Covid-19 salgını bir yılını tamamlamış durumda. Salgının yalnızca bir sağlık sorunu olarak kalmadığı açık. Bu salgın kapitalizmin içine düştüğü krizin gizleyici örtüsü olarak daha ne kadar kullanılabilecek, bilemiyoruz. Egemenlerin salgın bahanesini kendi ihtiyaçları doğrultusunda daha ne kadar kullanacaklarını da zaman gösterecek. Ancak salgının kendisinin de, bahanesi olduğu krizin de evvela yoksulları vurup tarumar ettiği aşikâr. Bu durumun şaşırtıcı ya da tesadüf olduğunu söylemek mümkün değildir. Tarih boyunca yaşanmış bütün salgınlarda egemen sınıflar kendilerini korumanın ve hastalığın esas yükünü yoksul emekçilere yıkmanın bir yolunu bulmuşlardır.
Zamanı yavaşça geçmişe doğru saralım ve İstanbul Boğazında bir gezinti yapalım. Boğazın muhteşem sularında ilerlerken yeşilin, mavinin neredeyse her tonuna rastlarsınız. O güzelim renkleriyle erguvan çiçekleri arasındaki ihtişamlı yalıların, konakların, sarayların ve koruların yanından ilerliyoruz. Bilenler bilir, bugün bu yapıların sahil yoluna bakan girişleri koca duvarlarla çevrilidir. Oradan geçerken boğaz manzarasını da yalıları da görmek mümkün değildir. Malûm buralarda ikamet edenler rahatsız edilmek istemezler, güzelim boğaz manzarasını yalnız kendilerine isterler. Bir zamanlar tarihi İstanbul da bu konaklar gibi etrafı koca koca surlarla çevrili bir şehirmiş. Yedi tepeli şehir diye anılan İstanbul bugünkü gibi geniş bir alanı değil surların içinde kalan bölgeyi tarif edermiş. Boğaz kıyıları ise bu tarihi şehrin dışında kalırmış. O zamanlar boğazın o ferah havasını solumak için şehrin dışına, boğaz sahillerine çıkılırmış. Bugün çoğu insanın imrenerek baktığı bu konakların hangi maksatlarla yapıldığını ve kimlerin, niçin o nefis havayı soluduğunu biliyor muydunuz peki?
Osmanlı’da “taun” denilen kara veba salgını yayılmaya başladığında padişahlar, hanedan ve saray erkânı salgından korunmak için İstanbul’u terk edip genellikle Edirne’ye, Balkan şehirlerine giderlermiş. Hastalık geçmeden de dönmezlermiş. Fatih Sultan Mehmet fetih sırasında dahi vebadan sakınmak için şehir değiştirmiş. Bu şehir değiştirme işi 16. yüzyılın başlarına kadar devam etmiş. Şehir değiştirmenin zorlukları karşısında saraylıların çareleri tükenmemiş elbet. Salgın yaz ve bahar aylarında arttığından boğaz kenarına inşa edilen yazlık saraylara, iç kesimlerdeki büyük kasır ve köşklere taşınmaya başlamışlar. Kelli felli paşalar, varlıklı aileler, elçiler, diplomatlar boş durur mu? Onlar da vebadan korunmak için boğaz kenarına yaptırdıkları yalılarına, konaklarına yerleşip salgını burada atlatırlarmış. Ferahlık yayılan bu gösterişli yapıların duvarlarından adları sanları hiçbir kitapta anılmayan, salgından kırılıp giden yoksul halkın çilesi, ağıtları geçmezmiş elbet. Sanki hiç yaşamamış gibi, kahırla gelip acılar içinde giden Osmanlı tebaasından yoksullar, sarayın kayıtlarına ancak belli belirsiz rakamlar olarak geçermiş. İşte o adı sanı bilinmeyenlerin kahırlı yüreklerinden taşan acılar, salgının yarattığı çaresizlik duygusu kısacık bir dörtlükte şöyle dile gelmiş:
Gitti koç yiğitler, ağlar anası
İş Mevlâdan geldi, nedir çaresi
Sağ u sol yanında veba yarası
Kudret hançerini vurdu bu sene
Sadece Osmanlı’nın saraylıları değil, Avrupa’nın zenginleri de halkın ağıtlarına kulaklarını tıkamış. Kale duvarlarıyla örülü şehirlerinin içerisinde zenginler, salgının bulaşma ihtimalinin çok az olduğu geniş taş evlerde yaşayıp salgına karşı birçok önlem alırlarmış. Bu önlemleri yetersiz bulduklarında ise şehir dışında villalar yaptırırlarmış. Şehirden uzak şato ya da malikânelerinde tertemiz doğanın, yemyeşil ormanların ortasında salgından korunmaya çalışırlarmış. Önlemler bununla da kalmazmış; bu zengin ve güçlü zevat, kentteki evlerine dönmeden önce evleri sülfürle dezenfekte ettirirlermiş. Elbette onca hizmetkârları dururken gidip kendi elleriyle sülfürleme yapacak halleri yok! Üstelik sülfürle dezenfekte edildi diye hemen kalkıp evlerine gitmezlermiş. Hizmetkârların dezenfekte ettiği evlerine birkaç haftalığına yoksul bir kadın yerleştirirlermiş ve bu süre içinde kadın ölürse villalarında kalmaya devam edip kente dönmeyi ertelerlermiş. Demek ki egemenlerin, kalburüstü tayfanın tıyneti Osmanlı’da da Avrupa’da da değişmiyor, aynı oluyor. Her zaman önce kendi çıkarları, kendi sağlıkları, kendi emniyetleri geliyor. İnsan olanın boğazının düğümlenmesine neden olan türden yöntemler karşısında “ya yoksul halk ne durumdaymış?” sorusunun yanıt bulması zor olmayacak gibi.
Bu tür salgınların herkese eşit muamele etmediğini, sınıfsal farklılıkları nasıl da ortaya koyduğunu geçmişin Avrupa kentlerinin dar sokakları bize şöyle gösterir: Saman ve toprak dolgulu ıslak keresteden yapılan, basık tavanlı, üst üste inşa edilmiş ahşap evlerin pencereleri tahta perdelerle ya da gazlı kâğıtlarla kaplanır. Bu yoksul evlerinin akarsu sistemi ve tuvaletleri yoktur ve insanlar hayvanlarıyla birlikte aynı evde yaşamak zorundadır. Yeterince beslenemedikleri, temiz ve ferah yaşam alanlarına sahip olamadıkları için mikroplara karşı direnç gösteremezler. Sefalet içindeki kentlerin düzensizliği, pisliği salgının yoksul evlerinde daha fazla yayılmasına neden olur. Salgının musallat olduğu biçare yoksullara bir mezar taşı bile çok görülür. Yoksul insanlar, adını ve yerini kimsenin bilmediği, bilmek isteyenin olmadığı toplu mezarlara gömülür.
Salgınların yüzyıllar boyunca tekrar tekrar nüksettiği görülüyor. Kayıtlara geçen salgınlar 1300’lü yıllardan başlayıp şiddeti artıp azalarak 1700’lerin sonuna kadar devam etmiştir. Tıp alanında kaydedilen gelişmeler bu tür salgınların yayılmasını bir nebze olsun geriletebilmiştir. Tıp alanındaki gelişmeler, mücadeleler ve tarihsel faktörler sayesinde Avrupa’dan başlamak üzere daha geniş kitleler tıbbi çözümlere ulaşma fırsatı bulmaya başlamışlardır. Tıp, henüz tam anlamıyla egemenlerin kontrolüne girmemişken, namuslu bilim insanları, bulunan aşıların, koruyucu önlemlerin ve tedavi yöntemlerinin geniş kitlelere ulaşması için çaba göstermişlerdir. Buna paralel olarak Avrupa’da gelişen işçi sınıfı mücadelesi sağlık alanında da çeşitli kazanımlar elde edilmesini sağlamıştır. Öte yandan egemen sınıfın farklı bölükleri, toprak sahipleri ve tüccarları salgınlar karşısında kendi sınıfsal çıkarlarını öne çıkartma çabasından bir an olsun vazgeçmemiştir.
Salgınların ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye yayılmasının başta gelen nedeninin ticaret gemileri ve kafileleri olduğu yüzyıllardır biliniyor. Hastalıkların yayılmasını ve oluşacak can kaybını engellemek için alınması gereken kimi önlemler egemenlerin sınıfsal çıkarlarına ters düştüğü için müdahalelerle karşılaşmış, farklı yönlendirmeler yapılmıştır. Salgına karşı ticaret kafilelerine ve gemilere uygulanacak çeşitli karantina yöntemlerinin ticareti azaltacağı, kazancı düşüreceği gerekçesiyle tedbirlere engel olunmuştur. Toprak sahiplerinin oluşturduğu grupların itirazları ise sağlıkla pek ilgili değildir. Onlar, toplu ölümler ve ölüleri gömmekle görevlendirilen insanların sayısının artması nedeniyle büyük işgücü kaybı olduğundan çalışacak insan bulamamaktan, ürünlerini vaktinde toplayamamaktan şikâyet ediyorlardı. Egemenlerin o dönem gösterdikleri sınıfsal refleksler size de tanıdık geliyor mu?
Her şeyi, her durumu, her felâketi kendi sınıfsal çıkarlarını korumak ve geliştirmek için fırsat olarak kullanan egemenler bugün de Covid-19 salgınını bir incir yaprağına çevirdiler. Hem de her şeyin, siyasal ve ekonomik istikrarsızlığın, krizin, kapitalizmin ölçülemez düzeydeki çürümesinin üzerini örten bir incir yaprağı. Pandemi neredeyse yarım asırdır sinsice devreye sokulan neoliberal saldırı politikalarının tüm dünyada sağlık sistemlerini nasıl da iflas ettirdiğinin bir göstergesi oldu. Ama egemenlerin kimisi salgınla çok iyi bir mücadele yürüttüklerini ileri sürüyorlar, kimisi sağlık sisteminin çökmesinin nedenini uygulanan politikalara değil salgının vurduğu insan sayısına bağlıyorlar. Tıbbi imkânların bu gelişmişlik düzeyinde bile temizlik, maske ve mesafe üçlemesiyle sorunu tek tek bireylerin sırtına yıkıyorlar.
Milenyum dönemecinden bu yana görülen ve bazısı son derece ölümcül olan çeşitli salgınları sıradan önlemelerle geçiştirenler Covid-19 pandemisini sağlık dışında daha başka bir amaçla, bambaşka bir biçimde ele aldılar. Önlem adı altında getirdikleri yasaklar ve uygulamalarla tüm dünyada insanları demokratik haklar ve özgürlükler bakımından bileklerinden değil zihinlerinden zincirlediler. Kapitalist sistemin karar alıcılarının bu yasakları insani nedenlerle uygulamaya soktuklarını düşünmemiz için hiçbir sebep yok. Çünkü bu sömürücülerin sicilleri tabak gibi ortadadır. Daha fazla zenginlik istemeye devam etmeleri, yoksul emekçilerin taleplerine kulak tıkamaları egemenlerin tıynetinin kanıtıdır. Kendileri saraylarında, konaklarında zenginlik içinde yaşarken, önlemlerden bahsedip, işçileri insanlık dışı koşullarda fabrikalarda çalıştırmaya devam edenler onlar değil mi? Açlık, yoksulluk, savaş ve hatta susuzluktan kırılan ailelerin, çocukların, yoksul milyonların, milyarların dünyasıyla onlarınki arasında hiç ortak bir nokta olabilir mi? Bir yandan yoksulluğu büyüten, bir yandan sağlık hizmetlerini daha da pahalı hale getirerek yoksul halk için ulaşılmaz kılan onlar değil mi? İşçiler en ufak bir talepte bulunduğunda bu talepleri baskı ve şiddetle bastırmaya çalışanlar onlar değil mi?
Tarihler farklı olsa da, virüslerin, hastalıkların ismi değişse de egemen sınıfın tıyneti, bizleri aldatmak için sarf ettikleri zehirli sözleri, sinsi önlemleri dün de bugün de aynı amaca yöneliktir: Nalıncı keseri gibi hep kendilerine yontmak, zenginlik ve güçlerini arttırmak! Bilmeliyiz ki kapitalizm insan sağlığını virüslerden çok daha fazla tehdit ediyor. Sadece insanlığı değil tüm canlı yaşamı tehdit ediyor. İnsanlığın ulaştığı bilimsel, teknik ilerleme düzeyi, pek çok sorunla, hastalıkla baş edebilmenin, mutlu, sağlıklı ve uzun yaşamlar sürebilmenin olanaklarını barındırıyor. Fakat toplumu değil sadece kendilerini, kendi çıkarlarını düşünen kapitalist sömürücüler bu olanaklara el koyuyor. Çürümüş kapitalizmin zincirlerinden kurtulmak, kapitalizme karşı mücadele etmek bizleri gerçek sağlığımıza ve özgürlüğümüze ulaştıracaktır.
link: Ayşe Çelik, Vebadan Covid-19’a Egemenlerin Tıyneti, 14 Aralık 2020, https://marksist.net/node/7130
İşçi miyiz, Eleman mı?