtları, hastaları nasıl geri çevirdiklerini raporluyor. Birçok ilden veri toplayarak toplam 295 kamu hastanesiyle görüşülerek gerçekleştirilen bu araştırma şunları gösteriyor: Kürtaj yaptırmak isteyen kadın ağırlıklı olarak ya özel hastaneye ya da baştan atmak için başka bir devlet hastanesine yönlendiriliyor. Yine sıkça “tıbbi zorunluluk halleri dışında yapılmıyor” cevabıyla karşılaşıyor. Bunu, devlet hastanesinde kürtaj yapılmadığı, yapılmasına ancak doktorun karar verebileceği şeklindeki cevaplar izliyor. Hamile kadın hastaneye yasal süresinde başvurduğu halde süreyi geçirmek için birtakım bahanelerle oyalama taktiğine de başvuruluyor. Başka bir deyişle devlet hastaneleri kürtaj yapmamak için ellerinden geleni yapıyor. Nitekim 2016 yılıyla 2020 yılı karşılaştırıldığında kürtaj hizmetlerinin bariz şekilde düştüğü görülüyor. 2016 yılında isteğe bağlı kürtaj hizmeti vermeyen hastane oranı yüzde 12’de kalırken, 2020’de bu oran yüzde 54’e yükseliyor. Tıbbi zorunluluk halinde kürtaj hizmeti sağlayan hastane oranı 2016’da yüzde 78 olarak kaydedilirken, bu oranın 2020 yılında yüzde 14’e düşmesi dikkat çekiyor.
Devlet hastanelerinde kürtajın adeta kadını cezalandırırcasına sözde lokal anesteziyle yapılması da diğer bir yıldırma yöntemidir. Yani maddi durumları yetersiz olan emekçi kadınlar, özel hastanelere verecek paraları olmadığı için her şekilde mağdur ediliyorlar. Kürtaj konusunda karşı karşıya kalınan sorunların, iktidarın kadın politikalarının sadece bir ayağını oluşturduğunu eklemek lazım. Kürtaj yaptırmak isteyen pek çok kadının doğum kontrol yöntemlerine ulaşamaması ya da günah olarak görüldüğü için engellenmesi nedeniyle gebe kaldığı biliniyor. Kürtajın diğer önemli nedenleri ise; yoksulluk, işten atılma korkusu, evlilik dışı gebelik ve daha da vahim olanı tecavüzdür. Emekçi kadınların kürtaj hakkından yoksun bırakılması insanlık suçudur. Şunu da belirtelim ki, kürtaj sorunu da sınıfsal bir sorun olarak yaşanmaktadır. Zira tuzu kuru kadınlar parayı bastırıp istedikleri özel hastanede istedikleri işlemi yaptırabilmektedirler. Onlar emekçi sınıfın kadınları gibi ayıplanıp, namus cinayetlerine kurban gitmemektedirler. Egemen sınıfın kadınlarının sorunlarıyla emekçi kadınların sorunları arasında dağlar kadar fark vardır. Fiili ya da yasal olarak uygulanan her şey emekçi kadınların canını yakmaktadır.
Sığınma evlerinde hayata tutunmaya çalışmak
Kadın sığınma evleri kadınların geçici olarak kaldığı, kendisini güçlü hissedinceye kadar kalması gereken evlerdir. Fakat sığınma evinde kalan kadınların kendi ağızlarından anlattıkları hikâyeler içler acısı:
“Eşim çok kıskançtı, hastalık derecesinde. Bu yetmezmiş gibi kayınbabam ve kaynımın tacizleri ve tecavüzüne uğradım. Ben hap içip intihar ettim. Hastanede gözümü açtığımda beş gün geçmişti. Beni sığınma evine yerleştirdiler. Sığınma evine giden kadınlar zaten zor durumdalar ama gittiğimiz yerde de bize suçlu gözüyle bakılıyor. Şiddet ve taciz uygulayan değil bunlara maruz kalan biz kadınlar utanıyoruz. Utandığımız için en yakınımızdaki ailemize bile uzunca bir zaman söyleyemiyoruz. Aşağılanıyoruz, susturuluyoruz, çare arıyoruz ama çareyi hiçbir yerde bulamıyoruz. Bana zulmü yapan kaynım hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam ediyor. Onun nefes alması bana çok zor ve ağır geliyor.”
“13 yaşında sokakta oyun oynamam gerekiyorken evlendirildim. Hayatla tanışmadan gelin oldum. 11 yıldır şiddete maruz kaldım. Aileme söylediğimde kocandır döver de sever de deyip sahip çıkmadılar. Devlete ait sığınaklarda cezaevi gibi şartlar konuluyordu. Zaten kötü durumda olan kadınlardan mutfak, temizlik vs. işleri yapmalarını bekliyorlar. Çalışanlar, kadınlara kocalarınızın yaptıklarını hak etmişsiniz diye hakaret ediyorlar. İlk girişte psikologlarla konuşuyoruz destek bu kadar. Bizi deli gibi görüyorlar.”
Devlete ait kadın sığınakları kadınları kabul etmek için belli şartlar arıyorlar. Oysa şiddet görmek zaten kabul nedeni olmalı ve kalacak evi olmayan kadınlar da kabul edilmelidir. Kadınlar genellikle çocuklarını da yanlarına alıp evden kaçıyorlar. 12 yaş üstü erkek çocuğu varsa kadın kabul edilmiyor. Çocuğunu çocuk yurduna yerleştirmesi isteniyor. Annenin çocuğundan ayrılması ikinci bir travma olacağı için gerisin geriye şiddet gördüğü eve dönmeye mecbur bırakılıyor. Kimisi de can güvenliği olmadığı için çocuğundan ayrılmak zorunda kalıyor. Çocuklar annesine yapılan şiddeti gördüğü için travma yaşıyor ve tekrar ondan ayrıldığında “anne beni bırakma” seslerinin kulaklarında çınladığını anlatıyor kadınlar. Sığınma evlerinde kalma süresi 6 ayla sınırlı. Bu süre ancak çok özel durumlarda uzatılabiliyor veya buradan çıkıp tekrardan başvuruda bulunmak gerekiyor. Oysa kadınların kendilerini psikolojik olarak toplaması ve iş bulup hayatını idame ettirebileceği zamana kadar bu kapılar onlara açık olmalıdır. Her kadının yaşadığı travma farklı olduğu için bu süre kişinin kendisini toparladığı zaman olmalıdır. Yoğun psikolojik destek verilmelidir. Kadınlar sığınma evlerinde hapsedilip, ellerinden telefonları alınıyor. İş arayabilmeleri için telefona ihtiyaçları var ama dış dünyayla tamamen bağları kesiliyor. Bu kurallara uymayanlar tekrar sokağa bırakılıyor. Bizim sorunumuz değil deniyor. Kadın dışarıyla bağı kesildiği için 6 ay sonra hayatını nasıl kuracağını ve idame ettireceğini bilemiyor. Kadınların pek çoğunun hayatı tehdit altında olduğu için güvenlik nedeniyle belli kuralların olması doğaldır ama kuralların yıpratıcı değil güvende hissettiren, iyileştirmeyi öne alan şekilde koyulması gerekir, oysa böyle yapılmıyor.
Sığınma evlerinin sayısının yetersizliği ve buralara devlet tarafından yapılan yatırımın azlığı birçok sorun yaşanmasına sebep oluyor. Sığınma evinin sadece barınacak bir yer olması değil, fiziksel ve psikolojik şiddetten korunmak, kadının iş sahibi olmasını sağlayıp ayakları üzerinde durmasını sağlamak gibi yükümlülükleri olmalıdır. Kadınlar haksız uygulamaları şikâyet etmeye kalktığında “devletin kurumunu devlete şikâyet edemezsiniz” yanıtını alıyorlar. Kadın sığınma evlerinde hangi adreste kalınacağına dair kadına haber geldiğinde örneğin şehir değiştirmek gerekiyorsa kendi imkânlarınızla oraya gideceksiniz deniliyor. Çoğu zaman yol paraları olmuyor. Kaderlerine terk ediliyorlar.
Kadına yönelik ayrımcılık ve şiddet kapitalizmle başlamadı ama kapitalizm altında da devam ediyor. Her durumda kadınlar düzenin pisliklerine kurban ediliyor. Haksız savaşların en büyük kurbanları kadınlar oluyor. Tacize, tecavüze ve şiddete maruz kalıyorlar. Kız çocukları tacirlerin eline düşüyor, para karşılığı satılıyor. Kadınlar ikinci eş olarak alınıyor. Her yönüyle vahşet ve insanlık için utanç verici!
Kadınları bu hale getiren, çocuğunu terk etmek zorunda bırakan, onları çaresiz duruma düşüren bu düzenin kendisidir. Kadını ikinci sınıf insan olarak gören zihniyetle hayatın her alanında kadınıyla erkeğiyle mücadele etmemiz gerekiyor. Çünkü bu sorunlar yumağı cinsiyet sorunundan değil, sınıf sorunundan kaynaklanmaktadır. Meseleye tek tek kişilerin suçu olarak yaklaşmamalı, suçu ve suçluyu üreten kapitalist sistemi hedefe koymalıyız. Kadının kurtuluşu ancak bu düzeni yok ettiğimizde mümkün olacak.
link: Çiğdem Berrak, Emekçi Kadınlara Travmalar Yaşatan Bu Düzen Yıkılmalı!, 25 Nisan 2022, https://marksist.net/node/7629
Çocuklarımız Beslenemiyor
“Wedding Barikatları”: 1929 Mayıs Kavgasının Romanı