“Düştüler
Nedenini bilmeden düştüler
Sadece yaşamak isteyen erkekler, kadınlar ve çocuklar
Sarhoş adamlar gibi ağır hareketlerle
Parçalanmış, katledilmiş, gözleri korkuyla açılmış,
Tanrılarına yalvarırken düştüler,
kiliselerinin eşiğinde veya kapılarının önünde.
Çölde sürüler halinde sendeleyerek
Susuzluk, açlık, demir ve ateşin zulmü altında.”
Yukarıdaki sözler Charles Aznavour’un “Ils Sont Tombés” (Düştüler) adlı şarkısının[*] bir bölümüne ait. Bu şarkı yaşadığımız coğrafyada vuku bulmuş büyük acıların 61. yılında, yani 1976’da bestelendi. Babası Gürcistan, annesi ise Türkiye kökenli bir Ermeni olan Charles Aznavour 1924 yılında Fransa’da doğdu. İttihat ve Terakki hükümetinin emriyle yüz binlerce Ermeninin katledildiği 1915 “büyük felâket”inde henüz dünyaya gelmemişti. Fakat katliamdan kurtulan her halkın çocuğu gibi yüreği acı yaralarla kaplıydı ve ömrünün sonuna kadar annesinden adeta miras kalan bu acı yarayı yüreğinde taşıdı. Şarkılarıyla, söz yazarlığıyla, oyunculuğuyla bir dünya sanatçısı olan Aznavour, nedenini bilmeden, anlamlandıramadan, çöl rüzgârlarının kumları altında yitip giden çocukların, kadınların acısını unutamamış ve içindeki çığlığı yürekten gelen bir ezgiye dönüşmüştür: “Ben mezarı olmadan uyuyan insanlara aidim.”
Kimi ezgiler yaşanan acılar karşısında elleri kolları bağlı olanın yani acıyı sağaltmak veya karşı tarafa hissettirmek isteyen insanın, son çare yardım çığlıkları gibidir. Tek bir kişinin yüreğinin derinliklerinden kopup gelir o çığlık ama mağduriyet yaşayanların ortak çığlığıdır. Ve sonra bu çığlığa yüklenmiş ezgi, benzer katliamları yaşayan dünyanın diğer halklarının da sesi olur. Orada durmaz, egemenlerin katliamlara ortak ettikleri halkların yüreklerini de sızlatır, başlarını yere eğer. Kalpsiz vicdanlara doğru da yolculuğunu sürdürmek ister bu ezgi ama daha fazla ileriye gidemez. Çünkü artık egemen milliyetçi zihniyetin kör vicdanına çarpmıştır. Bu noktada, muktedir zihniyetin ırkçı refleksleri çalışır ve sömürü altına alıp milliyetçilikle zehirledikleri halkın vicdanlarının uyanmasını engellemek için türlü oyunlara girişirler.
1970’ler öncesinde zaman zaman Türkiye’de de sahne alan Charles Aznavour’un, bu şarkının tüm dünyada yayınlanmasının ardından Türkiye’ye girişi yasaklanır, şarkının dinlenmesi de engellenir. Tüm düşmanlaştırıcı söylemlere rağmen Ermeni ve Türk halklarının kardeş olduğuna inanan Aznavour daha sonraları “Bir Türk Dosta Mektup” adlı bir şiir yazar. Bu şiir sanki iki halkın yaralarının nasıl iyileşeceğinin reçetesi gibidir. Sömürücü egemenler tarafından kendi suçlarına ortak edilenlerin vicdanlarına seslenir Aznavour. Çünkü bilinir ki, her ne kadar işledikleri suçu inkâr etmeye ortak edilse de halklar, bunu ayaklarına batmış bir dikenin verdiği huzursuzluk gibi hep taşırlar vicdanlarında.
“Ayağına diken batmış
Kardeşim
Benim de yüreğimde var bir tane
Senin için de
Benim için de
İşleri zorlaştırıyor
Kötüleştiriyor
….
Elden ne gelir ki
Çıkarmaya karar verseydin yüreğimdeki dikeni
Senin ayağındaki de yok olur giderdi
Sen de ben de özgür olurduk”
İşçi sınıfının şairi Nâzım Hikmet de yüreğine huzursuzluk veren dikenin acısını biliyordu. Acıların paylaşılmasına bile izin vermeyen egemen zihniyete karşı iki halkın ortak duygusunu şu mısralarla dile getirdi:
“Affetmedi bu Ermeni vatandaş,
Kürt dağlarında babasının kesilmesini
Fakat seviyor seni,
çünkü sen de affetmedin
bu karayı sürenleri Türk halkının alnına.”
Gerçekler susturulunca…
Sınıfların tarihi egemen olan sömürücü sınıfın zorbalıkları, baskıları ve yalanlarının tarihidir aynı zamanda. İnsanlık, sınıflı toplumların varlığından beri savaşlar, katliamlar, kırımlar gördü, görüyor. Yirmi birinci yüzyıl içinde insanlık daha ne felâketler yaşar bilinmez ama yirminci yüzyıl şimdiye dek görülen en korkunç kitlesel katliamların yaşandığı yüzyıldır. O aynı zamanda geçmişe nazaran “savaşta önce gerçekler ölür” gerçeğini korkunç bir şekilde hayata geçiren yüzyıl oldu emperyalistlerin elinde. Hatta henüz silahlar konuşmadan yalan bombardımanı altında gerçekleri susturmaya, yok etmeye girişmişlerdi bile. İşte tüm bunlar olurken, Avrupalı emperyalistlerin çaldırdıkları borazanların sesleri Ermeni halkının çığlıklarını bastırıyor, zalimlerin ise işini kolaylaştırıyordu.
“Coşkulu bir dünyada kimse sesini yükseltmedi
Bir halk kendi kanında can çekişirken
Avrupa cazı ve müziğini keşfetti
Trompetlerin sesi çocukların çığlıklarını bastırdı
Ses çıkarmadan usulca düştüler”
Emperyalist haydutlar kendi çıkarları uğruna büyük bir paylaşım savaşına girmişlerdi. Fakat kitlelere anlattıkları hikâye vatanın tehlike altında olduğu ya da “büyük ülke” için kutsal bir savaş içinde olduklarıydı. Böylesi zamanlarda egemenlerin yaptıkları ilk iş gerçekleri gizlemektir. Gerçekler görünmez olmalı, yalanlarla kitleler aldatılmalı ki emperyalist savaş sürdürülebilsin. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında da egemenler ihanet eden işçi sınıfı liderlikleri sayesinde milyonlarca emekçiyi aldatmayı başarabilmiş, onları cephelerde birbirlerini boğazlamaya itebilmiş ya da katliamlar karşısında hareketsiz kılabilmiştir. Yaşadığımız topraklarda egemen olan Osmanlı’nın İttihat ve Terakki hükümeti ise fırsattan istifade edip, bin yıldan uzun süredir bu topraklarda yaşayan Ermeni halkına karşı sinsi planlarını devreye sokmuştu. Katliam ve kırım sonrasında ise yalanlar, inkârlar, suçun itirafı olan (Ermeniler ihanet ettiler, bizi arkadan bıçakladılar) çeşitli mesnetsiz açıklamalar oldu, olmaya da devam ediyor.
Savaşın sıcaklığında yaralanmış bir insan kurşunun acısını hemen hissetmeyebilir ama zaman ilerledikçe acı kendini fazlasıyla hissettirmeye başlar. Bu durum katliama uğramış çeşitli halklar için de geçerlidir. Gidenlerin geride kalanların yüreklerinde bıraktığı acı bir türlü dinmez. Üstelik yaşananlar, katliamı gerçekleştirenler tarafından inkâr edildikçe acının dozu insanın ruhunda katlandıkça katlanır. Yara bir türlü iyileşmez, farklı biçimlerde gelecek kuşaklara aktarılır. Kimi zaman romanlarla, şiirlerle, kimi zaman ağıtlarla, şarkılarla kimi zaman da sinemayla, resimle…
Aslında geçmişteki emperyalist savaşların gölgesinde nasıl ki Ermeniler, Yahudiler katliama uğradıysa bugün de kapitalizmin derin krizi ve onun bir sonucu olan emperyalist savaşın gölgesinde Filistin halkı, Kürt halkı ve daha nicesi katliamlara, kırımlara uğramaya devam ediyor. Bugün yine kimi emperyalistler bu katliama göz yumarken kimileri de bizzat bu katliamı askeri olarak finanse etmeye devam ediyor. Şarkının sözlerinde anlatılan olaylar, benzer biçimde bugün de yaşanmaya devam ediyor. Filistin’de faşist İsrail hükümeti çoluk çocuk, kadın, genç yaşlı demeden silahsız insanları korkunç katliamlarla hayattan koparıyor. Hayatta kalanları ise aç, susuz, evsiz, elektriksiz bırakarak yaşamlarını sürdürmelerini engelliyor, yaşadıkları coğrafyadan silmeye çalışıyor. İkiyüzlü Avrupalı ve Amerikalı emperyalistler ise yaşanan katliamı görmezden geliyor, Filistinlilerin uğradığı haksızlığın, zulmün üzerini Hamas’ın başlattığı saldırıyı gerekçe göstererek örtmek istiyor. Çeşitli mecralarda gerçekleri dile getirmeye çalışanların da seslerini susturmaya, boğmaya çalışıyorlar.
Katil İsrail devletinin gözü dönmüşçesine yaptığı katliamların sonu gelmiyor. Hayatta kalan insanlar bir taraftan bombardımandan kurtulmaya çalışırken diğer taraftan kıtlıkla boğuşuyor. Filistinli bir çocuğun yaşananları anlatmak için çektiği video vahşetin boyutunu sergiliyor: “Aylardır insan hakları komisyonuna sesleniyoruz, sesimizi duyan, bizi insan yerine koyan yok! Bizi öldürmek için üzerimize her türlü bombayı atıyorlar, bir tek atom bombası atmadıkları kaldı. Bari hayvan hakları örgütlerine seslenelim: Biz insanlar bile yiyecek bulamazken kuşlar nasıl bulacak? Burada fosfor bombalarından, açlıktan susuzluktan kediler, kuşlar ölüyor, harekete geçin.” Filistinli çocuğun feryadına karşı insanlığın harekete geçememesi ne kadar acı verici bir durum. İşte kapitalizmin tarihsel krizinin insanlığı getirdiği son nokta budur. Bugün insanlık ölümün her türlüsünü yaşıyor fakat geride kalanların harekete geçebildiği bir atmosfer henüz yaratılamıyor. Bunun en önemli nedeni işçi sınıfının hem ulusal hem de uluslararası alanda örgütlü bir güce sahip olmayışıdır. Sermaye sahipleri tarafından emekçiler din, millet temelinde bölünmüş durumda. Egemenler gerçekte hangi çıkarlar temelinde savaş çıkardıklarını emekçilerden gizliyorlar. Dolayısıyla emperyalist büyük güçlerin arasında süren çatışmalar görülemediği için örgütsüz kitleler açısından yaşananların ne olduğu anlaşılamıyor.
Emperyalist büyük güçlerin ikiyüzlülüklerinin yanı sıra Siyonist İsrail zulmüne karşı Türkiye gibi Müslüman ülkelerdeki egemenlerin de ikiyüzlü tutumları, Filistinlilerin kanlarının akmaya devam edeceğini gösteriyor. Çünkü bu ülkelerin egemenleri yapılması gerekenleri yapmazlarken, sahtekârca gerçekleri manipüle edip kitleleri aldatılıyorlar. Öyle ki silah anlaşmalarından tutun da çeşitli ticari anlaşmalara kadar sermayenin karşılıklı ilişkileri cephesinde hiçbir duraksama yok.
Emperyalist savaşların harlı alevlerinin ardından gerçeklerin anlaşılabilmesi, örgütsüz olanlar için hiç kolay değildir. Gerçekler gizlenebilir ama yok edilemez, susturulabilir ama sessiz çığlıklar olarak yaşamaya devam ederler. Direngen oldukları için de çağ yangınına teslim olmayanların omuzlarında tekrar gün yüzüne çıkarlar. Fakat asıl mesele emperyalist savaşın yangınları ortalığı yakıp yıkmadan, yangınlara müdahale edebilecek tek güç olan işçi sınıfının örgütlenip mücadele etmesi ve bu kötülük düzenini kökünden insanlığın dünyasından sökmesidir.
link: Fırat Yazgan, Emperyalist Savaşın Alevleri ve Halkların Çığlığı, 4 Mart 2024, https://marksist.net/node/8206
8 Mart Ruhuyla Boyun Eğmiyoruz, Mücadele Ediyoruz
Kapitalist Zorbalığa Karşı Birliğimizi Güçlendirelim