30 yıl geçti ama 12 Eylül ruhu hâlâ direniyor
Sınıfsal konumları gereği, özünde hepsi de burjuva egemenlik sistemini savunan burjuva fraksiyonlar (liberalinden muhafazakârına, statükocusundan sosyal-demokratına vb.), sıra devlet iktidarının paylaşımına geldiğinde, kendi aralarında kıyasıya bir kavgaya tutuşmaktan da geri durmazlar. Çünkü her bir burjuva fraksiyon, devlet iktidarında güçlü bir konum elde etmek ve kendi politikasını resmi devlet politikası haline getirmek ister. Nitekim bugün Türkiye’deki iktidar paylaşım kavgasında yaşanan da budur. Anayasa referandumu vesilesiyle daha da kızışmış görünen bu kavga, esasında Türkiye kapitalizminin emperyalist sistem içindeki yerinin belirlenmesi ve buna uygun bir burjuva devlet yapısı ve burjuva siyasal düzenin oluşturulmasıyla ilgili bir kavgadır.
Bugün özellikle burjuva devlet mekanizması içinde yoğunlaşmış gözüken bu kavga, parlamentosundan silahlı kuvvetlerine, idaresinden yüksek yargısına tüm burjuva devlet kurumlarını kendi içinde çatışmalı hale getirmiş durumdadır. Esas işlevi burjuvazinin genel çıkarlarını korumak ve tüm toplumu burjuvazinin çıkarları doğrultusunda yönetmek ve denetim altında tutmak olan bir burjuva devletin, bugün kendi içinde bölünmüş ve “tefessüh” derecesinde bozulmuş olması, burjuvazinin hayrına bir gelişme değildir kuşkusuz. Böylesi bir durum, burjuvazi açısından ilânihaye sürdürülebilecek bir durum da değildir. Tarihsel deneyimler göstermektedir ki, burjuva devlet aygıtı gerçek bir halk devrimiyle tamamen ortadan kaldırılmadığı sürece, burjuva devletin içinde patlak veren bu türden anlaşmazlıklar ve siyasal rejimin işleyişinde meydana gelen tıkanmalar ve “bozulmalar”, eninde sonunda burjuva fraksiyonların kendi aralarında yaptıkları anlaşma ve uzlaşmalarla bir biçimde giderilmek zorundadır. Çünkü bunun aksi bir durum, burjuvazinin kendi ortak sınıf çıkarlarını bilerek ve isteyerek tehlikeye atması anlamına gelir ki, buna da bir burjuva rejimin katlanabilmesi mümkün değildir! Gene tarihsel deneyler göstermektedir ki, burjuvazi içinde bir uzlaşmanın sağlanamadığı ve devam eden siyasal krizin rejimin geleceğini tehlikeye soktuğu durumlarda, burjuva rejim, kendi krizini olağanüstü yöntemlerle (Bonapartizm, faşizm, askeri darbe vb.) çözme yoluna gitmekten çekinmemektedir.
Bu bağlamda bir değerlendirme yapacak olursak, Türkiye’de bugün yaşanmakta olan egemen sınıf içi kavganın gözler önüne serdiği tablo şudur: Bir tarafta, 12 Eylül askeri-faşist rejiminin ürünü olan bir Anayasanın yapılandırdığı kurum ve yapılara dokunulmasını istemeyen ve dolayısıyla bu yapıların siyaset üzerindeki hegemonyasına ses çıkarmayan en tutucu ve en statükocu burjuva/küçük-burjuva güçler yer alıyor. Bu statükocu güçler arasında ideolojik ve siyasal bakımdan tam bir homojenlik bulunmasa da, “AKP karşıtlığı” gibi bir “ideolojik” ortak payda bunları bir arada tutuyor. Değişime karşı duran bu statükocu güçlerin karşısında ise, burjuva cumhuriyetin kuruluşundan bu yana toplumsal ve siyasal yaşamın her alanına damgasını vurmuş olan resmi devlet ideolojisinin (Kemalizm) aşılmasını ve bu bağlamda asker-sivil yüksek bürokrasi kastının siyaset üzerindeki hâkimiyetinin artık son bulmasını ve siyasal rejimin daha liberal, görece daha demokratik bir yapıya kavuşturulmasını isteyen değişim yanlısı burjuva/küçük-burjuva güçler yer alıyor. Ülkede yaşanan bu süreç, elbette ki işçi sınıfı ve emekçi kesimlerin, ilerici-demokrat aydınların, devrimcilerin, sosyalistlerin ilgisiz kalamayacağı bir süreçtir.
Egemen sınıf içinde uzun süreden beri devam eden iktidar paylaşım kavgasının yarattığı bu çatışmalı siyasal süreçte, devletin tepesindeki yüksek askerî-idarî-yargı bürokrasisi (bürokratik oligarşi) ve onlarla işbirliği içindeki diğer burjuva kesimler, mevcut statükonun yılmaz bir savunucusu olarak konumlanmış bulunurken, kendilerini liberal-demokrat, muhafazakâr-demokrat vb. olarak tanımlayan burjuva/küçük-burjuva kesimler de bu güçlerin karşısında “değişim yanlısı” olarak konumlanmış bulunuyorlar. CHP ve MHP gibi geleneksel-devletçi düzen partileri statükocu güçlerin siyasal temsilciliğine soyunmuş görünürken, iktidardaki burjuva partisi AKP de ikincilerin, yani değişim isteyen burjuva kesimlerin siyasal temsilcisi rolünü üstlenmiş görünüyor.
Son referandum sürecinde tarafların birbirlerine karşı yönelttikleri “vatan hainliği, emperyalizm uşaklığı, mürtecilik, ırkçılık, faşistlik, darbecilik, gericilik, hırsızlık, yolsuzluk vb.” gibi suçlamalar, emekçi halk tarafından ibretle izlenmektedir. Burjuva partiler arasında süren bu ağız dalaşının yanı sıra, burjuva siyaset sahnesinde oynanan kirli oyunlar, yapılan komplolar, parti liderlerine kurulan tuzaklar, ortalıkta dolaşan seks kasetleri, medyada yansıyan skandallar vb., tüm bunlar burjuva sistemdeki çürümenin ve soysuzlaşmanın da ne boyutlara ulaştığını gösteriyor!
Tabii, bu karşılıklı suçlamaların, ağız dalaşının ve siyasal yozlaşmanın yarattığı toz duman ortamında, halkın kafası da karıştıkça karışmaktadır. Çünkü birbirlerine karşı olmadık suçlamalarda ve ağır hakaretlerde bulunan burjuva fraksiyonlar, sonra halka dönüp, diğerlerinin kötü olduğunu ama kendilerinin iyi olduğunu, halkı en çok kendilerinin düşündüğünü ve en çok kendilerinin “demokrasi sevdalısı” olduğunu söylüyorlar. Kuşkusuz tüm bu lafları ederken de hiç yüzleri kızarmıyor; çünkü hepsinin ar damarı çatlamış durumdadır!
Bu önemli notu düştükten sonra, biz şimdi burjuvazinin statükocu kesimleri ile “değişim yanlısı” kesimlerinin bugünkü tutumlarını mercek altına yatıralım ve bunların birbirlerine karşı yürüttükleri “kavganın” gerçek içeriğini ve asıl nedenlerini irdelemeye çalışalım.
Hafızamızı tazeleyelim: Büyük burjuvazide “değişim” isteği esas ne zaman canlandı?
Hatırlanacağı üzere AKP, toplumsal ve siyasal alanda toplumun ihtiyaç duyduğu ve talep ettiği bir “demokratikleşme ve değişim” projesini dillendirerek ve bu konuda yoğun bir propaganda faaliyeti yürüterek 2002 erken seçimlerini kazanmış ve tek başına iktidar olmuştu. Gene hatırlanacaktır, AKP’nin dillendirdiği bu “değişim” projesi, aslında 90’ların başında büyük burjuvazinin AB’ci kanadının gündeme getirdiği bir “proje” idi. İstanbul ağırlıklı büyük sermayenin önde gelen temsilcilerini bünyesinde toplayan TÜSİAD, Türkiye kapitalizminin istikrarlı bir şekilde büyümesi ve dışa açılması için ekonomik, sosyal ve siyasal alanda esaslı bir değişimin şart olduğunu daha 1990’ların başında kamuoyuna açıklamış ve bu konuda bir tartışma süreci başlatmıştı.
O dönemde büyük burjuvazinin ekonomide ve siyasette “değişim” talebini ısrarlı bir şekilde dillendirmesinin elbette ki bir nedeni vardı. Bilindiği üzere aynı büyük burjuvazi, 80 öncesinde tam tersi bir siyasal pozisyonda bulunuyordu. O dönemde büyük burjuvazi, yükselen işçi hareketini ve devrimci hareketi bastırmak ve sarsılan kapitalist düzeni tahkim etmek için olağanüstü bir burjuva rejime (12 Eylül askeri-faşist rejimi) başvurmaktan çekinmemişti. Derin bir ekonomik ve siyasal krizin yaşandığı 1980 yılında bir darbeyle iktidara el koyan 12 Eylül generaller cuntası, uyguladığı kanlı devlet terörü sayesinde devrimci ve sosyalist örgütleri, sendikaları dağıtmış, emekçi sınıfların, gençliğin, aydınların örgütlü toplumsal muhalefetini şiddetle bastırmış ve burjuva toplumda gerici bir stabilizasyonu sağlayabilmişti. Yani 12 Eylül darbesi aslında büyük burjuvazinin taleplerini karşılayan ve gerçek öznesi büyük burjuvazi olan bir darbe idi. Darbe sonucunda oluşan olağanüstü burjuva rejim (askeri faşist diktatörlük) düzeni tahkim ederken, aynı zamanda burjuva düzenin olağan işleyiş biçimini, yani burjuva parlamenter rejimi de tamamen ortadan kaldırmıştı.
12 Eylül askeri-faşist diktatörlüğünün burjuva parlamenter rejimde yol açtığı tahribatın boyutları öylesine büyük oldu ki, geçmişte yetişkin siyasal kadrolara ve toplumsal desteğe sahip bulunan geleneksel burjuva partiler (AP, CHP) bile bu süreçten dağılarak çıktılar ve bir daha da o eski konumlarına tam olarak dönemediler. Kısacası 12 Eylül rejimi, burjuva düzeni belirli bir dönem için, krizlerin toplumsal ve politik sonuçlarından, kargaşadan, devrim tehlikesinden vb. uzak tutmayı başarmıştı ama bu arada burjuva siyasal düzenin çivisini de adamakıllı yerinden çıkartmıştı. Bunun politik arenadaki uzun dönemli sonuçları ise, burjuva partilerin kendi içinde bölünmeleri, kitle desteğini yitirmeleri, erozyona uğramaları ve tabii, burjuva siyasal rejimde istikrarsızlık dönemlerinin yeniden başlaması oldu. 12 Eylül sonrası burjuva parlamenter işleyişte istikrarsızlıkların sürüp gitmesi ise, 12 Eylül rejiminin öne çıkardığı kurumların (MGK gibi) ve bu dolayımla ordu üst yönetiminin siyasal iktidarlar üzerinde yönlendirici hegemonyasının devamına yol açtı. 12 Eylül rejimi resmen sona ermiş gözükse de, onun yerleştirdiği kurumların, kuralların ve de elbet bunların bekçiliğini yapan ve adeta bir siyasal parti gibi davranan yüksek askeri, idari ve yargı bürokrasisinin siyasal erk üzerindeki fiili hegemonyası 2002 erken genel seçimlerine kadar aynen devam etti.
Yıllardan beri TC egemenlerinin görmezden geldiği ve çözmekten köşe bucak kaçtığı sorunlar bu süreçte daha da büyüyerek burjuva düzenin ayağına dolaşmaya başlamıştı. Üstelik sorunların giderek daha da büyümüş olması, “yeni-dünya düzeni” denen koşullarda, TC’nin geleceği açısından büyük bir risk oluşturmaktaydı. Dolayısıyla, bir çözüme kavuşturulmadıkları takdirde daha da derinleşecek ve karmaşıklaşacak olan bu sorunlar, “burjuva düzenin selameti” bakımından daha fazla geciktirilmeden çözülmeliydi! Ne var ki, kendisi de burjuva düzenin temel bir unsuru olan Kemalist asker-sivil yüksek bürokrasinin bu konudaki olumsuz tutumu ve gösterdiği statükocu direnç, çözümün önünde ciddi bir engel oluşturuyor ve bu tutum, sorunların daha da derinleşerek kördüğüm olmasına yol açıyordu.
Değişen dünya koşullarına ayak uydurabilmek için Türkiye’nin de değişim geçirmesi şarttı ama, TÜSİAD’ın bu ortamda gündeme getirdiği “değişim” projesini Özal hükümeti de dahil, hiçbir burjuva hükümeti uygulamaya yanaşmıyor ya da cesaret edemiyordu. TÜSİAD bu dönemde uzmanlara, hem Anayasa değişikliğiyle hem de Kürt sorununun siyasal çözümüyle ilgili raporlar da hazırlattı. Aynı şekilde, Özal da kendi hükümetleri döneminde değil ama Cumhurbaşkanı olduktan sonra, savaşın durması ve Kürt sorununun barışçı yoldan çözümü için bir girişim başlatmıştı. Bu konuda danışmanı Adnan Kahveci’ye bir rapor da hazırlatan Özal, PKK’nin ateşkes ilan ettiği bir dönemde, devletin ilgili organlarına aracılar vasıtasıyla PKK ile dolaylı yoldan görüşmeler de yaptırdı. Ne var ki, Cumhurbaşkanı Özal’ın bu girişimi, sorunun barışçı yoldan çözümüne karşı duran ve savaşın sürmesini isteyen burjuva devletin içindeki ırkçı-şoven güçler ve “savaş ağaları” tarafından sabote edildi ve ardından, Özal’ın o bilinen “ani ölümü” (1993) geldi!
Fakat tüm bu yaşananlara rağmen, TÜSİAD içindeki AB’ci kesim AB ile entegrasyon konusundaki girişimlerini ve bu bağlamda “siyasal değişim ve reform” taleplerini 90’lı yıllar boyunca hep sürdürdü. Sakıp Sabancı’nın Kürt sorununun çözümüyle ilgili olarak “Bask modeli” tartışmalarını gündeme getirmesi, TÜSİAD’ın genç başkanı Cem Boyner’in AB ile entegrasyonu başa alan ve Türkiye’de de Batı’daki gibi bir burjuva demokrasisinin yerleşmesini hedefleyen bir parti girişimini (Yeni Demokrasi Hareketi) başlatması (1994) hep bu döneme rastlar. Ama öte yandan, 12 Eylül rejiminin yeniden biçimlendirdiği ve kendi felsefesine göre bir “içerik” de kazandırdığı kurumların (MGK, Yüksek Yargı, YÖK vb.) ve ordu içinde 12 Eylül çizgisinin en has savunucusu konumunda olan statükocu güçlerin karşı saldırıya geçmeleri ve barışçı çözüm girişimlerini art arda sabote etmeleri de gene bu döneme rastlamaktadır. Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in bir uçak “kazasında” hayatını kaybetmesi (1993), Sabancı’nın kardeşi Özdemir Sabancı’nın öldürülmesi (1996) ve nihayet “Susurluk çetesi” gibi devlet-mafya bağlantılı suç ve cinayet çetelerinin varlığından kamuoyunun haberdar olması da hep bu süreçte yaşanan gelişmeler oldu. Bu dönem aynı zamanda, Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşın en yoğun biçimde sürdüğü ve bununla bağlantılı olarak, devletin gizli güçleri tarafından Kürt illerinde binlerce “faili meçhul” cinayetin işlendiği, ormanların yakılıp köylerin boşaltıldığı bir dönemdir.
Ekonomik ve siyasal krizin derinleşmesi ve büyük burjuvazide “değişim” kararının pekişmesi
90’ların ikinci yarısından itibaren, büyük burjuvazi kendi projelerini uygulatma doğrultusunda bir yandan uluslararası destek arayışlarını sürdürürken, diğer yandan da burjuva partiler içinde ve devlet katında (asker-sivil yüksek bürokrasi düzeyinde) “ikna” çalışmalarını sürdürdü. 1994-95 ekonomik krizinin de yaşandığı bu süreç, Türkiye kapitalizmi açısından zorluklarla dolu ve gelecekte yeni krizlere gebe bir süreçti. Çünkü ağır iç ve dış borç yükü altında yamulmuş olan Türkiye ekonomisi son derece kırılgan hale gelmişti. Yeniden derin bir ekonomik krizin içine yuvarlanmaması için kapitalist ekonominin çarklarının döndürülebilmesi gerekiyordu. Çarkın döndürülmesi ise yeni para girişine bağlıydı ve yeni para girişi de yeniden borçlanmak anlamına geliyordu. Ne var ki borçlanabilmek için de istikrarlı bir siyasal ortama ve keza, borç para verenlerin (IMF’nin ve Dünya Bankasının) önerdiği programı aksatmadan ve sulandırmadan uygulayacak “güçlü” ve “irade sahibi” burjuva hükümetlere gereksinim vardı. Yani özetle söyleyecek olursak; borç batağına batmış kapitalist bir ülke olan Türkiye’de, siyasetle ekonominin kaderi ölümcül bir biçimde birbirine bağlı hale gelmişti.
Nitekim 2001 yılının başındaki bir MGK toplantısında, Cumhurbaşkanı Sezer ile dönemin başbakanı Bülent Ecevit arasındaki bir tartışmadan patlak veren siyasal kriz ve ardından gelen ekonomik kriz, hem kapitalist ekonomiyi ve hem de burjuva siyasal sistemi fena halde salladı. Bu öylesine derin bir krizdi ki, artık burjuva iktidarlar açısından idare-i maslahatçılıkla geçiştirebilecekleri bir durum kalmamıştı ortada. Kapitalist ekonominin içinde bulunduğu açmazı, Türkiye kapitalizminin uzun dönemli çıkarları açısından değerlendiren burjuvazinin uzak görüşlü temsilcileri, sorunların çözümü için emniyetli bir limana sığınmak gerektiğine çoktan karar vermişlerdi. Bu liman AB limanı idi. Bu karardan sonra büyük burjuvazi AB’ye katılım sürecini hızlandırdı ve AB yanlısı bir ekonomik ve politik stratejinin vakit geçirilmeksizin uygulanmasının şart olduğunu açıktan dillendirmeye başladı.
TÜSİAD bu dönemde AB yanlısı bir politikayı egemen kılmak için her yolu denedi, fakat mevcut burjuva partilerin oluşturduğu koalisyon hükümetlerinden hiçbirisine bu politikayı tam olarak benimsetemedi. Bu durumda TÜSİAD, statükoya teslim olan ve toplumsal desteklerini de zaten iyice yitirmiş bulunan “laik” ve de “modern” görünümlü burjuva partilerden (CHP, DSP, MHP, DYP, ANAP vb.) umudunu tamamen kesmek zorunda kalmış ve bu partilere alternatif olabilecek, halkın gözünde yıpranmamış yeni bir partinin arayışı içine girmişti.
Nitekim olayların gelişimi de TÜSİAD’ın beklediği bu yeni burjuva partisinin oluşumunu çok geçmeden ortaya çıkaracaktı. Bu yeni burjuva partisi, kendisi de otoriter Kemalist devlet düzeninden ve onun resmi “laiklik” anlayışından mustarip olan ve siyasal varlığını bu devlete kabul ettirebilmek için yıllarca “meşruiyet savaşı” vermek zorunda kalan İslami sermaye çevrelerinin örgütlediği bir parti (AKP) idi. AKP, Milli Görüş’ten kopan unsurların örgütlediği “yeni” bir siyasal oluşumdu ve kurulduğu andan itibaren halkın gözünde “gadre uğramış” mütedeyyin insanlardan oluşan bir siyasal hareket imajı çizmişti. Nitekim 3 Kasım 2002’de yapılan erken genel seçimin sonuçları da bu imajın halkın desteğini sağlamada ne kadar işe yaradığını teyit edecekti.
Erken seçim sonuçları, yıllardan beri derin bir ekonomik ve siyasal bunalım içinde debelenen burjuva düzene ve bu düzenin birikmiş tarihsel sorunlarına çözüm getiremeyen statükocu düzen partilerine karşı halkın duyduğu kitlesel tepkinin çok açık bir ifadesiydi. Bu seçimlerde halk, değişime karşı duran ve hamasi nutuklarla, idare-i maslahatçılıkla işleri geçiştirmeye çalışan sağcısından merkezcisine ve sahte solcusuna tüm burjuva partileri buruşturup çöp sepetine attı. Statükonun yanında görünen bütün düzen partileri, halk nezdinde büyük bir güven kaybına ve itibar erozyonuna uğradılar. 1999’da yapılan erken genel seçimlerde oyların yüzde 54’ünü alarak iktidar olan statükocu düzen partileri (DSP, MHP, ANAP), 3 Kasım 2002’de yapılan erken genel seçimlerde oyların ancak yüzde 14,7’sini alabilmişlerdi. Oysa statükonun değişmesini, demokratik dönüşümlerin yapılmasını ve AB’ye katılım sürecinin ilerletilmesini isteyen ve bizzat kendi siyasal varlığının kabulü için statükoya karşı meşruiyet mücadelesi veren AKP ise en yüksek oyu alan parti olmuştu. Demek ki halk kitleleri, 12 Eylül rejiminin daha da perçinlediği statükocu düzenin tasfiyesini ve demokrasinin geliştirilmesini istiyordu.
3 Kasım 2002 erken genel seçiminden sonra ortaya çıkan tabloya burjuvazi açısından bakıldığında da, TÜSİAD’ın istekleriyle AKP’ninkilerin örtüştüğü görülüyordu. AKP kendi meşruiyetinin kaynağını ve güvencesini Batı’daki gibi bir burjuva demokrasisinin Türkiye’de de işletilmesinde görürken, sözcülüğünü TÜSİAD’ın yaptığı büyük burjuvazi de geleceğini ulusal sınırlar içerisine hapsolmuş bir kapitalizmde değil, Batı’yla entegre olmuş ve dışa açılmış bir kapitalizme geçişte görmekteydi. AKP liderleri, AB’ye uyum çerçevesinde demokratik dönüşümlerin yapılmasını, devletin küçültülmesini, bürokrasinin azaltılmasını, rejimin liberalleştirilmesini, Kıbrıs sorununun mutlaka çözülmesini ve de AB ile bütünleşmenin önündeki tüm engellerin kaldırılmasını öncelikli görevleri arasında sıralıyorlardı. Yani “Milli Görüşçü” oldukları dönemde söylediklerinden bambaşka bir şarkıyı terennüm ediyorlardı şimdi. Başta TÜSİAD olmak üzere, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin hükümetleri de AKP’nin “laftan anlayan” ve de “birlikte iş yapılabilecek” bir siyasal muhatap olduğuna giderek daha çok ikna olmuşlardı. Büyük burjuva kesimler hiç değilse belli bir dönem için birlikte iş yapabilecekleri ve geniş kitle desteğine sahip, “enerjik” bir burjuva partiye kavuştuklarını düşünüyorlardı. Eh, onlar için bundan iyisi de can sağlığıydı doğrusu!
Fakat burjuva devletin tepesini tutmuş statükocu güçler için durum hiç de sevinilecek bir durum değildi. Mecliste büyük bir çoğunluğa sahip olan AKP hükümetinin bir yandan rayından çıkmış kapitalist ekonomiyi düzene sokmada gösterdiği başarılara ve diğer yandan AB’ye uyum çerçevesinde Türkiye’deki burjuva siyasal yapıyı dönüştürme konusunda attığı adımlara içerde büyük sermaye çevrelerinden, dışarıda ABD ve AB’den büyük destek gelmişti. Bu durum, 12 Eylül 1980’den beri devlet yönetiminde asıl güç sahibi olan statükocuların (yüksek askeri, idari ve yargı kastının ve onlarla kader birliği içindeki burjuva siyasetçilerin) pozisyonlarına vurulmuş önemli bir darbe idi. Bu gerçeklik onlar tarafından kavrandığı an, burjuva iktidar bloku içindeki çatışma da birdenbire şiddetlendi. Çünkü AB’ye uyum yasaları çerçevesinde yapılmak istenen değişikliklerin hemen hepsi de asker-sivil yüksek bürokrasi kastının ve statükocu burjuva siyasetçilerin devlet yönetimi üzerindeki fiili gücünün kırılmasını sağlayacak düzenlemeler içeriyordu. Milli Güvenlik Kurulu’nun yapısının değiştirilmesi, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kaldırılması, YÖK yasasının değiştirilmesi, Terörle Mücadele Yasasının değiştirilmesi, “düşünce suçu” kavramının yasalardan çıkartılması ve daha pek çok anayasal ve yasal değişikliklerin vakit geçirilmeden yapılması, bu dönemde ciddi olarak gündeme gelmiş değişikliklerdi. Üstelik AKP hükümeti, atacağı bu adımlar için TÜSİAD tarafından da aktif olarak desteklenmekteydi.
Ardından gelen 2004 yerel seçimlerinde AKP yüzde 40’ın üzerinde oy alarak, iktidardaki konumunu daha da güçlendirdi. Özellikle 12 Eylül darbesinden sonra siyasal iktidarlar üzerinde MGK aracılığıyla hegemonyasını sürdürmüş olan ordunun tepesindeki yüksek askeri bürokrasi ve gene 12 Eylül rejiminin yüksek yargıda oluşturduğu bürokratik kast, bu gelişmelerin iktidar mekanizması içindeki kendi konumlarını zayıflatacağını ve bu nedenle de AKP’nin kendileri açısından ne denli ciddi bir tehdit oluşturduğunu kavramakta gecikmediler. Sık sık yinelenen askeri darbeler sayesinde yıllardan beri siyasal yapı üzerinde vesayet kurmaya alışmış olan asker-sivil yüksek bürokrasi kastı için, düzgün işleyen bir burjuva parlamenter sistem ve halkın desteğini arkasına almış güçlü bir “sivil” siyasal iktidar demek, bürokratik kastın kendi “fiili” iktidarının zayıflaması demekti tabii ki!
AKP’nin kendini savunma refleksiyle yaptığı karşı hamleler, burjuva düzenin “kimyasını” bozuyor!
AKP’nin 2004 yerel seçim başarısından sonra iktidara iyice yerleşmesi ve kendine güveninin artması, statükocu güçleri derhal harekete geçirdi. 2004 ile 2007 yılları arasındaki süreç, AKP iktidarını devirmek üzere ordu içinde art arda darbe planlarının yapıldığı bir süreçtir. Bu dönemde üst düzey generallerin de içinde yer aldığı çeşitli cuntaların kurulduğu, bugün herkesin bildiği bir gerçektir. Daha sonra hükümet tarafından da deşifre edilen ve medyada günlerce tartışılan Eldiven, Ay Işığı, Sarıkız, Balyoz vb. gibi darbe planları, hep bu dönemde yapılmıştır. Bu döneme ilişkin olarak darbeci subaylar hakkında açılan davalar bugün de hâlâ devam etmektedir. Askeri bürokrasi ve onunla kader birliği yapan yüksek yargı kastı, 12 Eylül rejiminin ve 82 Anayasasının kendilerine bahşettiği iktidar gücünü yitirmemek için her yola başvurdular. Amaçları, AKP iktidarından kurtulmak ya da onu statükoculuğun kabul sınırları içine çekerek ehlileştirmekti! Fakat bunu başaramayacaklardı statükocu güçler!
Defalarca kapatılma tehdidiyle yüz yüze gelen AKP, bu süreçte kendini savunmak üzere ciddi önlemler almak ve bu amaçla karşı taarruza geçmek zorunda kaldı. AKP’nin 2007 seçimlerinden hemen sonra, parti kapatmalarını zorlaştıracak ve Anayasa Mahkemesinin bu konudaki yetkilerini sınırlayacak yeni ve görece demokratik bir anayasa hazırlığına girişeceği, daha seçimlerden önce biliniyordu. AKP, sürekli “merkezin” dışına itilen İslamî sermaye çevrelerinin bir partisiydi ve bu nedenle de, burjuva düzende ilk defa eline geçirdiği merkezi iktidar gücünü kaybetmemek için direniyordu. AKP’nin, burjuva anlamda demokratik dönüşümlerin gerçekleşmesini ve daha demokratik, daha liberal bir anayasanın yapılmasını istemesinin gerçek nedeni de buydu aslında. AKP’yi oluşturan burjuva güçler, bizzat kendileri ilerici-demokrat vb. oldukları için değil, demokrasinin gelişmesi ve siyasal hak ve özgürlüklerin genişlemesinin kendilerinin de işine yarayacağını bildikleri için demokrasiyi istiyorlardı. Çünkü Türkiye’de otoriter ve tepeden inmeci bir tarzda kurulmuş olan burjuva cumhuriyet rejiminin geleneksel yapısı, şimdiye kadar onlara hiçbir fayda sağlamadığı gibi, siyaseten de hayat hakkı tanımamıştı. İşte AKP’nin, Kemalist rejimin demokratikleştirilmesini ve daha liberal bir siyasal düzene geçilmesini istemesi ve bu amaçla yeni bir anayasa hazırlığına girişmesi de bundandı.
Ne var ki bu hazırlık, gene parlamento içindeki ve dışındaki statükocu güçler tarafından akamete uğratılacaktı. Parlamentodaki statükocu burjuva partiler (CHP, MHP) bu konuda hiçbir adım atmayacaklarını ve AKP’yi asla muhatap almayacaklarını belirtirken, silahlı bürokrasiyle el ele veren yüksek yargı bürokrasisi de harıl harıl AKP’yi kapattırmanın “hukuki”(!) yollarını aramaya başlamıştı. Bu gelişmeler karşısında AKP de çareyi geri adım atmakta ve yeni anayasa projesini rafa kaldırmakta bulmuştu.
Fakat bu süreçte burjuvazinin iç dengelerini bozan başka bir gelişme daha oldu. Başta AKP’yi destekleyen burjuva çevreler (buna TÜSİAD’cı sermaye de dahildir), şimdi onu tehlikeli bir “rakip” olarak görmeye başlamıştı. Bunda önemli bir gerçeklik payı da vardı kuşkusuz. AKP çevresinde toparlanan ve tıpkı diğer sermaye gruplarının da yaptığı gibi, iktidardan nemalanmasını bilen bir sermaye kesimi, kısa zamanda büyüyerek devasa boyutlara ulaşmıştı. Geleneksel Kemalist statükocu merkezin dışında kalan ve kendilerini bu merkezin ürettiği resmi ideolojiyle (Kemalizm) hiçbir şekilde bağlı hissetmeyen bu İslamî sermaye kesimleri, burjuva cumhuriyetin tarihinde belki de ilk kez bu denli güçlü ve kitlesel bir hareketle, siyasal merkezi “fethe” kalkışmışlardı. Çevreden merkeze doğru hareket halinde olan ve merkezi kuşatmış bulunan bu yeni sermaye kesimleri, uluslararası kapitalizmin “yeni dünya düzeni” denen döneminde ve özellikle de Özal’lı yıllarda esmeye başlayan “ekonomik değişim” rüzgârları sayesinde yelkenlerini alabildiğine şişirmiş ve nihayet AKP iktidarı döneminde müthiş bir atak yaparak “merkeze” yerleşmeyi başarmıştı. Burjuva “siyasal merkez”, modern ve laik burjuva kesimin tekelinde değildi artık. Yeni siyasal merkez, belki de bu İslamcı-muhafazakâr burjuva kesimin ellerinde yeniden şekillenecekti. Diğer bir anlatımla bu hikâye, emperyalistleşen Türkiye’de burjuva toplumun yeniden şekillenmesinin bir hikâyesi olacaktı!
Bu gelişme karşısında, İstanbul merkezli “modern ve laik” sermaye kesimleri (TÜSİAD), İslami sermaye çevrelerini aktif olarak destekleyen ve çok kısa zamanda büyümelerini sağlayan AKP’ye tavır almaya başladılar. Açıkça dillendirilmese de TÜSİAD’ın bu tutumu, AKP’den giderek desteğini çekeceği anlamına geliyordu. Üstelik bir de başbakanın, TÜSİAD yönetim kurulu başkanının mensubu olduğu sermaye grubuna (Doğan grubu) karşı açıktan tavır alması ve onu cezalandırmaya kalkışması bardağı taşıran son damla olmuştu. AKP’nin temsil ettiği sermaye gücünün böylesine büyümesi ve gerçek bir rakip haline gelmesi, başlangıçta AB süreci vesilesiyle kurulmuş olan TÜSİAD-AKP ittifakını ortasından çatlatan bir gelişme oldu.
Özellikle AB sürecinin akamete uğraması ve Erdoğan ile TÜSİAD’ın arasının açılması, statükocu cenahı yeniden cesaretlendirdi ve AKP hükümetine karşı saldırılarını artırmasına yol açtı. Bu andan itibaren, taraflar arasında medya üzerinden de yürüyen kıyasıya bir savaş başladı. Bu süreçte AKP, kendi üzerine gelen saldırıları bertaraf edebilmenin yolunun, statükocu güçlere karşı doğrudan saldırıya geçmekten ve onları geriletecek taarruzlar yapmaktan geçtiğini anladı. Nitekim 2004-2007 yılları arasında yapılmış tüm darbe girişimlerinin teşhir edilmesi, devlet içindeki derin örgütlenmelerin ve çetelerin varlığının kamuoyuna açıklanması ve bunlarla ilgili davaların açılması (Ergenekon davası) ve tutuklamaların başlatılması, AKP’nin köşeye sıkıştırılmaktan kurtulmak için yaptığı karşı hamlelerdi.
Ve nihayet bugüne gelirsek; Mecliste AKP’nin girişimiyle 82 Anayasasında demokratik yönde değişikliklerin yapılması da gene aynı nedenlerle olmuştur. Yani AKP, statükocuların saldırıları karşısında kendini savunmak durumunda kaldığı ölçüde “demokratlaşan” bir görünüm vermektedir. Bu saldırılar azaldığında ve burjuva kamp içinde AKP’yi benimsemeye yönelik bir konsensus oluştuğunda, AKP’nin de diğer burjuva partiler gibi demokratlıktan uzaklaşıp, kadim devletin çıkarlarını savunmaya geçeceğinden hiç kuşkumuz yok. Başka türlü olması da mümkün değildir zaten. Çünkü emperyalizm çağında ve hele ki Türkiye gibi despotik gelenekleri ağır basan bir ülkenin burjuvazisinden, daha ileri, daha samimi bir demokratlık beklemek, ham hayal bir düşünce olurdu doğrusu.
Ama öte yandan, burjuva kamp içinde bugünün somut koşullarına göre bir siyasal ayrım yapacak olursak, gene de şunu söylemek durumundayız: Bugün AKP’nin demokrasi konusunda ufak da olsa attığı adımların yanında, bu adımları engellemeye kalkışan statükocu güçlerin ilerlemenin önüne çektiği “kırmızı çizgileri”, günümüz siyasal gericiliğinin işaret çizgileri gibi durmaktadır!
Anayasa referandumu ve Türk solunda damar kireçlenmesi
Son dönemlerde Türk solu içindeki siyasal tartışmaların başlıca konusu, Anayasa referandumunda solun “nasıl” bir tutum alması gerektiğidir. Bu soruya Türk solunun büyük çoğunluğunun verdiği yanıt, “82 Anayasasında yapılan değişikliklere hayır” deme yönündedir. Anayasa değişikliği tartışmalarında soruna doğru yönden yaklaşan ve soruyu, “nasıl tutum alınmalıdır” şeklinde değil, “somutta neye göre tutum alınmalıdır” şeklinde soranlar ise sol içinde azınlıkta kalmaktadırlar.
“Hayır”cı solculara göre, 82 Anayasasında yapılan son değişikliklerin eskisine göre daha mı geri ve anti-demokratik, yoksa görece daha mı ileri ve demokratik olduğu karşılaştırmasını yapmanın hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Mademki bu değişikliği “dinci ve de gerici AKP” istemektedir, o halde ne olduğuna bakılmaksızın ve eskisiyle kıyaslamaksızın bu anayasa değişiklikleri de facto reddedilmelidir! Çünkü bu “hayırcı” solculara göre, anayasa değişikliği paketini parlamentodan geçiren AKP’nin aslında başka “niyetleri” vardır! Örneğin AKP, yargının bağımsızlığını ortadan kaldırmak ve kendine bağlı bir “yargı” oluşturmak istemektedir. İşte AKP “kötü niyetlerle” hazırladığı bu “acı” değişiklik paketini halka yutturabilmek için, bunların üzerini şekerle kaplamakta ve halkı kandırmak için birtakım göstermelik maddeleri de bunların yanına ilave etmektedir! Evet, aslına bakılacak olursa, küçük-burjuva sol cenahın bu söylemi, Kemalist bürokratik elitlerin ve CHP, MHP gibi statükocu düzen partilerinin söylemiyle tastamam aynıdır. Yani, tüm toplumu ilgilendiren bu anayasa değişikliklerini değerlendirmek ve bu konuda açık bir görüş bildirmek yerine, hepsi de AKP hakkında “niyet okuyuculuğu” yapmaktadırlar. Bize göre bu tutum, burjuva tarzda politika yapmanın bir adım ötesine gitmemekte ve dolayısıyla, emekçi halkın politik eğitimine de hiçbir katkı sağlamamaktadır. Tersine, bu tür “politik” tutumlar, işçi sınıfının ve emekçi halk kesimlerinin kafasını karıştırmaktan başka bir sonuç vermezler. Bu tutum belki burjuva politikacılara yakışıyor ve onlara yarar sağlıyor ama, kendini sosyalist, Marksist, ilerici, devrimci vb. olarak tanımlayan politikacılara ve örgütlere hiç yakışmıyor!
Tüm “hayırcı” solcuların bu anayasa referandumunda odaklandıkları konu, anayasada yapılan değişikliklerin içeriği ve ne getirip ne götürdüğü değil kuşkusuz. Onlar daha çok, bu değişiklikleri teklif eden AKP’nin nasıl bir parti olduğu ve ne gibi “niyetler taşıdığı” ile ilgilidirler. Görünüşe bakılırsa, tıpkı Kemalist burjuva elitler gibi, bu “hayırcı” küçük-burjuva solcular da, sekiz yıldan beri iktidarda olan AKP’nin de diğer burjuva partileri gibi bir “sınıf partisi” olduğunu ve onu nitelendiren şeyin de asıl olarak bu olması gerektiğini hâlâ kabullenebilmiş değiller! “Hayırcı” solcuların anayasa değişikliğiyle ilgili ileri sürdükleri argümanlara bakıldığında, bu tespitimizin ne kadar yerinde olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Hem Kemalistlerin hem de küçük-burjuva sosyalistlerin, anayasa değişikliği paketinde en çok karşı çıktıkları ve propagandalarında en çok sivrilttikleri konu, yargıyla ilgili yapılan yeni düzenlemelerdir. Bunlar özetle, hem Anayasa Mahkemesi’nin hem de Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısının ve seçilme biçiminin değiştirilmesine şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Peki niye? Çünkü AKP’nin bu kurumların yapısını değiştirerek, “yargı bağımsızlığını” ortadan kaldırmak ve “kendine bağımlı” bir yargı sistemi oluşturmak istediğini iddia etmektedirler. Bu iddianın ardında, sanki “AKP ilelebet iktidarda kalacak ve dolayısıyla yargıyı da ilelebet kendine bağımlı kılacak” endişesi ya da paranoyası yatmaktadır. Oysa bu düşünce sahipleri de çok iyi bilmektedirler ki, kapitalizm gibi sınıflı ve sömürülü bir toplumda yargı hiçbir zaman bağımsız olmamıştır ve olamaz da. Burjuva toplumda yargının bağımsız olduğu ya da olabileceği iddiası koca bir yalandan ibarettir!
Burjuvazinin egemen olduğu bir düzende, yargı da bu egemenliği pekiştirmek üzere oluşturulmuş bir kurumdur. Yasaların ve bu yasaları yorumlayıp uygulayan yargı kurumunun işleyişi, bütünüyle burjuva düzeni koruyup kollama şeklinde olur. Diğer burjuva kurumlar gibi, burjuva yargı kurumu da esasen burjuva egemenliğini temsil eden bütünün, yani burjuva devletin bir parçasıdır ve bütüne tâbi olmak zorundadır. Ne var ki bu gerçeklik halk sınıfları tarafından her zaman bu yalınlığıyla görülüp kavranamaz. Ancak burjuva sınıfın genel çıkarları tehlikeye girdiğinde ve burjuva düzenin bekası söz konusu olduğunda kendini açıkça ortaya koyan bir gerçekliktir bu. Çünkü “yargı bağımsızlığı” denen şeyin gerçekte burjuva düzenin çirkin yüzünü örten bir makyajdan ibaret olduğu gerçeği, ancak olağanüstü koşulların geçerli olduğu ve burjuva düzenin çökme tehlikesiyle yüz yüze geldiği dönemlerde, evet ancak böylesi dönemlerde açığa çıkmaktadır. Örneğin Türkiye’de olağanüstü burjuva rejimin hüküm sürdüğü 12 Eylül döneminde, hukuku uyguladıklarını ve adalet dağıttıklarını iddia eden “bağımsız” burjuva mahkemelerin (asker-sivil), nasıl da devlet iktidarını elinde tutan faşist generaller cuntasına bağımlı olduklarını, tüm “hukuki” kararlarını bu cuntanın direktifleri doğrultusunda verdiklerini ve onlarca devrimciyi nasıl idam sehpalarında sallandırdıklarını ve binlercesini yargılamadan içerde çürüttüklerini ve hatta yaşı tutmayan gencecik çocukları bile nasıl yaşını büyülterek idam sehpasına gönderdiklerini işitmeyen kaldı mı? Gene bu “bağımsız” yargının, 12 Eylül rejiminden önce ve sonra işlenmiş ve aslında “faili belli” olan cinayet dosyalarını, devletin alî menfaatleri uğruna nasıl zaman aşımına uğratıp, kapattığını bilmeyen kaldı mı?!
Öte yandan ikinci bir soruna, burjuva düzende yargının “tarafsızlığı” sorununa gelecek olursak, burada da durum çok farklı değildir. Kapitalist toplumda, egemen sınıfla halk sınıfları arasında, yönetenlerle yönetilenler arasında doğan ihtilaf ve çatışmalarda, burjuva yargı birincilerden yana taraftır ve taraf olmak zorundadır. Yargının tarafsızlığı sorunu, ancak egemen sınıfların kendi içinde baş gösteren ihtilâf ve kavgalarda ciddi olarak gündeme gelebilmektedir. Tıpkı bugün iktidardaki AKP’nin de dert yandığı gibi, eğer burjuvazi içindeki ihtilâf ve çatışmalarda yüksek yargı açıkça taraf tutarsa ve yasaları çiğneyerek kararlar verirse (tıpkı bugün Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’ın, Danıştay’ın ve HSYK’nın yaptığı gibi) işte o zaman kıyamet kopmaktadır. Bu durumda bir krizin doğmasını engellemek ve düzenin istikrarlı bir şekilde işlemesini sağlamak için, burjuvazinin politik temsilcileri yeni yasalar çıkararak, yargının bozulan tarafsızlığını yeniden sağlamaya çalışacaktır. Tıpkı bugün AKP’nin anayasa değişikliğiyle yapmak istediği gibi!
O nedenle, bugün gerek Kemalist asker-sivil yüksek bürokrasinin, gerekse anayasa değişikliğine “hayır” diyerek bu statükoculara destek çıkan küçük-burjuva solun “yargı bağımsızlığı” konusundaki tutumları, “hayırcı” propaganda yürütmenin ötesinde bir nesnel gerçekliği ifade etmemektedir. Burjuva yargı sistemi daha önce ne ise, şimdi de o olacaktır. Yapılan yalnızca, 12 Eylül rejiminde “tarafsızlık” terazisi iyice bozulmuş olan yüksek yargıda bu terazinin yeniden kurulmaya çalışılmasıdır, hepsi bu! Çünkü bir dönem boyunca 12 Eylül rejiminin infazcısı rolünü oynayan yüksek yargı, 12 Eylül’den sonra da statükonun tarafında işlevini sürdürerek, değişimin önüne bir engel olarak dikilmeye devam etmiştir. Ama tüm bu süreç boyunca hukuk ihlallerine başvurarak da kamuoyu nezdinde itibarını iyice yitirmiştir.
Eğer “hayırcı” solcular, “bizim anlamadığımız” bir “yüksek politika” yapıyorlarsa orasını bilemeyiz! Ama şayet böyle bir şey yoksa, o zaman 12 Eylül faşist rejiminde cuntacı generallerin infazcısı rolünü üstlenmiş ve bizzat faşist cunta tarafından “dizayn” edilmiş olan HSYK ve Anayasa Mahkemesi gibi yüksek yargı organlarının yapısına ve oluşumuna hiç dokunulmamasını istemenin, devrimci politika açısından “yararını” bir izah etseler de biz de öğrensek! Çünkü bizim düşüncemize göre, yüksek yargının yapısına ilişkin getirilen anayasal değişikliğe karşı çıkmak ve “hayır” demek, 12 Eylül’ün uzantısı olan bu organların yapısının aynen devam etmesini istemekten başka bir anlama gelmemektedir.
Öte yandan, anayasa değişikliği paketinde var olan ve küçük de olsa bir ilerlemeyi ifade eden değişiklikler bu “hayırcı” solcular tarafından, “acı ilacın üzerini kaplayan şeker” olarak lanse edilmektedir. Örneğin, Yüksek Askeri Şura ve HSYK kararlarının yargı denetimine açılması; askeri suçlara sivil yargı yolunun açılması; sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmasının önüne geçilmesi; Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının getirilmesi; siyasi amaçlı grevin, dayanışma grevinin, genel grevin önündeki anayasal engelin kaldırılması; memurlara ve emeklilere “toplu sözleşme” hakkının tanınması; bir sektörde birden çok sendikaya üye olmayı yasaklayan maddenin kaldırılması; yurt dışına çıkış kısıtlamasının daraltılması; anayasanın geçici 15. maddesinin kaldırılarak 12 Eylül darbecilerine yargı yolunun açılması; kadınlar, yaşlılar, çocuk ve engelliler için pozitif ayrımcılığın önünün açılması gibi değişiklikler, bu hayırcı solcularımıza göre birer aldatıcı “şeker”dir!
Böyle bir “mantığa” sahip olan “sosyalistler”e, kadınların, yaşlıların, çocukların, engellilerin yaşamını kolaylaştıracak önlemler geliştirmek pek bir şey ifade etmiyor anlaşılan! Doğru, onlar devrim yapınca çok daha ileri kazanımlar sağlanacaktır bu konularda; onları beklemek gerekiyor! Bir de şu 15. maddenin kaldırılması ve 12 Eylül darbecilerine yargı yolunun açılması meselesi var. Bu konuda da çok “tutarlılar” hayırcı solcularımız. Diyorlar ki, bu madde yasalaşsa bile AKP Kenan Evren’i asla yargılamayacaktır, yalan söylüyor! Bak bu konuda haklılar “hayırcı” solcularımız. Bir burjuva partisi olan AKP elbette ki yargılamayacaktır Evren’i. Ama zaten AKP’nin kendisi de yargılayacağını hiçbir zaman söylemedi ki. Yoksa “hayırcı” solcularımız burjuva AKP’den mi bekliyordu 12 Eylülcülerin yargılanmasını? “Hayırcı” solcuların ne düşüneceklerini bilemeyiz ama, yüzlerce devrimciyi katleden, binlercesini işkenceden geçiren, on binlercesini zindanlarda çürüten ve yüz binlerce insanı yerinden yurdundan eden 12 Eylül’ün cellâtlarından, işkencecilerinden vb. hesap soracak ve onları yargılatacak olanlar devrimci işçi sınıfıdır, komünistlerdir, gerçek demokrat insanlardır. Bu güçler, kitlesel eylemlerle, etkinliklerle, toplantılarla 12 Eylül döneminin insanlık düşmanı uygulamalarını ve onun arkasında duran büyük sermaye çevrelerinin ikiyüzlülüğünü mutlaka teşhir edip, kamu vicdanında da mahkûm edeceklerdir. O nedenle, günümüzde 12 Eylül’ün gizli savunucusu konumundaki statükocu Kemalist cepheye destek sunan “hayırcı” solcularımız, demagojik söylemlerini bir yana bıraksınlar da yukarıda sıralanan ve her biri faşist 12 Eylül cuntasının anayasasından kurtuluşun kapısını aralayan bu yeni düzenlemeleri neden reddettiklerini, anlayacağımız bir dille açıklasınlar!
link: Mehmet Sinan, Anayasa Tartışmaları ya da Burjuva Siyasal Düzenin Değişim Sancıları, 3 Eylül 2010, https://marksist.net/node/2488
Referanduma Doğru: İşçi Sınıfının Tutumu
Faşist Rejimlerin Çözülme Süreçleri Üzerine