Faşizm, mali sermayenin, işçi sınıfının devrimci mücadelesini ezip parçalamaya yönelik kanlı diktatörlüğüdür. Burjuvazinin iktidarda olduğu her rejim işçi sınıfı açısından baskıcıdır, zorbadır. Ancak kitlelerin devrimci mücadelesinin yükseldiği, devrimci güçlerle karşı-devrimci güçlerin çatışmasının günlük yaşamın bir parçası haline geldiği toplumsal kriz dönemlerinde, burjuvazi, daha baskıcı ve işçi sınıfının tüm örgütlülüğünü dağıtmayı amaçlayan olağanüstü bir yönetim biçimi olarak faşizme ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç zorunluluk haline geldiğindeyse gücü yetiyorsa bu kanlı diktatörlüğü hayata geçirir.[1]
Ekim Devriminin ardından devrimci işçi sınıfı hareketinin daha da güçlendiği İtalya, Almanya, Portekiz ve İspanya’da, 60’lı ve 70’li yıllarda ise Yunanistan ve pek çok Latin Amerika ülkesinde burjuvazi işçi devrimlerinin önünü faşist rejimleri hayata geçirerek kesmiştir. Bu ülkelerdeki faşist rejimlerin kuruluş süreçleri çeşitli farklılıklar içerse de, faşizm hepsinde aynı işlevi görmüş, işçi hareketini kanlı biçimde ezmiş ve sınıfın örgütlülüğünü dağıtmıştır. Faşist rejimlerin bu ülkelerde sona erme süreçlerinde de, ülkelerin demokratik geleneklerinin ve bunların halk kitleleri tarafından sahiplenilmesinin yarattığı siyasi atmosferin farklılıklarından kaynaklı değişik seyirler yaşanmıştır.
Örneğin Portekiz’de, işçi emekçi kitlelerin devrimci mücadelesinin yükselişe geçmesiyle çözülme sürecine giren faşizm, kitlelerin ağır bir darbesi ile bertaraf edilmiştir. Portekiz’de faşizm, faşist iktidarı yıkmak için ayaklanan kitle hareketinin siyasal bir devrim gerçekleştirmesi ile de sonlanmıştır. Yunanistan ve İspanya’da da kitle hareketi faşizme karşı yükselmiş, ancak faşist iktidara karşı yükselen kitle mücadelesi henüz bir siyasal devrim düzeyine bile ulaşamadan burjuvazinin hegemonyası altına girerek “demokrat” burjuvaların “kahramanlar” gibi yeniden burjuva parlamenter düzendeki görevlerinin başına avdet etmeleri[2] ile sonuçlanmıştır.
Faşist rejimlerden çıkış süreçlerinde emekçi kitlelerin eylemliliğinin ve kitlesel muhalefetin etkili olduğu bu ülkelerde faşist yöneticilere karşı gösterilen tutumlar, onların mahkûm edilebilmelerini sağlamış; olağan rejimin inşa sürecinde de burjuvazi daha ileri demokratik adımlar atmak zorunda kalmıştır. Bu gibi unsurlar da, toplumsal hayatın şekillenmesinde Türkiye gibi faşizmin bir kitle seferberliği yaşanmaksızın çözüldüğü ülkelere göre önemli farklara yol açmıştır. Bu ülkelerdeki faşizmin yıkıldığı süreçlere kısaca göz atmak bile bu farkın hangi gelişmelere dayandığını gözler önüne serer.
Kitlelerin mücadelesi ile yıkılan faşist rejimlerden kesitler
Portekiz’de 1928’de Salazar önderliğinde kurulan faşist iktidar, faşist diktatörlüğün çözülmeye başladığı bir süreçte kitle hareketinin faşizmi yıkması bakımından önemli bir örnek oluşturur. Çözülme emareleri 1950’lerde görülmeye başlanan faşist rejim, 25 Nisan 1974’te kendilerine Silahlı Kuvvetler Hareketi (MFA) adını veren ve gizli örgütlenen birkaç yüz genç subayın başlattıkları “Karanfil Devrimi” ile yıkılmıştır.
Ancak ayaklanmayı başlatanlar subaylar olsa da, 25 Nisanı izleyen günlerde inisiyatifi MFA’nın ve onu destekleyen Portekiz burjuvazisinin hesaba katmadığı emekçi kitleler ele alacaktı. 25 Nisan ayaklanmasının ardından ülkenin çeşitli yerlerinde kitlesel gösteriler düzenlendi, işçiler yıllardan beri kendilerine tanınmayan grev hakkını kullanmaya başladılar. Fabrikalar işgal edildi, faşist rejimle işbirliği içerisinde olanlar işyerlerinden kovuldu. İşçiler ücret artışları, daha fazla tatil ve sosyal haklar talep ettiler. Yeni yönetim, işçilerin en acil taleplerini yerine getirdi, asgari ücret yükseltildi, işsizlik sigortası ve sosyal sigorta uygulamalarına geçildi. Fakat MFA yönetiminin işçilere sunabileceği bunlarla sınırlıydı. Daha 1974’ün sonlarına gelmeden işçi ücretlerinde sağlanan artışlar enflasyon karşısında anlamsız hale gelmişti. İşçiler Karanfil Devrimi’nin kendi yaşam koşullarında gerçek bir değişiklik yaratamayacağının farkına varmışlardı.
Gelişmeleri kontrol altına almak isteyen burjuva güçlerin 11 Mart 1975’deki darbe girişimini savuşturan işçiler, bu darbe girişimine inisiyatiflerini daha da arttırarak cevap verdiler. İşçiler Nisandan sonra oluşturmaya başlatıp yaygınlaştırdıkları “İşçi Komisyonları”nı güçlendirmeye giriştiler. İşçi komisyonları banka ve sigorta şirketlerinden başlayarak büyük sanayinin devletleştirilmesini sağladı. Üretimde işçi denetimini yaygınlaştırdı. İşçi komisyonlarına paralel olarak işçi semtlerinde “Mahalle Komisyonları” oluşturuldu. Mahalle komisyonları da emekçilerin insanca koşullarda yaşamasını sağlayacak konut, sağlık hizmetleri gibi taleplerini hayata geçirmeye çalıştı. Mahalle komisyonları, o mahallede ikamet edenlerin yaptıkları toplantılarda seçilen 10-20 üyeden oluşuyordu. Boş ya da sahipleri tarafından terk edilmiş evlerin işgali, yönetimine ve örgütlenmesine tüm mahalle sakinlerinin katıldığı çocuk yuvası vb. projelerin hayata geçirilmesi, kültürel etkinlikler, ortak talepler tespit edilerek yerel yönetimlere iletilmesi, mahalle komisyonlarınca gerçekleştirildi.
Ancak işçi sınıfına önderlik edecek Bolşevik niteliklere sahip bir devrimci partinin olmayışı, Portekiz işçi sınıfının başlayan devrimi kendi iktidarıyla taçlandıramamasına yol açtı. Yeraltı çalışması konusunda yılların deneyimine ve işçi sınıfı nezdinde büyük bir itibara sahip olan Portekiz Komünist Partisi SSCB’nin Portekiz devriminin ilerletilmesine cevaz vermemesi yüzünden işçi kitlelerini geriye çeken uzlaşmacı politikalara savrulunca, devrimci kabarış sönümlenmeye başladı. Özellikle reformist ve işbirlikçi Sosyalist Partinin işçiler üzerinde sağladığı etkinlik sayesinde, zamanla burjuvazi inisiyatifi ele aldı ve devrimci sürecin birçok kazanımını geri devşirerek ve anayasada değişiklikler yaparak burjuva düzenin olağan parlamenter işleyiş yoluna girmesini sağladı.
İspanya’da da faşizmin çözülüş sürecinin başında işçi sınıfının kitlesel mücadelesi etkili oldu. 60’lı yıllarda iyiden iyiye yükselen ekonomik talepleri öne çıkaran grevler işçi hareketinin daha da yükselecek biçimde canlandığının göstergesiydi. Örneğin Asturias kömür madenlerinde çalışan işçilerin başlattığı grevler kısa zamanda diğer sektörlere yayılarak 400 bin işçiyi kapsıyor ve faşist iktidarın baskılarına, ücretleri dondurma tehdidine ve olağanüstü hal ilânlarına rağmen işçilerin ücret artış taleplerinin belli oranda kabul edilmesiyle sonuçlanıyordu.
Elde ettiği kısmi başarılar işçi sınıfının kendine olan güvenini tazeliyordu. Nitekim bu dönemde oluşmaya başlayan işçi komisyonları İspanya genelinde yaygınlaşıyor, ortak bir program etrafında bir araya gelerek, işçi sınıfının bağımsız, demokratik birleşik hareketini oluşturduklarını ilân ediyorlardı. Bu gelişmeleri takip eden burjuvazinin öngörülü kesimleri ise faşizme karşı işçi sınıfı öncülüğünde yükselmeye başlayan mücadelenin önünü kesmek için bir an önce harekete geçmeleri gerektiğini kavramıştı. Faşist rejimi özellikle Avrupa pazarları ile bütünleşmelerinin önünde bir engel olarak görmeye başlayan burjuvalar, yumuşak biçimde parlamenter rejime geçişin unsurlarını oluşturmaya koyuldular. Özellikle Komünist Partinin bazı burjuva güçlerle birlikte Sosyalist Partiyi de içine alacak şekilde oluşturulan “Demokratik Koalisyon” içinde yer almasıyla sol güçler burjuvaziye iyice yakınlaştırıldı. Komünist Parti “Avrupa Komünizmi” olarak adlandırılan uzlaşmacı ve sınıf işbirlikçi siyasi çizgiye uyarlanarak burjuvaziyi iyice rahatlattı. Böylece faşizme karşı mücadelenin sınırları burjuva düzeni aşmayacak biçimde çizilmiş, bütün örgütlü güçler bu sınırlar içerisine alınmış oldu.
Sonuçta faşizme karşı burjuvaziyle “halk cephesi” adı altında işbirliğini savunan sol örgütler işçi sınıfını düzen sınırlarına hapsettiler ve İspanya’da faşizmin çözülüşü burjuva parlamentarizminin tesisi ile son bulmuş oldu. İspanya burjuvazisinin Portekiz burjuvazisine göre daha öngörülü davranıp işçi hareketinin yükselişi geri döndürülemez noktaya ulaşmadan inisiyatifi ele alması ve gelişmeleri kendi belirlediği sınırlarda tutmayı başarmasıyla, İspanya’da parlamenter sisteme yumuşak bir geçiş yaşanmış oldu.
Yunanistan’da da Portekiz ve İspanya’da olduğu gibi, Albaylar Cuntası olarak adlandırılan faşist iktidarı alaşağı eden militan bir kitle hareketi vardı. Özellikle çeşitli üniversitelerde gerçekleştirilen faşist cunta karşıtı gösterilerle, fakülte işgalleriyle yükselen devrimci öğrenci eylemleri, cuntaya karşı öfkeyi birleştirerek kitle hareketinin daha da etkili olmasını sağladı. 1973 yılı Kasım ayında Atina’da Politeknik kampusunda gerçekleşen ayaklanmada 100’e yakın ölü ve yüzlerce yaralı verilerek 300 bin kişinin cuntanın tanklarının üzerine yürümesine yol açıldı. Bu eylem cuntayı yıkamadı ama sonunun hazırlanmasında çok önemli bir basamak oldu. İsyanın kanla bastırılması faşist yönetime karşı olan öfkeyi iyice yükseltmişti.
İşçi eylemleri ve devrimci öğrenci hareketlerinin mücadelesi ile sonu iyice yaklaşan faşist rejimi iktidardan düşüren Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak için girişilen macera oldu. Kıbrıs’ta gerçekleştirilen darbenin ardından Türkiye’nin adaya çıkartma yapmasıyla yenilgiye uğrayan cunta düştü. Faşist rejimin düşüşüne kendini hazırlamış olan Yunanistan burjuvazisi de, tıpkı İspanya’da olduğu gibi inisiyatifi derhal ele alarak Fransa’da sürgünde bulunan Konstantin Karamanlis’i başbakanlığa davet etti. Avrupa komünizmi ve resmi SSCB çizgisi temellerinde ikiye bölünen Komünist Partinin iki fraksiyonunun da diğer örneklerde olduğu gibi kitleleri düzen sınırları içerisinde tutmaya hizmet eden politikaları devrimci kabarışın geri çekilmesinde rol oynadı.
Her şeye rağmen faşist iktidar döneminin uzantılarının tasfiyesi konusunda gönülsüz olan burjuva hükümet, kitlelerin bindirdiği büyük basınç nedeniyle harekete geçmek zorunda kaldı. Silahlı kuvvetlerde, poliste, jandarmada faşist cunta yanlısı unsurlar temizlendi. Yunanistan NATO’nun askeri kanadından çekildi. Ayrıca askeri cuntanın başlıca yöneticileri yargılanarak, ömür boyu hapis cezası da dâhil olmak üzere uzun süreli hapis cezalarına çarptırıldılar. Bu yöneticilerin bir kısmı hapiste ölürken, kalanları ise bugün bile cezaevlerinde bulunmaktadır.
Türkiye’de ise faşizm kitle hareketiyle son bulmamıştır
Portekiz, İspanya ve Yunanistan’da faşist iktidarlar kitle mücadeleleri ile yıkılmışlardır. Bu yıkım işçi sınıfının iktidara gelmesiyle sonuçlanmasa bile, bizzat bu mücadelenin varlığı önemli olumluluklar taşır. Ancak faşizmin kitle mücadeleleri ile yıkılması da bir kural değildir. Faşist rejimlerin işlevlerini yerine getirdikten sonra zamanla gücünü yitirmesi ve çözülerek son bulması da söz konusu olabilir. İşte Türkiye’de 12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleştirilen askeri bir darbe ile hayat bulan faşist diktatörlüğün çözülmesi de bu türden bir sürece örnektir.
Türkiye’de faşist diktatörlük yerini önce Bonapartist bir rejime bırakmış, ardından da asker-polis devleti uygulamalarının ağır bastığı bir dönem gelmiştir. Yani süreç faşist diktatörlüğün burjuvazi tarafından tepeden kontrollü olarak çözülmesi ile ilerlemiştir. 12 Eylül darbesinin yarattığı rejimden çıkış sürecinin emekçi kitlelerin eylemliliğine, kitlesel muhalefetine dayanmayan böylesi bir yol izlemesi ise, 12 Eylül ve onun ürünlerinin son derece yavaş biçimde tasfiyesine hatta kimi unsurlarının kalıcılaşmasına, hesaplaşmanınsa sancılı ve halen devam ediyor olmasına yol açmıştır.
Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme adlı kitabında belirttiği gibi, Portekiz, İspanya ve Yunanistan’da yaşandığı üzere, “faşist diktatörlüğün artık gücünü yitirdiği bir süreçte onu alttan gelen bir darbeyle çökerten bir gelişme Türkiye’de yaşanmadı. Keza, yine söz konusu örneklerde gözlemlenen işçi-emekçi kitle hareketi, devrimci ayaklanmalar ve bu yükselişi devrim yolundan geri döndürmek amacıyla burjuva demokrasisinin yeniden inşası yönünde yürütülen hararetli seferberlikler Türkiye’de yer almadı. Askeri faşist diktatörlükleri göçertmek üzere kitlelerin ayağa kalktığı örneklerde, isyancı dalganın zoruyla cuntacı generaller suçlu koltuğuna oturtulurken, Türkiye’de faşist cuntacılar, iktidar makamları sayesinde şişirdikleri cüzdanlarıyla gözden uzak köşelerinde istirahata çekildiler.
Zira Türkiye’de faşizm, işçi mücadelesi ve devrimci hareketin belini doğrultamadığı koşullarda tepeden kontrollü biçimde çözüldü. Bu gelişme, devrimci bir önderlikten yoksun, bilinç ve örgütlülük düzeyi alabildiğine geriletilmiş bir işçi sınıfı gerçekliğine, bir de devrimci işçi hareketini dünya ölçeğinde son derecede olumsuz yönde etkileyen alt üstlüklerin eklendiği bir süreçte yer aldı. Bu nedenle, 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü ile ezilen işçi hareketi, yukarda sıralanan örneklerde yaşanan yeniden toparlanma evresini yaşayamadı. Türkiye işçi sınıfı, faşizme karşı yükseltmeyi başardıkları mücadeleler sayesinde güçlerini ve kendilerine olan güvenlerini yeniden kazanan sınıf kardeşlerinin izinden yürümeye ne yazık ki muvaffak olamadı.”[3]
Yani 12 Eylül faşizminin etkilerini toplum hâlâ bünyesinden uzaklaştıramamıştır. Faşist darbenin üzerinden 30 yıl geçmiş ve faşizm çözülmüş olmasına rağmen, bugün Türkiye’de tüm toplumsal yaşama damgasını vuran siyasal ve sendikal yasaklar, yasaların bütününe sinmiş anti-demokratik ruh ve somutta yaşanmaya devam eden baskıcı uygulamalar, kitle hareketi ile yıkılmayan, burjuvazinin kontrolünde çözülen faşizmin sonucudur. Bu durum da kitlelerin mücadeleleri ile sağlayacakları değişimin yaratacağı kültürün ve toplumsal atmosferin ne kadar önemli olduğuna işaret etmektedir.
Elbette 12 Eylül faşizmi nihayetinde çözülme sürecini tamamlamıştır. Ancak işçi sınıfı bu kanlı dönemin hesabını hâlâ sorabilmiş değildir. Ve bu hesap tam anlamıyla ancak, yalnızca cuntacı generaller değil, 12 Eylül’de faşizmi iktidara getiren burjuvazi sanık sandalyesine oturtularak sorulacaktır.
link: Selim Fuat, Faşist Rejimlerin Çözülme Süreçleri Üzerine, 7 Eylül 2010, https://marksist.net/node/7235
Pakistan’daki Felâketten Kapitalizm Sorumludur!