Karadeniz’in eşsiz güzellikteki yaylaları, vadileri, gürül gürül akan şelâleleri, masal kitaplarından fırlamış gibi baktıkça gözleri kamaştıran doğal güzellikleri. Bir ressamın elinden çıkmış gibi göz alıcı biçimde doğa, sanki tek tek yerleştirmiş ağaçların yeşilini ve tüm renklerin her tonunu. Bahar geldiğinde rengârenk çiçekleri ve yeşilliğiyle büyüler insanı. Yüksek kesimlerdeki vadi ve yaylalarda bulutların üzerinde bir yaşam varmış gibidir. Kuşların, arıların, börtü böceklerin seslerinin, yaprak hışırtılarının birbirine karıştığı vadiler, yaylalar. Başınızı döndüren bol oksijenli bir cennet. Kış aylarında karla örtüldüğünde tabloları aratmayacak ayrı bir güzelliktedir Karadeniz’in engin vadileri…
İşte bu saydığımız muhteşem güzelliklere kepçeler vuruluyor İkizdere ilçesi İşkencedere vadisinde. Yeşilin her tonunun yer aldığı ormanlık alanların yerini gri tonlarıyla taş, toprak almaya başladı. İş makineleri ağaçları köklerinden, taşları yerlerinden sökerek yaydığı tozlu puslu bir havayla doğanın canına okuyor. Kuş seslerinin yerini kepçe ve dinamit sesleri almış durumda. Ağaçlara vurulan her darbe ciğerlerimizi yerinden söküyor. Ormanları yok etmeleri oksijen kaynağımızı, geleceğimizi yok etmeleridir aynı zamanda…
Geçtiğimiz yıl Nisan aylarında başlayan talana karşı bölge halkı direnerek seslerini duyurmaya çalışmışlardı. İhalesini Cengiz Holdingin aldığı lojistik liman inşasında denizi doldurmak için kullanılacak taşlar İşkencedere vadisinden çıkarılacak. Buraya taşocağı açılmasının doğaya ve bölgede yaşayan halka vereceği zararı zerre kadar umursamıyor egemenler. Bu da yetmezmiş gibi kesilecek yüz binlerce ağacın telafi edileceğini, aymazca ve içlerinde en ufak bir utanma duygusu olmadan söyleyebiliyorlar. Emekçi halk Türkiye’nin birçok şehrinde pıtrak gibi çoğalan HES’lerle, maden sahaları, taş ocakları vs. ile talan edilen yerlerin hem kendilerine hem de doğaya büyük zararlar verdiğini ne yazık ki yaşayarak deneyimledi. Gözlerini para hırsı bürümüş egemenler, bakanıyla, valisiyle, şirketiyle, kolluk kuvvetleriyle bir olarak, bölge halkını yıldırmaya girişip, ceza ve yasaklar uygulayarak her türlü zorbalıkla susturmaya çalıştılar. Ormanlarını, derelerini, geçim kaynaklarını, arılarını, yani yaşama haklarını savunuyorlar diye bir anda “terörist” oluverdi direnen köy halkı ve desteğe gelenler.
“Sözü geçen bölgede planlanan 3 taş ocağı var. Bunların toplam kapladığı alan 300 hektar. Bu da yüzbinlerce ağacın yok olması anlamına geliyor. Siyasi iktidar bu ağaçları başka alanlara dikeceğini iddia etse de aynı doğal ortamın meydana gelmesi mümkün değil. Bunların yanı sıra kurulacak ocaklar 35, 75 ve 4 yıllık ve buralardan yıllık toplamda 17-18 milyon ton taş çıkartılacak, kırılacak ya da taşınacak. Bu şantiye ortamında hayvanlar bu bölgede yaşayamayacak. Yaşam alanı tahrip olan, geçim araçları elinden alınan insanların da burada yaşama sebebi olmayacak.” (İkizdere’de Doğa Katliamına Karşı Direniş Devam Ediyor!, uidder.org)
Talana başlayalı bir yıl oldu, şimdiden 300 kovan arı telef oldu
Köylüler, geçiş yollarını jandarma kapattığından dolayı her gün ormanda zor şartlarda kilometrelerce yol kat edip gelen iş makinelerine engel olmak için arı kovanlarıyla girişleri kapatmışlardı. Cengiz Holdingin elemanları arı sokması tehlikesi nedeniyle kovanlara müdahale edemedikleri için devreye İlçe Tarım ve Orman Müdürlüğü ekipleri girmiş ve halka kovanlarını kaldırmalarını söyleyerek gözdağı vermişti. Köy halkının cevapları ise şu şekildeydi:
Ayşe Baş: “Bu yol arılar için açılmıştı. Mayıs ayında buraya arı getirilir, bal üretimi yapılırdı. Kestane balı olur, deli bal olur burada. Şimdi de arılar bizim korumamız oldu, arıları geçemeyecekler.”
Asuman Fazlıoğlu: “Bu vadide sayısız arı var. Ağaçlar kovanlarla dolu. Arılar da şimdi kendi savunma haklarını kullanıyor. Onlar da ‘burada biz de varız’ diyor. Arılardan dolayı ekiplerin, makinelerin geçme şansı yok. Arıları şimdi kaldırırsak tehlikeli olur. Tüm canlıların kendilerini savunma hakları var. Bizim yaptığımız onların sözcülüğünü yapmak.”
Yüksel Baş: “Nöbetimiz sürüyor. Jandarma aşağıdan girişe izin vermeyince ormanlarının içerisinden yürüyerek geldik. Biz çaylarımızı bahçemizi kimseye vermeyiz, ninelerimiz, dedelerimiz, köyümüzü elleriyle yaptılar, bizim başka gidecek yerimiz yok.”
Bölge halkı, iş makinelerinin alana girmemesi için mücadeleye devam edeceklerini belirtiyor:
“Ölmek var dönmek yok. Bizi barikatlarla korkutamazlar, biz bu dağların insanlarıyız. Kahrını çeken biz, sefasını onlar sürecek. Makinalarınızı çekin biz de evimize gideriz. Taşocağı istemiyoruz.”
“Köyümüz taş toprak içinde kalacak, sularımız kesilecek. En önemlisi ormanımız, vadimiz talan ediliyor. Her gün biz oraya gidiyoruz. Her şeyimiz o vadiye bağlı. Balımız oradan, suyumuz oradan, çayımız oradan… Hayvanların yiyecekleri oradan. Taş ocağı yapıldığı zaman vadi bitecek. Vadiye yakın köyler bitecek. Bir dinamit patlattıkları an bizim evlerimiz yıkılacak. Doğamız yok olacak. En büyük derdimiz bu.”
Köy halkı kendi bildiği yöntemlerle ve yetersiz olanaklarla köyünü korumaya çalışırken karşılarında devletin tüm güçleri bir olmuş köylüleri yasaklarla, biber gazı ve kolluk kuvvetleriyle yıldırmaya çalışıyorlar. Yüzyıllık ağaçlar köklerinden çatır çatır sökülüp, yemyeşil alanlar taş yığınına çevrilirken bölge halkı adeta isyan ediyor, kulakları sağır, vicdanları taş olmuş yetkililere taş ocağının arıcılığa da büyük zararlar vereceğini haykırıyordu. Nitekim çok geçmeden taş ocağından yükselen toz duman ve dinamit seslerinden dolayı vadide bal üretimi yapan emekçilerin arıları ölmeye başladı. Arıcılıkla geçimini sağlayan emekçiler ölümlerin taş ocağından kaynaklı olduğunu, daha önce bu seneki kadar çok ölüm görülmediğini belirtiyorlar. Onlarca üreticinin mağdur olduğunu, taş ocağından çıkan dinamit seslerinin ve tozların tüm dengeyi bozduğunu söylüyorlar. Bölgede 60 yıldır arıcılıkla uğraştığını belirten Yaşar Albayrak, “60 yıldır bu vadinin içinde bu işi yapıyorum. İlk defa böyle bir arı ölümüyle karşılaşıyorum. Taş ocağı bize bunu yaptı. Böyle bir ölüm, bu taş ocağından önce yaşanmadı, görmedim” diyor. Köylüler 300 arı kovanının yok olduğunu, önlem alınmazsa arıcılığın biteceğini söylüyorlar. Arı ölümleri sonrası bazı arıcılar kovanlarını yakarak içine düşürüldükleri duruma isyan ettiler. “Ne yiyelim, çıkan taşları mı yiyelim? Bizim geçim kaynaklarımızı yok ettiler” dediler.
İkizdereliler bir yandan yaşam alanlarını nöbet tutarak savunurken diğer yandan köylüler olarak toplu bir şekilde süreci mahkemeye taşıdılar. Mahkeme ÇED raporunun uygun olmadığına ve bilirkişiler tarafından incelenmesi gerektiğine karar vermişti. Bilirkişi keşfinde mahkemeye sunulan raporda tehlikenin boyutuna dikkat çekilerek şunlar belirtilmişti: Bu proje bölgede kalıcı hasar bırakacak, arıcılık ve çayda verim düşecek, su dengesi bozulacak, erozyona neden olacak, toz emisyonları hesaplanan değerden yüksek olacak, yerleşim yerlerini etkileyecek. Dere yataklarının tahrip edildiğinin, taş savrulmasının Rize-İspir yolu ve tünel girişini etkileyeceğinin ifade edildiği raporda, taş ocağı yapılmasının teknik olarak uygun olmadığı ve alternatif yerlerin mevcut olduğu söyleniyor.
Raporda ayrıca arıların zarar göreceği vurgulanıyor. Bölgede her yıl 8-10 ton arasında bal üretimi yapıldığı, ancak arı ölümlerinden sonra üretimin yüzde elli düşeceği belirtiliyor. Mahkeme “ÇED raporu uygun değil” kararı vermesine ve mahkeme süreci devam etmesine rağmen taş ocağı çalışmaları hız kesmeden devam ettirildi. Oysa mahkeme süreci devam ederken çalışmaların durması gerekiyordu ama durmadı. Çünkü yasaları işlerine geldiği gibi işleten de alicengiz oyunlarıyla duruma uygun hale getiren de buradan nemalanan yiyici tayfasının kendisidir. Hak hukuk her şey onların isteklerine göre şekilleniyor. İkizdereliler ayrıca arı ölümleri nedeniyle Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığına tazminat davası açacak.
Ünü dünya çapında bilinen, ender ve zor bulunan Anzer balı sadece Rize’nin yukarı İkizdere köyüne bağlı olan Anzer yaylasında üretiliyor. Sadece o bölgede bulunan çiçeklerden toplanan ballar ile oluştuğu için aroma ve tat olarak diğer ballardan çok farklı. Bu bölgede 450-500 çeşit çiçek bulunması, bunların 50- 60 tanesinin endemik yani sadece bu bölgede yetişen çiçekler olması bu balı özel kılıyor. Bu bal, bir çok hastalığın tedavisinde kullanılan bir besin olması özelliği taşıyor. Kestane balı da bu bölgenin en yaygın üretilen ballarından. Talancılar işte böylesine önemli doğal kaynakları kendi rantları uğruna yok etmek için hiç durmadan çalışıyorlar.
Taş ocaklarının doğaya ve canlı türlerine zararları
Uzmanlar taşocağının doğaya ve canlı türlerine vereceği zararların çok yönlü olacağına vurgu yapıyorlar. Taş ocaklarında yapılan çalışmaların en bilindik etkileri dinamit patlatılması ve bunun çevreye yaydığı tozlardır. Dinamit patlatmaları bölgede deprem etkisi yaratarak evlerde sarsılma ve çatlaklar oluşturmaktadır. İnsan sağlığı açısından büyük riskler barındırmaktadır. Dinamit seslerinden dolayı hayvanlarda toplu ölümler ve göç yaşanmaktadır. Biyolojik çeşitliliğe zarar vermektedir. İnsanlarda tedirginlik ve bu taş ocaklarında çalışan işçilerde zaman geçtikçe sağırlık sorunları yaşanmaktadır. Taş ocakları yakınlarında yaşayanlar, evlerinde toza maruz kalmaktan, arazilerinin tahrip olmasından, bitkilerin yaprakları tozla kaplandığı için mahsul alamamaktan yakınmaktadırlar.
Taş ocağına yakın yerleşim bölgelerinde yaşayan halkta solunum ve alerjik hastalıklarda yüksek oranda artış olduğu söyleniyor. Taş ocaklarından çıkan toz bitki yapraklarını kaplayarak solunumu ve fotosentezi engelliyor. İnce tozlar yaprağın gözeneklerini tıkıyor ve ağaç meyve veremez hale geliyor. Meyve veren ağaçlarda ise zamanla verim düşüyor ve ürün kalitesizleşmeye başlıyor. Taş ocakları yüzey sularına bağlı olarak yeraltı sularının da hızla kirlenmesine yol açmaktadır. Su akışının bozulması ve suların kuruması, toprak erozyonu gibi pek çok çevresel bozulmalara neden olmaktadır. Vadilerde açılan taş ocakları heyelanlara, büyük sel felâketlerine sebep olmaktadır. Uzmanlar taş ocağı işletmelerini orman ve sulardan uzak, yerleşim alanlarının uzağında kayalık arazilerde olması gerektiğini vurguluyorlar. Yani açılan taş ocakları doğal dengeyi bozarak sadece inşaat sahasına değil tüm coğrafyaya geri dönüşü olmayan zararlar vermektedir.
Asırlık ağaçların kökünden sökülüp atılması, dağların delik deşik edilmesi, şelalelerin, derelerin, ırmakların yani billur gibi akan suların kuruması, kurdun, kuşun, arının börtü böceğin yuvasız kalması, insanların sağlığının ve geçim araçlarının ellerinden alınması bölgeye gözünü dikmiş talancıların zerre kadar umurunda değildir. Yöre halkı ormanlarımızı devletten koruyoruz diyor ve devlete sesleniyor: “Bizim suçumuz ne, doğamıza sahip çıkmak mı? Bunca köylü bir müteahhit etmiyor mu? Yaktılar diyarımızı bitirdiler bizi. Yaşlılarımıza, gençlerimize şiddet uyguladılar. Katliama sesimizi çıkardığımız için bize siyaset yapmayın diyorlar. Dünya sesimizi duydu ama hükümet duymadı, kulaklarını kapattı.”
Bölge halkı doğal olarak ormanına, toprağına, gıdasına, merasına, bağına bahçesine, kısacası geleceğine sahip çıkarak direniyor. Bütün bu yaşananlar mevcut iktidarın ve onun beslediği sermaye çevrelerinin doymak bilmeyen kâr hırslarının sonucudur. İkizderelilerin “ormanlarımızı devletten koruyoruz” sözü bizlere çok şey anlatıyor. Egemenler doğaya kefen biçerken, emekçiler ise doğayı kapitalizmden korumaya çalışıyorlar. Yöre halkı mücadele ederken kapitalizmin gerçek yüzüyle tanışıyor. Kapitalist sistemde kâr her şeyin, aklın da, mantığın da, adaletin de üstündedir. Bu düzen devam ettiği sürece, en ücra yerler bile bir gün mutlaka kapitalizmin vereceği zararlardan kaçamayacaktır. Nâzım ustanın şiirinde özetlediği gibi; “onlar ümidin düşmanıdır sevgilim, akar suyun, meyve çağında ağacın, serpilip gelişen hayatın düşmanı…”
Bitmek bilmeyen doğa katliamları
Marx’ın dediği gibi “kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser”. Kapitalistler dünyanın her yerinde önceliği doğaya ve insanın yararına değil tatlı kârlarına verirler. 20 yıllık iktidarı boyunca AKP sınır tanımaz bir açgözlülükle ve geçmişe rahmet okuturcasına dağları, ormanları yerin altını üstünü hallaç pamuğuna çevirerek talan etti. Dünya mirası listesinde olması, doğal SİT alanı olması, korunması gereken özel yerler olması sermayedarların hiç mi hiç umurlarında olmuyor. Sonradan görme ve doymak bilmez bir iştahla şirket-devlet ortaklığıyla yasalar hızla talana uygun hale getiriliyor. Ülkenin dört bir yanında doğa sermayeye peşkeş çekiliyor, yeşillikler betona dönüştürülüyor. Bunların belli başlılarından olan oksijen kaynağı Kaz Dağları, maden şirketleri tarafından talan edildi. İzmir Bergama’da siyanürle altın arama faaliyetleriyle binlerce hektarlık orman alanı yok edildiği gibi siyanürün çevreye verdiği zararlar da görmezden gelindi. Turkuaz suyu ve bembeyaz kumsalı ile Türkiye’nin Maldivleri olarak tanınan Salda gölünün geldiği nokta içler acısı durumda. Trabzon’un Çaykara ilçesine bağlı Uzungöl yaylası turizme açıldığından bu yana yeşil alanın yerini betonlaşma aldı. Doğa harikası olan Munzur dağlarının tamamı maden işletmesine açıldı. Sinop İnceburun’da nükleer santral yapımı için 650 bin ağaç kesildi. Kürt illerinde ormanlar kesilip biçiliyor.
Bunun gibi nice doğal güzellikler egemenler eliyle yok edildi, edilmeye de devam ediliyor. Türkiye’nin doğusundan batısına kadar yüz binlerce hektar ormanlık alan yok edilip yerlerine termik santraller, HES’ler, taş ve maden ocakları yapıldı. Bunları meşrulaştırmak için siyasal iktidar süslü laflarla gerekçe üretse de hepsinin yalandan ibaret olduğunu biliyoruz. Çünkü nitelikli ormanlık alanlarımız göz göre göre katlediliyor. Başka bir deyişle Türkiye çoraklaştırılıyor. Yaşam alanlarımız elimizden alındığı gibi bunlara bağlı geri dönüşü olmayan su kuraklığı, “doğa felâketleri” (aşırı yağışlar ve seller, yangınlar, heyelanlar, kuraklık ve daha niceleri) insanlığın karşı karşıya kaldığı büyük sorunlardır.
Nasıl bir insan evladı bu doğa harikası güzellikleri yok etmek ister diye düşünmeden edemiyor insan ve hemen aklımıza “kapitalistler sermayenin kişilik kazanmış, ayakları üzerine dikilmiş halidir” sözü geliyor. Sermayedarların duygularını, vicdanlarını belirleyen şey bitmek bilmeyen kâr hırslarıdır. Bu yüzden onlarda duyarlılık ve mantık aramak yersizdir. Doğada can bulan ne varsa, ağaçlar, çiçekler, börtü böcekler, otlar, hayvanlar ve bilcümle insanlık yeryüzünde kapitalizmin kurbanları olarak deyim yerindeyse adeta can çekişiyor.
Nâzım Usta Onlar şiirinde demirin, kömürün ve şekerin, gökyüzünün, okyanusların ve kederli nehir yollarının ve pek çok şeyin bahtının değişeceği o ana götürür bizi. Bu kara bahtın bir şafak vakti değişeceğini muştular:
Demir, kömür ve şeker
ve kırmızı bakır ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarının
ve gökyüzü ve mavi okyanus ve kederli nehir yollarının
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı bir sabah vakti değişmiş olur
bir şafak vakti karanlığın kenarından onlar
ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman…
İnsanlıkla birlikte; nehirlerin, ağaçların ve arıların bahtı ancak dünya işçi sınıfımızın kendi bayrağı altında harekete geçtiği, esaret zincirlerinin parçalandığı o an değişmiş olacak. İşçi sınıfı, talan üzerine kurulu bu düzeni bir daha geri dönmeyecek şekilde tarihin derinliklerine fırlatıp attığında başka bir dünyanın sonsuz kapıları açılacak. İşte o zaman baharın canlılığı başka olacak, binbir çeşitle açan çiçekler, bu çiçeklerden beslenen arılar başka türlü bal yapacak, toprağın kokusu, meyvelerin tadı, kuşların sesi başka güzel olacak. Güneş başka türlü parlayacak, dereler, çaylar, nehirler özgür akacak, ormanlar rengarenk yeşerecek. Her mevsimi doyasıya tadında yaşadığımız bir dünyanın güzelliğini yaşayacak tüm canlılar. Ekmeğin tadı da yemişlerin tadı da başka bir güzellikte olacak. Uçsuz bucaksız yemiş dolu tarlalarda tüm canlılar ömür boyu doyacak. Ruhi Su’nun dediği gibi herkese yetecek dünya, herkese yetecek ekmek. Böyle bir dünyanın mümkün olduğunu gösterelim yağmacı soylarına.
link: Çiğdem Berrak, Doğayı ve İnsanlığı Kapitalizmden Kurtarmak Gerek!, 5 Haziran 2022, https://marksist.net/node/7658
Halklar Acıda, Egemenler Zalimlikte Birleşiyor!
İşte Kapitalizm: ABD’de Bebekler Mama Bulamıyor