Zemin kaybı hızlanan rejimde çürüme de hızla artıyor. Sedat Peker’in halen sürmekte olan ifşaatlarıyla kamuoyu önüne dökülen pislik bunun adeta temaşa niteliğinde bir sergilenişini oluşturuyor. Rejimin ne tür bir ilişkiler ağı üzerine kurulu olduğunu ve özellikle ekonomik kriz ve dış politikadaki sıkışma sürecinin derinleşmesiyle bu ilişkiler ağından dağılan lâğım pisliğinin gözlerden gizlenemez hale geldiğini görüyoruz. Başta inatçı ekonomik kriz unsuru olmak üzere yaşanan çok yönlü sıkışma, görülmemiş ölçüde şişmiş olan kirli faaliyetlerin ve bununla iştigal eden kesimlerin eski dengeler içinde taşınmasını imkânsızlaştırmıştır. Uzun zamandır vurguladığımız rejimin sıkışması artık bu tür patlamalarla su yüzüne vuran bir düzeye ulaşmıştır. Temel fizik kuralı siyasal/toplumsal alanda da geçerlidir. Bir şey dayanma haddinin ötesinde sıkıştırılırsa malzemenin niteliğine göre kırılma/patlama/çatlama olur. Sedat Peker patlaması bu sıkışmanın bir ürünüdür. Rejim ciddi bir sarsıntı geçirmektedir.
Bu durum, derinleşen ekonomik krizle birlikte Türkiye’de gitgide bir siyasi krizin de şekillendiği anlamına geliyor. İktidar ekonomik/sosyal/siyasal süreçler üzerindeki belirleme gücünü gözle görülür ölçüde yitirmektedir. Bu durum kendisini muhtelif biçimlerde gösteriyor. Birincisi, iktidarın yalpalamaları daha öncesiyle karşılaştırılamayacak ölçüde artmıştır, icraat ve söylemindeki dağınıklık kimsenin dikkatinden kaçmayacak hale gelmiştir. Bir gün yaptığını ikinci gün çizmekte, bu savrulmaları güdüleyen hedeflerini gerçekleştirememekte, aksine tam tersi sonuçlar almaktadır. Salgının yönetiminden ekonominin yönetimine, oradan dış politikaya dek tam bir beceriksizlik ve zihinsel dağılma görüntüsü hâkim hale gelmiştir (geri adım atmalar, mazeret ileri sürmeler, helallik istemeler, ölü taklidi suskunluklar…). İkincisi, iktidarın moral üstünlüğü ilk kez belirgin biçimde yitirdiği görülüyor. Gündemi eskisi gibi belirleyememekte, gelişmelerin ardından sürüklenmekte, o burnundan kıl aldırmaz, umursamaz tavırlar, yerini gitgide telaş içinde sağa sola cevap verme çabasına, savunmacı bir tutuma bırakmaktadır. Üçüncüsü, iktidar cephesinin skandalları ve rezillikleri daha önce olmadığı kadar ortalığa saçılmakta, bunlar AKP’ye oy veren/iktidarı desteklemiş olan emekçi kitlelerin gözüne batmaya başlamaktadır. Dördüncüsü, emekçi kitlelerin büyük çoğunluğu artık belirgin biçimde bu iktidarın gitmesini istemektedir. Beşincisi, faşist iktidar bloku ve bileşenleri içindeki ekip/klik/grup savaşları, tüm saçaklanmaları içinde daha önce görülmemiş bir düzeye yükselmiş, aleniyet kazanmıştır.
İşte Peker’in dizi halindeki ifşaatı bu ortamda ve bu ortamın bir parçası olarak sahne almıştır. Ve etkisinin büyük olmasının başlıca nedenlerinden biri budur. Bir “çete” liderinin video konuşmaları hem de fazlaca yeni olgu ortaya dökmediği halde milyonlarca kez izleniyorsa bunun ortamdan bağımsız olması düşünülemez. Yapılan ilk yoklamalar iktidar sözcülerinin değil Peker’in söylediklerini doğru bulanların oranının hayli yüksek olduğunu ortaya koyuyor. Geniş bir kitlenin, özellikle de gençlerin, dokunulmaz görülen heybetli iktidar figürlerini silkeleyip madara eden ve görünüşte bunu tek başına, yalınkılıç yapan bir adamı izlemeleri, mevcut iktidara karşı biriken hoşnutsuzluğun boyutları hakkında fikir veriyor. Peker de adeta muhalefetin yapamadığını tek başına yapan adam konumunda.
Videoların etki yaratmasının birçok sebebi olmakla birlikte yukarıdaki temel sebebin yanı sıra ikinci bir önemli sebep, Peker’in anlattıklarının Peker tarafından anlatılıyor olmasıdır. Peker neredeyse çocuk yaşlarından itibaren tüm bu devlet bağlantılı kirli ilişkiler ağının içinde yetişmiş ve yükselerek isim yapmış birisi. Uzun yıllar hapis yatmış, ilişki ağı değişiklikler geçirerek genişlemiş ve AKP’nin de birçok unsuruyla bağ kurmuş, iş tutma düzeyine gelmiştir. Böylesi bir kişisel geçmişten gelen ve en tepedekilerin bile bir biçimde bağlantı kurmuş olduğu Peker’in, kişisel becerilerinin de katkısıyla başka herhangi birinin pek yaratamayacağı bir etki oluşmuştur. İşin aslı muhalifler, solcular, aydınlar, gazeteciler vb. bu tür bilgi ve iddiaları daha önce birçok kez gündeme getirmişlerdir. Ancak yükselen genel bir mücadele dalgası söz konusu olmadıkça Türkiye’de geniş kitlelerde bu adreslerden gelen iddiaların güçlü bir yankı bulması pek mümkün olmamaktadır. “İşin” içinden gelen ve milliyetçi-muhafazakâr kesimlerin otomatik olarak düşman konumuna yerleştiremeyeceği bir adresten ortaya çıktığında bu tür iddiaların yankı yaratması olasılığı çok daha yüksektir. O nedenle kimi sol ve muhalefet kesimlerinin “yeni bir şey söylemiyor” ya da “bir mafya liderinin sözüne mi itibar edeceğiz” türü ifadelerle dile gelen tutumları en hafif deyimle apolitiktir.
İktidar nasıl son aylarda gaf üstüne gaf yapıp sağa sola yalpalıyorduysa Peker videolarının başlangıcında da benzer bir duruma düştü. Önce ölü taklidi yaparak olayı yok saymaya çalıştı, ancak videolar toplumda ve sosyal medyada yankı bulup muhalefet de konuyu dillendirmeye başlayınca, bir “suç örgütü lideri”nin, bir “mafyacı”nın sözlerine mi itibar edeceğiz diyerek önemsizleştirme çabasına girdi. Ama videoların etkisi katlanarak büyüdü ve hedefe giren hemen herkes “mafya liderine” cevap yetiştirme telaşına düştü. İktidar blokunun bileşenleri ve bunların içindeki farklı gruplaşmalar kılıçları çekip, ellerindeki kozları masaya sürmeye başladılar. Böylece, başka bir ortamda başkası tarafından yapılsa Türkiye’de pek fazla etki yaratmayacak skandal ifşaatlar, Peker tarafından şu konjonktürde yapıldığında ciddi etkiler yaratmaya başlamıştır. Hem iktidar güçleri tarafından hem de bazı ferasetsiz muhalifler tarafından küçümsenmeye çalışılan Peker’in ifşaatlarıyla rejimin gidişatında yeni bir sayfanın açıldığı tartışmasızdır. Mevcut rejim altında Türkiye’nin iç ve dış çelişkilerinin olağanüstü ölçüde arttığını ve bu çelişkilerin yarattığı basıncın aynı doğrultuda gidilerek uzun süre taşınamayacağını epeydir dile getiriyoruz. Bunu sadece biz değil başka birçok gözlemci de söylüyor. Buradan kaçınılmaz olarak çıkan sonuç mutedil gidişatın bir noktada bozulacağı ve sarsıcı bazı gelişmelerin yaşanacağıdır. Bunun nereden patlak vereceği sorusuna tarih daima şaşırtıcı cevaplar vermiştir. Nasıl sonuçlanacağı belli olmasa da bu son gelişmelerle iktidar blokunun şimdiden ciddi bir hasar aldığını ve rejim güçleri arasındaki çekişmelerin bundan sonra çok daha keskin ve yıpratıcı olacağını tahmin etmek zor değildir.
Faşist ittifak ve kokuşma
Peker’in yaptığı ifşaat bir suç ve kirli işler imparatorluğunun yürürlükte olduğunu sergiliyor. Hamlet’te “Danimarka Krallığında kokuşmuş bir şeyler var” diyen Shakespeare’in edebi dehası bile muhtemelen bugünün Türkiye’sini tarif edecek söz bulmakta çaresiz kalırdı. Uyuşturucu, mala çökme, tecavüz, adam kaçırmalar, cinayet, işkence, şantaj, tehdit, rüşvet, devlet yağması, mafyalaşma, devlet içi güç çatışmaları, çökmüş bir adalet ve eğitim sistemi, din ticareti, tarikatlar, paramiliter cihatçılık vb. bir yanda, ayyuka çıkmış işsizlik, yoksullaşma, intiharlar, yükselen borç dağları öte yanda, Türkiye en kötü zamanlarındaki Latin Amerika ülkelerinin İslami bir çeşitlemesini andırır hale gelmiştir. Bu tablo Erdoğan çevresindeki sermaye fraksiyonunun MHP ve çeşitli Ergenekon unsurlarıyla ittifak kurarak esasen 2015 yılında iskeletini oluşturduğu faşist rejimin 5-6 yılda ülkeyi getirdiği bataklığı ortaya koymaktadır. Öncesinde Ergenekoncu güçlerin darbeci girişimlerinin bertaraf edilmesi sürecinin getirdiği sertleşme ve özgüven, “Arap Baharı”, Gezi Direnişinin azgın bir şiddetle bastırılması ve Kürt sorununda izlenen diyalog sürecinin sona erdirilmesi gibi kilometre taşlarından geçen bir otoriterleşme süreci zaten yaşanmış ve Erdoğancı fraksiyon bu yola girmişti. Bu sürece paralel olarak, Ergenekoncuların yenilgiye uğratılmasının ardından Gülencilerle ittifakın artan hızla bozularak çatışmanın başlamasını ve Abdullah Gül’ün tasfiyesini de temel bir unsur olarak eklemek gerekiyor. Nihayet 2015 Haziran seçimlerinde tek başına iktidarın mümkün olmadığı ortaya çıkmış, hatta bizzat AKP içinden Davutoğlu liderliğinde muhalefetle koalisyon kurma arayışları bile baş göstermişti.
İşte Erdoğancı fraksiyon, iktidarını korumak ve o güne dek nispeten elverişli ekonomik konjonktür sayesinde büyük bir sorun çıkmadan yürüttüğü yağmayı sürdürebilmek için Ergenekoncu güçlerin bazılarıyla ve MHP ile bu yeni ittifakı kurdu. Bu ittifak, öncelikle devlet içinde çok büyük bir güç kazanmış olan Gülenci fraksiyonun tasfiyesine, Kürt sorununda geleneksel imhacı devlet politikalarına dönüşe, bölgede yürütülen saldırgan/yayılmacı politikalara ve bunlarla bağlantılı olarak (ikircikli de olsa) bir ABD/Batı karşıtlığına dayanıyordu. Bu politik amentü üzerinde tesis edilen yeni siyasal rejim birkaç yıl öncesinden itibaren Erdoğan’ın Bonapartlaşması biçiminde yürüyen otoriterleşmenin (bkz. Mehmet Sinan, Bonapartlaşan Erdoğan, Kasım 2012, marksist.com) Türkiye özgünlüklerine uygun bir sivil faşizme doğru yükselmesi şeklini aldı. 2016 darbe girişimi ve 2017 başkanlık sistemi referandumuyla bu faşistleşme bir anlamda tamamlanarak olgun halini aldı.
Modern Türkiye’nin hem siyasal gelenek itibariyle hem de ekonomik olarak bağlı olduğu Batı tercihine ters olan ve ekonomik konjonktürün göz aldatıcı “nimetlerinin” tükendiği şartlarda izlenmeye çalışılan yeni rejimin politik çizgisinin büyük açmazlar doğuracağı belliydi. “Beni başkan yapın, göreceksiniz Türkiye’yi uçuracağım” diyen Erdoğan’ın başında olduğu yeni rejim altında Türkiye gerçekten “uçuşa geçti”, ama bu uçuş bir uçurum uçuşuydu. Nitekim sıklığı ve vahameti gitgide artan biçimde içte ve dışta duvara toslama ve yalpalamalar görülmeye, Türkiye her alanda hızla kötüleşmeye, gerilemeye, çürümeye başladı. İşin aslı bu dönemde tam anlamıyla faşist bir kokuşma süreci yaşandı.
Bu kokuşma sürecinin çeşitli boyutları var. AKP iktidarının ve yeni rejimin politik yozlaşmasını, keyfiliğini, burjuva demokrasisi ve devlet düzeni bakımından yasal ve anayasal yoldan çıkmışlığını, işçi sınıfı, Kürt halkı, sol ve diğer muhalefet kesimleri üzerindeki baskıları vs. çokça ele almış bulunuyoruz. Keza doğa talanını ve yolsuzlukları da sıkça konu ediyoruz. Bunların yanı sıra faşist ittifak üzerine bina edilmiş yeni rejimin özgül anlamda ekonomik amelinde kendini gösteren kokuşmuşluğa da kendi sistematiği içinde eğilmekte yarar var. Peker’in ifşaatlarının konunun bu yönüyle özel bir ilgisi bulunuyor. Kokuşmanın bu yönlerini birkaç noktada toplayabiliriz.
Birincisi ve en “masum” kılıklısı, AKP’nin en başından beri izlediği, devlet kaynaklarının eşi benzeri görülmedik bir hırsla yağmalanması ve yine devlet yetkilerinin tam bir keyfilikle sömürülmesi temelinde ilgili sermaye fraksiyonunun semirtilmesidir. Türkiye’nin geleneksel büyük sermaye çevrelerinin dışından gelen ve ağırlıklı olarak daha yakın dönem itibariyle taşra kökenli, nispeten daha küçük ölçekli sermayelerden oluşan bu fraksiyon, devleti tam bir yağma kaynağı olarak görmüş ve bu konuda sermayenin genel çıkarlarını gözetme ölçüsünü tümüyle kaçırmıştır. Bu yağmanın en tepeden makro ölçekte sistematik hale getirildiği artık iyice biliniyor.
AKP iktidara geldiğinden bu yana kamu ihale yasasının neredeyse 200 kez değiştirilmiş olması ve vaktiyle AB uyum çalışmaları kapsamında tüm baskı ve ısrarlara rağmen zinhar AB ölçülerine getirilmeyen bu alanın istismarı hiç şüphesiz yolsuzluğun en yaygın kullanılan sahasını oluşturuyor. Dünyanın en çok kamu ihalesi alan şirketleri listesinde en üst sıraları “beşli çete” olarak da nitelenen Türk şirketlerinin alması bu konudaki gerçekliğe çarpıcı biçimde ışık tutmaktadır. Ama hemen her gün medyaya yansıyan binlerce usulsüzlüğün sayısız çeşitlilikte yol ve yöntemleri var. “Pudra şekeri” koklayan delikanlının Kastamonu’da sıradan bir belediye çalışanıyken birkaç yılda lüks içinde yüzen bir zıpçıktı olarak zuhur etmesi olsun, hem İçişleri hem Dışişleri Bakanlarıyla makamlarında fotoğraf çektiren kripto para vurguncusu genç olsun çarpıcı bir sembolizm içermektedir. Keza bir yanı İslami motiflerle de süslenmiş çiğ bir lüks ve şatafat gösterisi de bu sembolizmin parçasıdır. Hızlı ulaştığı zenginlikle ne yapacağını bilemeyen bir sonradan görmelik bu yeni zengin zümreyi karakterize eden temel bir yön olarak öne çıkmakta.
Ancak Erdoğancı sermaye fraksiyonunun devlet kaynaklarının yağmalanmasında ve kendi iktidarını sürdürme uğraşında işi Merkez Bankası ve Hazine’nin ihtiyat akçesi kaynaklarının dahi tümüyle harcanması noktasına getirmesi, daha önce hiçbir sermaye fraksiyonunun gitmediği bir ufka işaret etmektedir. Ama yanı sıra bu durum bu fraksiyonun ne denli sıkıştığını ve çaresizlik içinde hareket etmek zorunda kaldığını göstermektedir. Türkiye şu anda yabancı sermaye girişinin hayli azaldığı, aksine sermaye çıkışının hızlandığı, sermaye açısından kaynak sıkıntısının fazlasıyla arttığı, borçlanma maliyetlerinin olağanüstü yükseldiği bir noktaya gelmiştir.
İkincisi, vaktiyle hayli palazlanmış olan Gülenci sermaye başta olmak üzere, çeşitli sermaye kesimlerinin varlıklarına “çökme” yöntemiyle sermayenin el değiştirmesi; uyduruk Gülencilik suçlamalarıyla doğrudan devlet üzerinden mafyatik şantaj ve yıldırma operasyonlarıyla, göz koyulmuş sermayelere ve varlıklara el konulmasıdır. Şimdilerde Peker’in videoları “sayesinde” daha bir netlikle aleniyet kazanan bu yöntemle geçmişte gayrimüslim azınlıklara uygulanan sermaye gasplarını andıran geniş ölçekli bir el değiştirme sürecinin işlediği anlaşılıyor. Rusya ve Azerbaycan’daki otoriter burjuva rejimlerle sıkı fıkı olan Erdoğan rejiminin çeşitli unsurlarının bu yöntemi, karanlık Azeri oligarklar örneğinde olduğu gibi, uluslararası boyuta yükselttiği görülüyor. Marinalar, limanlar, uluslararası deniz taşımacılığı yapan gemiler, şirketler vs. bu faaliyetin konusu haline getirilmiş.
Üçüncüsü, ki muhtemelen en vahim kriminal yönleri içeren, uluslararası düzeyde yasadışı petrol, çeşitli hammadde ve uyuşturucu ticaretidir. Bu boyut, iktidardaki sermaye fraksiyonunun sadece cebini doldurma faaliyetinden ziyade, bir bütün olarak rejimin finansmanında oynadığı rol bakımından önem taşıyor görünmektedir. Bu rejimin amentüsünü oluşturan temel politikaların hayli masraflı politikalar olduğu açıktır. Dışarıda da boyutları genişletilen Kürt savaşı dahil olmak üzere, Azerbaycan’dan tutun Suriye’ye ve Libya’ya dek uzanan, uluslararası düzeyde cihatçı paramiliter güçlerin sevk ve organizasyonunu, yanı sıra bölgede İhvancılığın desteklenmesini içeren agresif emperyal çizginin finansmanı hiç kuşkusuz başlı başına büyük bir problemdir. Bu ölçekteki faaliyetlerin gerektirdiği kaynakların büyüklüğü olağan devlet bütçesinin kalemlerine sığmaz. Son yıllarda Türkiye’de manidar biçimde katlanarak arttığı halde, örtülü ödenek gibi kitabına uydurma araçlarının da bu boyutları tümüyle karşılaması söz konusu değildir. (Saray’ın örtülü ödenek harcaması sadece dört ayda 780 milyon TL olmuştur.) Burada, dünyanın başka yerlerinde de olduğu gibi yeraltı ekonomisi ve kara para devreye girer ki, uluslararası uyuşturucu ticareti bu sahada ana faaliyet kolunu oluşturur. Peker’in ifşaatları rejimin bu açıdan nasıl bir noktaya geldiğine ışık tutmuştur.
Erdoğancı sermaye fraksiyonunun, 2015 yılından itibaren kurduğu yeni ittifaka bir dönem geri plana düşmüş eskinin kontr-gerilla şeflerinden Ağar gibi sembol figürleri dahil etmesi bu açıdan manidardır. Türkiye’nin 90’lı yıllarına adeta damgasını vuran bu ekibin uyuşturucu trafiği ve ekonomisinde de kilit rol oynadığı biliniyor. 2015’ten itibaren kurulan yeni rejimin bu alanda uzmanlaşmış kadroları içermesi bu ittifakın sadece politik değil aynı zamanda ciddi ekonomik boyutlar içerdiği anlamına da gelmektedir. Bu noktada konunun uzmanlarından gazeteci Timur Soykan’ın Türkiye’nin “geleneksel” eroin ticaretindeki konumuna ilişkin yaptığı özeti aktarmakta yarar var:
“Dünyadaki eroinin yüzde 90’ı Afganistan’da üretilip İran üzerinden Türkiye’ye, buradan da Balkanlar’a ve Avrupa’ya taşınıyor. Nitekim tüm dünyada yıllık yakalanan eroinin yüzde 60’ı bu hatta ele geçiriliyor. Dünyada yılda en çok eroinin yakalandığı ülke, 25 tonla İran, ikinci ülke ise yıllık yaklaşık 20 tonla Türkiye.”
“Çeşitli istihbaratlara, içeriden alınan bilgilere dayanılarak varılan sonuca göre yakalanan eroin, kaçırılanın sadece yüzde 10’u civarında. Türkiye’de her yıl yaklaşık 20 ton eroin yakalanıyor. Bu da 180 tonun yakalanamadığı anlamına geliyor. Bu trafiğin sadece Türkiye ayağında ortaya çıkan parasal karşılık da yaklaşık 150 milyar TL. Bu, ülkenin sanayi kuruluşlarının çok üzerinde bir parasal değer. Örneğin TÜPRAŞ’ın parasal değerinin bile 50 milyar TL civarında olduğunu düşündüğümüzde bu akıl almaz bir para. Europol verilerine göre Avrupa’da uyuşturucu pazarı yıllık en az 30 milyar Avro. Afganistan’da uyuşturucu ticaretinden yıllık 700-800 milyon dolar gelir elde ediliyor. Türkiye ve İran’daki suç örgütlerinin yıllık geliri en az 5 milyar dolar. Dolayısıyla ortada böylesi bir para olunca, yarattığı kirlilik de aynı oranda oluyor.”
Peker’in ifşaatları bu “geleneksel” eroin trafiğinin yanına son yıllarda Latin Amerika kökenli kokainin de eklendiği gerçeğinin gündeme gelmesini sağlamıştır. Kokainin ifade ettiği ticari boyutlar misliyle büyük. Geçen yıl Kolombiya’da yakalanan 5 ton kokainin adresinin Türkiye olması nedense pek gündem olmamıştı. Geçenlerde Panama’da yakalanan kokain sevkiyatının adresinin Türkiye olması da hakeza. Tüm bunlar iktidara yakın “işadamları”nın dünyanın çeşitli yerlerinde marina ve liman satın almalarının, deniz ticaretinin boyutlarının genişletilmesinin, Venezuela gibi ülkelerden “peynir ithalatının” başlatılması, bu ülkeye uçak seferlerinin arttırılması gibi gelişmelerin ne anlama geldiğini de gösteriyor.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalizm tarihinde adeta değişmez bir yasa gibi kendini tekrarlayan kirli gerçek burada da kendisini ortaya koymuştur. Ortalama burjuva demokrasisinin dışına çıkıp olağanüstü rejim sularına geçmiş her burjuva iktidar, ya da burjuva demokrasisi sularında kalsa bile yasadışı faaliyetleri olağan ölçülerin dışında genişleyen her burjuva iktidar, uyuşturucu işine girmekte ve “mafyatik” yapılarla eklemlenmektedir. Bunun temel sebebi bu tür faaliyetlerin modern devlette gizli olamayan bütçeye bu yasadışı/gayrimeşru durumun yedirilemeyecek boyutlara ulaşmış olmasıdır. Bu konuda son olarak, uyuşturucu ekonomisinin aynı zamanda kaçınılmaz biçimde bir kara para boyutu taşıdığını ve bunun kumarhaneler, “yasadışı” bahis-lotarya sektörü türü alanları da içermek durumunda olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Gelinen noktada Türkiye’nin “Avrupa’nın Meksika’sı” olduğunu söyleyenler haksız görünmemektedir. Doğrusu, bu tabloda çürümüş bir narko-mafyatik rejimden söz etmek abartı olmayacaktır.
Klik savaşları
Erdoğancı sermaye fraksiyonunun esasen 2015’te kurduğu yeni ittifakın içerdiği derin mafyatik unsurlardan birisi de Sedat Peker ekibiydi. Peker’in Ergenekon ve darbe davaları sonucunda sürmek zorunda kaldığı hapis hayatına 2014 yılında son verildi. Peker çıkar çıkmaz diğer Ergenekon ve Susurluk artığı yeraltı unsurlarından farklı bir görüntü çizerek, alenen bir siyasetçi gibi davranmaya ve AKP ve Erdoğan’ın muhalefete söyleyemediği şeyleri söyleyen bir tetikçi gibi davranmaya başladı. Mitingler, adam dövdürmeler (politikacılar, gazeteciler), tehditler birbiri ardına geldi. Bu profili çizen Peker’in, Çakıcı gibi MHP teşkilatıyla bağlantılı daha eski unsurlardan farklı olarak, AKP ile doğrudan bağlantı kurup onun eksiğini duyduğu vurucu güç açığını doldurmaya soyunduğunu ve kendisine bir yer edindiğini görüyoruz.
Ancak rejimin bir bütün olarak dara düştüğü, üzerine oturduğu ekonomik kaynakların ciddi anlamda daraldığı ve her düzeyde sıkışmanın kritik boyutlara ulaştığı mevcut aşamada, kızışan ittifak içi ve parti içi kapışmalarda Peker’in MHP, Çakıcı, Ağarlar ve Pelikancılar tarafından tasfiye edilmeye çalışıldığını anlıyoruz. Bu sadece yeraltı unsurları arasında bir kapışma sorunu değildir. Gelinen nokta rejim bileşenlerini oluşturan yasal/yasadışı, meşru/gayrimeşru tüm klikler arasında gırtlak gırtlağa kapışmanın başladığı bir noktadır. Nagehan Alçı AKP içinde bu klik çekişmelerinin iç savaş halini aldığını söylediğinde abartmıyordu. Şimdi herkesin elinde rakiplerini zora sokabilecek kozlar, belgeler var. Beni yakarsan ben de seni yakarım restleşmesi hemen her düzeyde hâkim görünüyor. Peker hadisesi de bu sürecin bir parçasıdır. O da belli ki önceleri bu tehdidi savurmuş, ama dikkate alınmamış olduğu için şimdi kendisini “yakanları” yakma işine girişiyor. Soylu’ya da, hapisten çıktıktan ve yeni rejim kurulduktan sonra Erdoğan’a da ciddi destek veren ve bu iktidarın birçok kirli işini yapan Peker, köşeye atılıp yok edilmeyi kabul etmediği için bu süreci başlatmış görünüyor. Ancak Peker’in yalnız olmadığından, devlet içinde bağlantıları ve desteği olduğundan şüphe edilemez. Konuşmalarında Emniyet ve İçişleri içinden neredeyse anlık enformasyon aldığı açıkça anlaşılıyor. Diğer taraftan çıkış noktası ne olursa olsun, gelinen noktada, peşindekilerden kaça kaça son aşamada Birleşik Arap Emirlikleri gibi bir ülkeye konuşlanması manidardır. BAE’nin Türkiye ile bölge politikalarında düşman saflarda olduğu ve ABD’nin de bölgedeki yakın bir müttefiki olduğu düşünüldüğünde, Peker’in en azından bir dış koruma altına olduğu açıktır.
Şimdi çapı gitgide daralan çapul kaynakları üzerinde tutunmaya çalışan sırtlan sürüsü içinde “can pazarına” tanık oluyoruz. Sürüde herkes sağı solu süzüyor, elindeki kozları yokluyor, pozisyon almaya çalışıyor. Herkesin herkesi satabileceği, kimsenin kimseye güven duyamadığı bir kaygan zemin söz konusu. Dikkatle vurgulamalıyız ki, örgütlü bir işçi hareketinin ve canlı bir toplumsal muhalefetin olmadığı şartlarda bu zemin ciddi tehlikeler barındırıyor. Evet iktidar zayıflıyor. Ancak bu süreç eğer bir çöküş süreciyse, toplumsal muhalefet yokluğunda bu çöküş şimdiye kadar açılan yaralara çok daha ağırlarını ekleyebilir. Zira özellikle Erdoğan olağanüstü ölçüde sıkışmış durumda. Aşağı tükürse sakal yukarı tükürse bıyık misali hareketsizlik içinde. Çekişen klikleri kontrolde zorlanıyor. Zira her kliğin elinde birikmiş fazlasıyla koz var.
Erdoğan Meral Akşener üzerinden yaptığı tehditle aslında ne denli köşeye sıkışmış olduğunu gösterdi ve muhalefete bir bütün olarak eğer daha fazla üzerime gelirseniz sizi ezerim demiş oldu. Aslında bu mesajın ötesinde durumun mantığının da işaret ettiği bir olasılık, çeşitli türden provokasyonların gündeme gelmesidir. Erdoğan’ın ve rejim ittifakının mevcut ekonomik kriz şartlarının olağan ilerleyişi ve mevcut seçim sistemi içinde, içine hile bile karıştırılsa seçim kazanması mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla seçim ve siyasi partiler yasasına dair ciddi değişikliklerin yapılması, yahut seçimlerin olmaması ya da olursa sonuçlarının geçersiz kılınması için her türlü karanlık senaryonun devreye sokulması mümkün ve muhtemeldir. Bunu 1980 öncesi darbeye zemin hazırlamak üzere yürütülen istikrarsızlaştırma ve toplumu yıldırma operasyonuna benzetebiliriz. Erdoğan ve şürekâsı 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında bunun bir örneğini sergilemişlerdir. Sınıf devrimcileri bu tehlikeye özellikle dikkat çekerek, artık gözlerden saklanamayan pisliğin daha geniş işçi katmanları tarafından da anlaşılması için durumdan yararlanma göreviyle yüz yüzedirler.
link: Levent Toprak, Rejimin Lâğımı Patladı , 3 Haziran 2021, https://marksist.net/node/7373
Zihinlere Örülen Duvarları Yıkalım!
Kapitalizmin Tarıma Etkisi