Kimi insanlar vardır; topluma bıraktıkları anlamlı eserleriyle, mücadeleleriyle adlarını hafızalarımıza kazırlar; öyle ki eserlerinin ünleri adlarından önce gelir. Mesela Küçük Kara Balık masalının, eserin yaratıcısı Samed Behrengi’den önce gelmesi gibi. Ancak Küçük Kara Balık masalı ile yazarın hayat hikâyesi o kadar özdeştir ki, masalı ve yazarı birbirinden ayırmak mümkün değildir. Genç masalcı Behrengi, kendi başına gelebilecek felâketlerin bilincindedir ama buna rağmen Şah’ın saldığı korkunun üstüne gidip, Küçük Kara Balık’ın ağzından şöyle seslenir: “Her an ölümle yüz yüze kalabilirim. Ama yaşayabildiğim sürece ölümü karşılamaya gitmem de gerekmez. Bir gün ister istemez ölümle karşılaşacağımı biliyorum; bu önemli değil. Önemli olan benim yaşamımın veya ölümümün başkalarının yaşamını nasıl etkileyeceği…”
Gerçekten öyle de olur. Kısacık yaşamının ardından bıraktığı öyküleri ve masallarıyla, toplumsal eşitsizliklere karşı mücadelesi ve duruşuyla Behrengi, nehirlere sığmayıp deryalara akmak isteyen “yolculara” ilham vermiştir, vermeye de devam ediyor. Yeni bir dünyanın kapılarını aralamak için ellerini taşın altına koymayan, kendi dar çemberlerinin içinde dolanıp duran ve ömürlerinin sonlarına yaklaştıklarında geçmişe lanet okuyanlara ise aynı masal kitabı üzerinden şunları söylemiştir Behrengi: “Balıkların çoğu yaşlandıkları zaman ömürlerini boşu boşuna geçirdiklerinden yakınırlar. Sürekli sızlanır, lanet okur, her şeyden şikâyet ederler. Ben bilmek istiyorum; gerçekten de yaşamak dediğimiz şey şu bir avuç yerde yaşlanıncaya kadar dolaşıp durmaktan mı ibaret; yoksa dünyada başka şekilde yaşamak da mümkün mü?”
Eğer bir kuyunun içinde yaşıyor olsaydık gökyüzünü sadece kuyunun ağzının bize çizdiği sınırlar üzerinden görür ve uçsuz bucaksız yaşam alanlarının farkında olmazdık. Fakat örgütlülüğümüzle koruduğumuz bilincimiz bizim o derin kuyudan çıkışımızın da anahtarıdır aynı zamanda! Bir tarafta bolluğun biriktiği ve bir avuç bezirgânın bu bolluktan kendilerine yüce dağlar yarattığı, diğer tarafta ise milyarların yoksulluk çukurunda çırpındığı, kan ve gözyaşına maruz kaldığı böylesi bir dünyada insanca yaşamak mümkün değil. O nedenle gerçek yaşam sevinci “böyle gelmiş böyle gider” demeyenlerin, ömürlerinin sonuna kadar kapitalizme karşı sınıfsız, sömürüsüz bir dünya mücadelesi verenlerin olacaktır. Behrengi’nin hayalini kurduğu ve usul usul tüm çocukların hayallerine işlediği bir dünyanın…
***
Samed Behrengi 1939 yılında İran’ın Tebriz şehrinin Çerendab mahallesinde, yoksul bir Azeri işçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelir. Babası İzzet, 6 çocuklu aileyi geçindirebilmek için çeşitli işlerde mevsimlik işçi olarak çalışır. İşsiz kaldığı dönemlerde ise şehir merkezlerinde su satar, işportacılık yapar. Fakat İzzet’in tüm bu çabası aileyi derin yoksulluk çukurundan çekip çıkarmaya yetmez. Daha iyi bir iş bulmak umuduyla işsizler ordusunun peşine takılıp Kafkasya bölgesine gider ancak bir daha geri dönmez. Geride kalan aile ise Samed’in annesi Sara’nın omuzlarında hayatta kalmaya çalışır. Samed okula başladığında çıplak ayakları ilk kez bir çift ayakkabı ile buluşur. Bu zorlu hayat koşullarına rağmen ilkokulu birincilikle bitirir. İlkokulu bitirdikten sonra eğitimine Tebriz’de devam eder. 1954 yılında, siyasal faaliyetlere katıldığı gerekçesiyle baskılar görür, gözaltına alınır. Samed 1955’te iki yıllık öğretmen okuluna yazılır. Harçlığını çıkarmak için okuldan arta kalan zamanlarda inşaatlarda, tarlalarda, halı atölyelerinde çalışır. 1957 yılında mezun olduktan sonra artık 18 yaşında genç bir öğretmendir. Mesleğini büyük bir heyecanla, azimle sürdürürken bir taraftan da İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne devam eder. 19 yaşındayken ilk öyküsünü, kendisi de yazar olan Gulam Hüseyin Saidi’nin desteği ve önerisiyle kaleme alır. Ömrünün sonuna kadar bir taraftan öyküler, masallar, masal derlemeleri yazarken diğer taraftan Güney Azerbaycan bölgesinin öğretmensiz köylerinde köy çocuklarına okuma-yazma öğretir. Sadece okuma-yazma öğretmez çocuklara Behrengi; aynı zamanda ufuk açar, yeni bir dünya için mücadele edenlere ilham verir, umut olur. Öykülerini, masallarını toplumsal çelişkileri teşhir etmek; çocukların, gençlerin tüm emekçilerin bu haksız dünya düzenine karşı mücadele etmeleri için yazar. Nâzım Hikmet, Aziz Nesin, Maksim Gorki ve Nikolay Çernişevski gibi sosyalist şair ve yazarlardan etkilenir. Özellikle yaşadığı coğrafyayı hatırlatan Nâzım’ın Bahr-i Hazer adlı şiirini severek okur. Öğretmen okulunda okuduğu yıllarda ezberinde Bahr-i Hazer vardır ve bu şiiri çok sevdiğini bilen arkadaşları ona, “geldi bizim Bahr-i Hazer” diyerek takılırlar.
Yaman esiyor be karayel yaman!
Sakın özünü Hazer’in hilesinden aman!
Aman oyun oynamasın sana rüzgâr!
Samed Behrengi, değişime olan inancıyla birlikte, içindeki heyecanı, coşkusu, merakı, mücadele azmi hep diri olan bir insandır. Öncelikle o, sosyalist fikirleri uğruna mücadele eden bir devrimcidir. Kimi kaynaklara göre Behrengi TUDEH üyesidir.[1] Genç yaşamının sonuna kadar sosyalist dünya özlemini hiç yitirmez. Dünya nimetlerinin neden bir avuç azınlığın elinde olduğunu, neden suyun başını onların tuttuğunu ve neden suyun önünü bir miktar açtıklarında onlara şükretmemiz gerektiği algısını sorgulatır. Ancak emekçileri ve onların çocuklarını bu temelde sorgulatması Şahlık rejiminin dikkatinden kaçmaz ve katili olacak olan SAVAK’ın[2] “dişlerinden” kendini kurtaramaz. 29 yaşında katledilen bu genç devrimci yazar, değişime olan inancı, geleceğe dair umudu, mücadelesi ve eserleriyle genç devrimcilerin nezdinde hatırlanmayı fazlasıyla hak ediyor.
Dönemin siyasi atmosferi
Behrengi’nin yaşadığı dönemi anlamak ve bu dönemin onun düşüncelerini, yazdıklarını nasıl şekillendirdiğini görebilmek için İran’ın siyasi geçmişine de bakmak gerekir. İran 2500 yılı bulan bir siyasi tarihe sahiptir. Asya tipi despotik devlet geleneği altında yaşamış İran halkı nice zalim hanedanlıklar, imparatorlar, şahlar gördü bu coğrafyada. İran’daki kapitalist gelişme süreci Türkiye’deki süreç ile çeşitli benzerlikler gösterir. İran, tıpkı Osmanlı gibi, bir dönem büyük kapitalist devletlerin yarı-sömürgesi olur. 1908’de Jön Türkler önderliğinde gerçekleşen Meşrutiyet devriminin bir benzeri 1905-1907 yılları arasında İran’da gerçekleşir. 1908’de İran’da petrol bulunmasının ardından İngiltere’nin bölge üzerindeki ağırlığı artmaya başlar. 1920’lerin başlarına kadar İngiltere ile birlikte çalışan Kaçar Hanedanlığı ve Birinci Dünya Savaşının sonuçları yoksul halkı yıkıma uğratır. Ekim Devriminin de etkisiyle halkta kıpırdanmalar başlar. Bunu fırsat bilen İran Kazak Tugayının başındaki Albay Rıza Pehlevi İngilizlerin de desteğini alarak iktidarı darbe ile ele geçirir. Cumhuriyet kurulacağı vaadiyle iktidara gelen Rıza Pehlevi 1925’te kendini Şah ilan eder ve 1979 yılına kadar sürecek olan Pehlevi dönemi başlar. Şah Rıza Pehlevi İran’ın kapitalist gelişimini İngiltere ile beraber sürdürürken, ülkedeki komünistleri ezmeyi ise Stalin ile çeşitli anlaşmalar yaparak gerçekleştirir. Kendini tek adam düzeyine yükselten Rıza Şah aynı zamanda Türkiye’de tepeden inme burjuva devrimleri gerçekleştiren Mustafa Kemal hayranıdır. Benzer tepeden devrimleri kendisi de yapmaya çalışır ancak yeterince başarılı olamaz. İkinci Dünya Savaşı başlarında Rıza Şah’ın Hitler Almanya’sına yaklaştığını gören İngiltere ve Rusya, 1942 yılında İran’ı kuzeyden ve güneyden işgal ederler. Şah Rıza Pehlevi iktidardan indirilir ve yerine oğlu Muhammed Rıza Pehlevi getirilir. İkinci Dünya Savaşının sonunda İran içinde yer alan Kürtler ve Azeriler bağımsızlıklarını ilan ederler ancak bağımsızlıkları fazla uzun sürmez. Sovyetler’in bölgeden çekilmesi sonucu bu ulusal ayaklanmalar bastırılır.
1940’ların sonlarına doğru, daha önce kapatılan İran Komünist Partisinin içinden doğan TUDEH’in (Kitleler Partisi) etkinliği artmaya başlar. Büyüyen zenginlikten pay alamayan işçiler, emekçiler ve yoksul köylüler Şah’a karşı mücadele etmek için TUDEH’e akmaya başlarlar. Bu dönemde petrol gelirlerinin büyük oranda İngilizlerin elinde olması burjuva muhalefet tarafında da rahatsızlık uyandırır. O nedenle burjuva muhalefet Şah’ın yetkilerinin kısıtlanmasını ve kimi yetkilerin meclise ve başbakanlığa bırakılmasını ister. Bu motivasyonla 1951’de seçimlere giren ve TUDEH’in de desteğini alarak iktidara gelen Muhammed Mussaddık önderliğindeki Ulusal Cephe hükümeti ilk elden Şah’ın yetkilerini kısıtlamaya başlar. Ardından büyük bir halk desteği ile İngiltere’nin elinde olan petrol sahalarını kamulaştırır. Bunun üzerine İngiltere, ABD’nin de desteğini alarak İran’a ekonomik yaptırımlar uygulamaya başlar. Daha sonra ABD, İngiltere ve Muhammed Rıza Şah, Musaddık hükümetine karşı darbeler tezgâhlamaya girişirler. Ancak halkın desteğini arkasına alan Musaddık’a karşı ilk darbe girişimleri başarısızlığa uğrar. Bu başarısız darbenin ardından Şah Muhammed Rıza ailesiyle birlikte ülkeden kaçarak geçici süreliğine İtalya’ya yerleşir. ABD ve İngiltere vazgeçmezler ve bir sonraki darbe için hazırlıklara girişirler.
Musaddık, 1953 Ağustosunda tezgâhlanan Ajax Operasyonundan[3] kendini kurtaramaz. İktidarda kaldığı sürece işçi sınıfının mücadelesini baskılayan Musaddık hükümeti, artık kendini savunacak ciddi anlamda bir kitle hareketi de bulamaz ve bu son darbeyle iktidardan alaşağı edilir. Durumdan istifade eden Şah Rıza yeniden ülkeye döner ve ülkenin kontrolünü eline alır. Bu sırada Stalinizmin icazetiyle TUDEH, işçilerle bağlarını kesip yeraltına çekilir. Ama gerçekte kendisini pasifize etmiş olur. Sonuç olarak TUDEH’ten ayrılan ve daha mücadeleci bir çizgi izleyen, diğer ülkelerde yaşanan gerilla mücadelesinden de etkilenmiş olan Halkın Fedaileri örgütü kurulur. Ulusal Cepheden ayrılan bir grup ise Halkın Mücahitleri örgütünü kurar. Aslında farklı gruplar olsalar da aralarında ciddi bir ideolojik farklılık bulunmaz.
Şah Rıza yaşananlardan aldığı derslerle kontrollü bir şekilde daha baskıcı bir rejim inşa etmeye girişir. CIA’in desteğiyle 1957 yılında SAVAK adlı bir istihbarat örgütü kurdurtur. SAVAK özellikle 1963’te yaşanan ayaklanmadan sonra her türlü muhalif grubu takibe alır, işkenceden geçirir, katleder. Fakat devrim korkusu Şah’ı birtakım reformlara zorlar. 1963 yılında Beyaz Devrim adı altında çeşitli reformlar gerçekleştirir. Kadınların oy kullanabilmesi, okuma yazma oranlarının arttırılması, toprak reformu, eğitim gibi… Bu süreç beraberinde kimi toprakların büyük toprak sahipleri arasında el değiştirmesini de getirmiştir. Çeşitli ayrıcalıkları ellerinden alınan din adamları Humeyni öncülüğünde ayaklanır ancak ayaklanma Şah tarafından sert bir şekilde bastırılır. Sözde yoksul köylülere toprak verilmiştir ama onların bu verimsiz toprakları ne işleyecek gücü ne de bu topraktan elde edeceği bir kazancı vardır. O nedenle ellerindeki toprakları çok küçük bir bedelle büyük toprak sahiplerine satmak veya yaşadıkları köyleri terk etmek zorunda kalırlar.
Samed Behrengi “Bir Şeftali Bin Şeftali” adlı öyküsünde tam da bu döneme denk gelen çelişkileri anlatır. Köyün en verimli topraklarını kendisi için parselleyen ağa, köylülerin emeğiyle yetişen o güzel şeftalilerden bir tanesini bile onlara vermez. Canları şeftali isteyen hikâyedeki çocuklar ağaya büyük bir öfke duyarlar. Ağanın bahçesinde çalışan bahçıvana şöyle derler: “Biz insan değil miyiz yani. Hepsini birer birer koparıp zıkkımlansın diye o köpek herife veriyor. Suç bizde zaten; miskin miskin oturup köyü talan etmesine izin veriyoruz. Toprakları olmayan köylüler sabahtan akşama kadar ağaya çalışırlar ama bir tane şeftali yiyemezler. Bu hak mıdır? Hakkını vermeyenden bedeli ne olursa hak alınmalıdır. Cesur olmalıdır ezilmişler, itilmişler.”
Hayat şartlarının zorlaştığı aynı dönemde kırdan kente büyük göçler başlar. Bu süreçte artan sanayi yatırımlarıyla birlikte kentler yoğun bir işçileşme süreci geçirir. Ancak İran’daki kapitalist dönüşüm derin sınıfsal çelişkiler de yaratır. Bu anlamıyla kapitalist gelişimin en hızlı yaşandığı Tahran, sınıfsal uçurumun en keskin olduğu kentlerden biridir.
1960’ların sonlarına doğru İran’da büyük sermaye sınıfının zenginliği katlanarak artar. Muhammed Rıza Pehlevi halkın üzerindeki baskıcı gücünü iyice arttırır. Artık “tek adam” haline gelen Rıza Şah, hızını alamayıp 1967 yılında kendisini Şehinşah (Şahların Şahı), eşi Farah Diba’yı ise Şahbanu (İmparatoriçe) mertebesine yükseltir. Bundan geri kalmayan devlet ricali yandaşlar, asker ve sivil bürokrasi ise Şah’ı, Sayeh-e Hoda yani “Allah’ın Yeryüzündeki Gölgesi” ilan ederler. Bugün Türkiye örneğinde yaşandığı üzere, Erdoğan’ın “çevresinin” kendisine atfettiği çeşitli dini vasıflar da gösteriyor ki, bütün tek adam rejimlerinde yandaş dalkavukluğu birbirine benzerdir ve bakidir. İşte Samed Behrengi, kendilerini yıkılmaz sananların, zenginliğine zenginlik katanların, kendilerine saraylar, saltanatlar inşa ettirenlerin olduğu böylesi bir dönemde yazar öykülerini, masallarını.
Öğretmenliğe ilk adım
Samed Behrengi, öğretmenliğe başladığı 18 yaşından itibaren büyük bir heves ve heyecanla çocuklara okuma-yazma öğretmeye çalışır. Üstelik kimi bölgelerde doğru dürüst elektrik, kimilerinde ise okul bile yoktur. Bir taraftan öğretmenlik yapacağı çocukların ailelerinin yoksullukla boğuşması, diğer taraftan eğitim sistemindeki çarpıklıklar onu derinden rahatsız eder, düşündürür. Mesleğine başlarken bir anısından bahseder: “Yüksekokuldan mezun olunca bir köye gittim ve orada anladım ki yüksekokulda hocaların bize anlattıkları baştan sona zırvaydı ve tümünü unutmaya karar verdim. Anladım ki öğretmenliği kendi yanımda öğrenmeliyim, öyle de yaptım!” Yoksul çocukların yaşadığı hayat biçimi ile kendilerine öğretilenlerin gerçek hayatlarında bir karşılığı yoktu. Doğru bir eğitimin ancak mevcut gerçeklikleri es geçmeden, yaşananların nedenleri ve olması gerekenin ne olduğu anlatılarak verilebileceğine inanır. Mesela ona göre, çocukların ayağında doğru dürüst ayakkabı bile yokken, okul kitaplarında sadece varlıklı insanların yaşam tarzlarından bahsedilmesi anlamsızdır.
Behrengi yeni öğretim teknikleri geliştirmeye çalışır. Küçük hikâyeler yazıp anlatarak çocukların merakını uyandırır, ufkunu açar. Ayrıca mevcut eğitim müfredatında bazı değişikliklerin yapılması gerektiğini de düşünür. Bu düşünceyle, İran Milli Eğitim Bakanlığına çeşitli önerilerin yer aldığı dilekçeler yazar fakat olumlu herhangi bir dönüş alamaz. Tam tersine bakanlık bu dilekçelerden rahatsız olur. Behrengi’yi “bir yerlere” not ederler ve bir süre sonra da başka köylere sürgün ederler. Behrengi, düşüncelerini ifade etmekten kaçınmaz; eğitim sorunları üzerine yazdığı makaleler çeşitli dergilerde yayınlanır. 6 ay memuriyetten uzaklaştırma cezası alır ama o çeşitli müstear adlarda düşüncelerini ifade etmeye devam eder.
Behrengi’nin eğitim konusunda yaşadığı bir diğer sıkıntı ise anadil sorunudur. Eğitim verdiği Azeri köylerindeki çocukların doğal olarak anadilleri Azeri Türkçesidir. Zorunlu eğitim dili Farsça olduğu için Azeri çocukları diğerlerine göre hep geride kalırlar. Behrengi yaşadığı sıkıntıyı Eğitim Sorunları Üzerine Bir İrdeleme adlı makalesinde şöyle tarif eder: “… Bu ders kitabında bir resim var. Bir yerden su akıyor. Altında da yazmışlar «Ab». Fars bir çocuk bunu görür görmez «Ab»ın ne olduğunu anlar. Hemen «Ab»” der. Öğretmenin yardımıyla şekildeki ile yazıdakinin aynı yani «Ab» olduğunu kavrar; bu kadar basit. Ama Türk çocuğu bu resmi gördüğünde: Bu su diyecek. Öğretmen ona su dememesi «Ab» demesi gerektiğini anlatacak. Ama o çocuk, o ana kadar su demiş ve su duymuş, «ab»ın su olduğunu anlaması için bir saat geçer. … Diyelim ki o bir saat içinde «ab»ın su olduğunu anladı ama eve gidince su yine su olacak, ertesi gün «ab»ı unutmuş olacak ve zavallı öğretmen; dün bıraktığı yerden devam edemeyecek derslerine.” İşte o dönem İran’da Azeri Türklerine resmi Fars dili dayatması, yıllardır Türkiye’de Kürtlere yasak olan anadilde eğitim hakkı ile benzerlik gösteriyor. Samed Behrengi’nin verdiği örnekler üzerinden İran’da yaşanan haksızlığı görebilen kimileri, yıllardır Kürtlerin yaşadığı haksızlığı ne yazık ki göremiyor, görmek istemiyorlar.
Uyandıran masallar, düşündüren hikâyeler
Masallar, hikâyeler tarih boyunca insanlığın en önemli anlama, kavrama, ders alma, ders çıkarma anlatıları olmuştur. Bu anlatılar yeri gelmiş ağlatmış insanları, yeri gelmiş güldürmüş ve düşündürmüştür. İnsanlar birbirlerine söyleyecekleri olayları, yaşantıları ya da geleceğe dair özlemlerini hayaller kurarak hikâyeleştirmiş ve böylece geleceğe dersler bırakmışlardır. Çoğu zaman da muktedirlerin baskısı altında olan halklar; düzeni değiştirmek, dönüştürmek için isyanlarını masallar ve hikâyeler üzerinden dile getirmişlerdir.
1960’ların İran’ında işçilere, emekçilere, devrimcilere göz açtırmayan baskıcı Şah rejimine karşı kimi yazarlar daha alegorik hikâyeler yazmak zorunda kalırlar. Bu rejimi açıkça eleştiren çok sayıda yazar ya sürgüne gönderilir ya hapse atılır ya da Şah’ın cellâtları SAVAK tarafından türlü oyunlarla katledilir. Şahlık rejimini açıktan eleştirmek ölümle sonuçlanabildiği için edebiyatçılar farklı müstear adlarla ve mahlaslarla yazmak durumunda kalırlar. Samed Behrengi de S. Garanguş, Çingiz, Merâtî, Bâbek, Behreng, Adıbatmış, Daryûş, Nevvâb Merâgî gibi takma adlar kullanarak yazmayı sürdürür. Onun önüne setler, engeller çıkarılır ama o menderesler çizip yine engelleri aşmayı bilir.
Behrengi, kapitalizmin yarattığı bu adaletsiz dünyaya sessiz kalmaz, kalamaz. Düzeni teşhir etmek için daha etkili olduğunu düşündüğü geçmiş zamanların masallarını güncel olayları akla getirecek şekilde yeniden uyarlama ve yeni hikâyeler anlatma yolunu seçer. Bu anlatımda hikâyeler ne kadar çocuklar üzerinden kurulsa da asıl hedef kitlesi zulüm düzenini değiştirme gücüne sahip olanlardır. Samed, geçmiş masalları yaşadığı zamana uyarlayarak, çocuklara kendi gerçeklikleri üzerinden hayatı kavratmaya çalışır. Anlattığı masalların uyutan masallar olmadığını söyler. Tam tersine ezilen sınıfın çocuklarında, gençlerinde değişim ve dönüşüm isteği uyandırması için yazıldığını belirtir ve bu konudaki düşüncelerini şöyle ifade eder:
“Biz düşüncelerimizi, sözlerimizi ve davranışlarımızı içinde yaşadığımız zaman ve mekândan almalıyız. İçinde yaşadığımız zamanın kahramanlarını aramalı, kendimizi bir zaman ve mekânla sınırlamamalıyız. Geçmişin masallarını okuyarak anlıyoruz ki eski insanlar da bizler gibi merak etmişler, bilgileri ölçüsünde dünyaya bakmışlar, kavrayışları ölçüsünde iyiliklerin, kötülüklerin, her şeyin nedenini bulmaya çabalamışlardır. Örneğin eskiler «Yeryüzü bir öküzün boynuzları üstündedir. Ne zaman vücudu kaşınıp da öküz boynuzlarını sallayacak olsa, yeryüzü sarsılır ve deprem olur» derlerdi. Biz bunun saçma olduğunu, depremin bilimin bize öğrettiği bazı nedenlerden ileri geldiğini biliyoruz. Eski masalları okuduğumuz zaman eski insanların da nice hayallerinin olduğunu, arzularına ulaşmak için çalıştıklarını anlıyoruz. Örneğin eski masallar insanoğlunun çok eski zamanlardan beri kuşlar gibi kanatlanıp gökyüzünde uçmayı arzuladığını gösteriyor bize. Bugün insanoğlu bilimin yardımıyla bu arzusuna ulaşmıştır. Artık Ay’a uçabilmektedir ve çok yakın bir gelecekte çok çok uzak yıldızlara da uçacaktır.”
İşte Behrengi, bu temelde çocukların, gençlerin değişimi ve dönüşümü hedeflemeleri için, ilk önce nasıl bir dünyada yaşadıklarını bilmeleri gerektiğini söylemiş olur. Mesela “Bir Günlük Düş ve Gerçek” adlı öyküsünde yoksulların yaşadığı güney Tahran ile zenginlerin yaşadığı kuzey Tahran’ın göze çarpan çelişkilerini resmeder. “Tahran dediğin iki kesimden oluşur. Her kesim başlı başına bir âlem. Güney ve kuzey Tahran! Güneyi pislik içinde, kir pas içinde, kuzey ise tertemiz, pırıl pırıldır. Tüm kırık dökük otobüsler güneyde çalışır. Tüm kerpiç evler güneyde. Kuzeydeki caddelerin iki yanındaki açık kanallardan, arklardan akan lağım suları, güneyin caddelerine gelir. Her yanı pis pis kokutur. Kısacası, güney yoksul ve açların, kuzey de varlıklı ve tokların yurdudur (…) Güneyde kimsenin özel arabası yok. El arabası var, çoğu da mağaralarda oturur.” Bu öykü tam da Şah’ın Beyaz Devrim diye nitelendirdiği ve kırdan kente yoğun göçün yaşandığı dönemi yansıtır. Baskıcı Şahlık rejimi burada adeta cennet ile cehennemi yaratmıştır. Bir tarafta havuzlu, fıskiyeli, ağaçlı geniş bahçeler; her türlü dünya nimetinden faydalanan ve yüzünden sağlık fışkıran sermayedarlar; öte tarafta açlığın, yoksulluğun, bataklığın, hastalığın kol gezdiği ve ev denemeyecek mağara gibi evlerin olduğu emekçilerin kesimi.
“Güvercinci Keloğlan” adlı masalında emek-sermaye çelişkisini şöyle sorgulatır: “Evet Kel Oğlancığım, şimdi düşün bakalım Hacı Ali Ağa’nın malı mülkü sana helal midir haram mı? Hacı Ali bu kadar parayı nereden bulup biriktiriyor? Atölyelerinden mi? Kendisi emek harcayıp çalışıyor mu? Yok. Hiç zahmet edip, ter döker mi? Yaptığı tek şey, atölyelerin kazancını alıp keyfine bakmak. Peki, o halde kim çalışıp emek harcıyor, bu kazanç aslında kimin hakkı? Bunca fakir fukara insan çalışıp işlemese, bu fabrikaların atölyelerin hali nice olurdu? Cevap: Hepsi kapanır giderdi. Soru: O zaman da bu fabrikalar kazanç sağlar mıydı? Cevap: Tabii ki hayır! Sonuç: O halde, bu soru ve cevaplardan anlıyoruz ki işçiler çalışıp didiniyor, ama fabrikanın tüm gelirine bu Hacı el koyuyor, çalışanlara da ufak bir parçasını sadece ücret olarak veriyor. Bu durumda, Hacı Ali Ağa’nın serveti demek ki kendine ait değil. Demek ki bana da haram olmuyor, helaldir.”
“Ulduz ile Karga” adlı öyküsünde ahlâk kavramı üzerinden emekçileri açlıkla terbiye etmek isteyenlere anne karga şöyle cevap verir: “Günah da ne demek? Benim ve yavrularımın açlıktan kırıldığı bir zamanda hırsızlık yapıp, onları beslemem mi günah? Ben ve yavrularım aç kalırsak, açlıktan ölürsek, işte asıl günah o zaman olur. Yani aç bırakılmaktır asıl günah olan. Asıl günah, bir yerde gıda savurganlığı varken gıdasızlıktan ölmektir, senin anlayacağın.”
Behrengi diğer öykü ve masallarında da (Ulduz ve Konuşan Bebek, Telhûn, Deli Dumrul, Bu Gelen Köroğludur, Pancarcı Çocuk, Sevgi Masalı) emekçilerin hayatlarından benzer sınıfsal çelişkiler anlatır; sevginin, aşkın, emeğin düşmanı bezirgânları teşhir eder. Masallarda yer alan kötü adam karakterlerinde Şah Rıza kendini gördükçe öfkelenir. “Ulduz ile Karga” masalında Behrengi’nin, iyi karakter olarak kargayı seçmesinin bilinçli olduğu söylenir. Çünkü Muhammed Rıza Pehlevi’nin babası olan Rıza Şah’ın karga fobisi vardır ve bu yaratıkların kendi iktidarına uğursuzluk getireceğine inanır. Hatta Rıza Şah’ın, kargaların kendi heykellerinin başına pislememesi için özel ekipler kurdurduğu anlatılır. Karga fobisinin oğul Rıza Şah’a da geçtiğini düşünen Behrengi bu nedenle kargalara özel roller biçer.
“Küçük Kara Balık” masalı, çocukluktan beri herkesin bildiği ve Samed Behrengi’yi tanımamıza vesile olan en önemli eserdir. Küçük Kara Balık’ı bilen her mücadeleci anne baba onu çocuklarına okur, okutur. Bu masalın içimize işlediği en anlamlı düşünce dünyanın sadece yaşadığımız mekândan ibaret olmadığı, yeni bir dünya düzeninin mümkün olabileceği düşüncesidir. Yeni bir dünyayı kurmak için yola çıkanların ise işlerinin kolay olmadığı, bu yolda kendisine yoldaşlık edenlerin olabileceği gibi düşmanlarının da engeller koyabileceğinin, pusular kurabileceğinin farkında olması gerektiği söylenir. Bu masal, bir anlamda masal içinde bir masaldır aslında. Yılın en uzun gecesi olan 21 Aralıkta yani Çille Gecesinde (Yelda) anlatır Küçük Kara Balık masalını ihtiyar nine balık. Çille gecesi İran’da binlerce yıl kutlanan ve karanlıktan aydınlığa giden en uzun gecenin sonudur. Behrengi, ihtiyar nine balığa bu masalı Yelda gecesi anlattırarak İran’da yaşanan karanlık günlere sembolik bir gönderme yapar. İşte Küçük Kara Balık da bu karanlık günlerin girdabından çıkışın yolcusudur. Küçük Kara Balık masalında Behrengi kendi hayat hikâyesinin yolculuğunu anlatır adeta. Çünkü Behrengi’nin dediği gibi ölüm bir gün onu bulacaktır ama önemli olan kendi yaşamının, kendisinden sonra da devam edecek olan sınıf mücadelesine nasıl bir katkı sunabileceğidir aslında. O da tıpkı Kara Balık gibi ırmağın ötesini, nehirleri, denizleri, okyanusları, dünyayı merak etmiştir. Şah’ı ve şürekâsını en çok kızdıran başka bir dünyanın mümkün olabileceği hayalini kurdurtan, onların düzenlerine başkaldıracak olanlara cesaret veren “Küçük Kara Balık”tır. “Bu ırmağın bittiği yeri merak ediyorum. Ah anne, bu soru beni aylardır düşündürüyor. Irmağın nerede bittiğini öğrenmem gerek. Bugüne kadar bu soruya bir karşılık bulamadım. Geceleri gözüme uyku girmiyor. Sürekli bunu düşünüyorum. Kararımı verdim anne, gidip ırmağın nerede bittiğini öğreneceğim. Orada neler var, başka yerlerde neler var, görmek, bilmek istiyorum.” Ancak “Küçük Kara Balık” Samed Behrengi’nin önüne çıkan çıyanlar, sırtlanlar, zalimler, onun deryalara varmak isteyen yolculuğuna izin vermezler. Yüzlerce devrimcinin kanına girmiş SAVAK, Behrengi’yi aylarca takibe alır. Geçerken belirtmek gerekir ki, bu takibin sonu bahar ayında katledilen Türkiyeli sosyalist Sabahattin Ali’nin başına gelenleri hatırlatır.[4]
Samed’in ağabeyi Esed’den aktarılanlara göre; “Samed, nedenini herkesin az çok tahmin ettiği bir kovalamaca sonucu, Aras’ın içinden geçtiği Şamgulaviç Köyü civarında –kimsenin görmediği ve duymadığı (!)– bir çatışma sonucu, ardından ateş edildiğinde kasıklarına iki mermi saplanması sonucu vurulur ve hemen yanı başından akan Aras nehrine düşer… Yüzme bilmediğinden ve kan kaybından nehrin coşkun sularına direnemez ve boğularak ölür.”[5] Samed’in cesedi günler sonrası ağabeyi Esed ve arkadaşları tarafından Aras nehrinin sığ bir noktasında çalıya takılmış halde bulunur. İran burjuva medyası Samed Behrengi’nin Aras nehrinde yüzerken boğulduğunu yazar ancak onun yoldaşları açısından durum gayet nettir: “Samed’i Şah öldürttü”. Sermayenin cellâtları akıllarınca onu ırmakta boğarak, Küçük Kara Balık’ın ırmağın sonunu merak etmesinin bedelinin ölüm olacağı, dolayısıyla kuyudan çıkmak isteyenlere başka bir dünyanın mümkün olmadığı mesajını verirler. Ancak Küçük Kara Balık’ın başka bir dünya arayışı, tutkusu bir kere tutuşturmuştur yürekleri, muktedirlerin onu boğmaya çalışması nafiledir.
***
Küçük Kara Balık masalının ünü tüm dünyaya yayılır; birçok dile çevrilir, ödüller alır, tiyatroya uyarlanır. Ancak 1970’li yıllar boyunca İran’da Samed Behrengi’nin kitapları yasaklılar listesindedir. İran devrimi sürecinde birçok kez basılıp, yayınlanır fakat Molla rejimi iktidarı tamamen ele geçirdikten sonra tekrar yasaklanır. Küçük Kara Balık masalı faşizmin hüküm sürdüğü 12 Eylül Türkiye’sinde de “sakıncalı” olduğu gerekçesiyle toplatılır.
Behrengi’nin öyküleri hem çocukluğundan izler taşır hem de sınıfsal çelişkilerin ayyuka çıktığı bir döneme ayna tutup örgütlü kurtuluşa işaret eder. Samed Behrengi, masallarını, hikâyelerini çocuklar üzerinden anlatmış olsa da, gerçekte bu düzeni değiştirici güce sahip olanlara yani işçi sınıfı ve onun gençliğine seslenmiştir. Geleceğin çocuklarına, gençliğe vasiyetini yazarcasına kapitalizmin çıkmazında yaşayan genç nesillere şöyle seslenmiştir:
“Kuşkusuz gelecek sizin ellerinizde; iyisiyle, kötüsüyle sizin olacak. … Bildiğimiz gibi hastalıkların tedavisi için önce bunun nedenini bulmak gerek. Örneğin doktorlar hastalarını tedavi etmek için önce bunun mikrobunun peşine düşer ve sonra bu mikroba karşıt ilaçları verirler hastalarına. Toplumsal rahatsızlıkları da iyileştirmek için aynı işlemi yapmak gerekir. Biliyoruz ki sağlam vücutta asla hastalık bulunmaz. Sağlıklı toplumlarda da rahatsızlığın izine rastlanmamalıdır. Bunca rahatsızlığın nedenini bulmak için ilkin bunun sebebini bulmalıyız. Sorun hep kendinize: Neden gönderdiler sınıf arkadaşımı halı dokuma fabrikasına? … Neden şurada burada savaş var, neden kan dökülüyor? … Ne zaman bitecek savaş, yoksulluk ve açlık? Toplumu ve sorunlarını tanımak için daha binlerce soru sormanız gerek. Şunu da bilmelisiniz ki toplum evinizin dört duvarı arasında değil. Kimileri der ki: «Her kitap bir kez okumaya değer.» Bu saçma bir söz. Dünyada o kadar çok kitap var ki ömrümüz bunların yarısının yarısını okumaya bile yetmez. Bu durumda kitapların arasından güzel olanlarını seçmeliyiz. Çeşitli sorularımıza doğru yanıtlar veren, bizi kendi toplumumuzla ve diğer milletlerle tanıştıran, toplumsal rahatsızlıkları bize gösteren kitapları seçmeliyiz.”
Bugün karanlık, çetrefilli, zor, tuhaf zamanların içinden geçiyoruz. Fakat aynı zamanda toplumda geleceğe dair umutların yeşerdiği ve değişim arzusunun arttığı bir dönemi yaşıyoruz. Özellikle işçi sınıfının gençliği artık düşürüldüğü kuyunun ağzından gökyüzünü görmek değil kuyudan çıkıp mavi gökyüzüyle buluşmak istiyor. “Böyle gelmiş böyle gider” diyenlere inat işçi sınıfının gençliği elbet bu tuhaf zamanın girdabından çıkmayı başaracaktır. Dünyayı değiştirme tutkusu olgunlaştığında bentler yıkılıp geçilecektir. Bayrağı teslim alan ve alacak olan “küçük kızıl balıklara”, sosyalist bir dünya için mücadele edecek olan örgütlü işçi sınıfına selam olsun.
Kaynaklar:
- Şule Akşun, Dünyayı Küçük Karabalıklar Kurtaracak, Destek Yay.
- Samed Behrengi, Bütün Öyküleri, PanamaYay.
- Hamid Dabashi, İran: Kenetlenmiş Halk, Metis Yay.
- İldeniz Kurtulan, Samed Behrengi’nin Yaşam Masalı, Akyüz Yay.
- Gamze Gizem Ertan, Samed-i Behrengî’nin Hikâyeciliği ve İran Çocuk Edebiyatındaki Yeri, Yüksek lisans tezi
- Phill Marshall, İran’da Devrim ve Karşı-Devrim, Z Yay.
[1] Bu konuda farklı bilgiler olsa da, gazeteci Hayrettin Filiz’in “Uğruna Kavramını Düşünmek: Samed Behrengi” adlı makalesinde ağabey Esed Behrengi’den aktardığına göre Samed TUDEH üyesidir. TUDEH (Kitleler Partisi), kapatılan İran Komünist Partisinin devamı olan, Sovyet çizgisinde bir partidir.
[2] Şah zamanında kurulan İran İstihbarat Örgütü
[3] Ajax Operasyonu, ABD ve İngiltere tarafından planlanan, Musaddık iktidarını devirip Şah’ı yeniden iktidara getirmek için gerçekleştirilen darbenin adıdır.
link: Fırat Yazgan, Uyandıran Masalcı: Samed Behrengi, 17 Mart 2022, https://marksist.net/node/7597
Savaş Karşıtlığı Kılıfında Nefret ve Milliyetçilik Tuzağı
Lili Marleen: Egemenler Şarkılardan da Korkarlar!