Salgın gündeminin ve iktidar bloku içinde süren kavgaların tozu dumanı arasında “tek adam rejiminin” 2021 bütçe teklifi Meclis Plan ve Bütçe Komisyonunda 27 Kasımda kabul edildi. En genel anlamıyla bütçe devletlerin bir yıllık gelir ve giderleri belirledikleri cetveldir. Kapitalist sistemde ister parlamenter rejimlerde isterse totaliter rejimlerde olsun değişmeyen şey bütçenin sermaye sınıfının çıkarlarına göre hazırlandığı gerçeğidir. Bütçe gelirlerinin büyük bir kısmı işçi ve emekçilerden alınan dolaylı ve dolaysız vergilerden oluşurken giderler kısmında emekçilerin payına çok az şey düşer. Bu açıdan bakıldığında 2021 bütçesinin önceki bütçelerden bir farkı bulunmuyor. Ancak bütçenin hazırlanması ve Meclise geliş süreci ile gelir ve gider kalemlerinin detaylarına baktığımızda 2021 bütçesinin hem totaliter rejimin karakterini ortaya koyduğunu hem de iktidarın iç ve dış siyasetinin yanı sıra izlediği ekonomi politikalarının sonuçlarını yansıttığını söyleyebiliriz. Covid-19 arkasına gizlenen ekonomik krizin emekçiler üzerindeki yükü giderek ağırlaşırken, sağlık ve eğitim alanındaki sorunlar büyürken, rejimin tercihi krizin faturasını işçi sınıfına kesmekten, başta yandaş sermaye olmak üzere sermayeye kaynak aktarmaktan ve savaş bütçesini büyütmekten yana olmuştur.
2018 krizinden bu yana toparlanamayan ekonomi, iktidarın politikaları nedeniyle daha da kötüleşmiştir. Son iki yıldır bütçe açıkları sıçramalı olarak artmıştır. 2020 bütçesinde hedeflenen bütçe açığı 138,9 milyar lira iken yılın ilk 9 ayında 140,6 milyar liralık bütçe açığı gerçekleşmiştir. Hazine ve Maliye Bakanlığının açıkladığı Orta Vadeli Programlarda belirlenen büyüme hedefleri kısa sürede geçersizleşmekte ve her seferinde “yeni” etiketi yapıştırılarak sunulan programlarda hedefler aşağı çekilmektedir. Son olarak Eylül ayında açıklanan YEP’te 2021 yılında bütçe açığının Gayri Safi Yurtiçi Hasılaya (GSYH) oranı yüzde 2,9 olarak hedeflendiği halde, Ekim ayında sunulan bütçede bu oran yüzde 4,9 olarak güncellenmiştir. “Hesapsız kitapsız faiz düşürme sevdası uğruna sadece döviz cephesinde son 1,5 yıl içinde 110 milyar doların üzerinde bir para havaya savrulmuştur. Bol keseden dağıtılmış krediler cephesinde ne gibi sonuçlar olacağı henüz belli değildir. İşçi sınıfı ve emekçiler açısından mesele kapitalizmin çerçevesi içinde şu ya da bu sermaye fraksiyonunun izlediği bir ekonomi politikasının «başarısız» olmasından ibaret değildir. Bu çöküşün bedeli her zaman olduğu gibi başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçilerin sırtına bindirilmektedir, bindirilecektir. Yükselen meta fiyatları dolayısıyla gitgide artan hayat pahalılığı, artan vergiler, artan işsizlik, azalan gelirler vb. şimdiden bunu göstermektedir.”[1] 2021 bütçesi de bu anlamıyla gelinen noktanın göstergesi niteliğindedir.
2020 bütçesinde öngörülen 2021 bütçe toplamı 1 trilyon 196 milyar lira iken, 2021 bütçe toplamı 1 trilyon 346 milyar lira olmuştur. Aradaki 150 milyar liralık farkın esas olarak artan faiz ödemelerinden kaynaklandığı anlaşılıyor. Nitekim 2021 bütçesinde faiz ödemelerine 180 milyar lira ayrılmış bulunuyor. 2019 ve 2020 yılında paraya sıkışan iktidar çözümü borçlanmakta bulmuştur. Son iki yılda ağırlıklı borçlanma yurtdışına yapılan devlet tahvilleri ve hazine bonosu satışı üzerinden gerçekleşmiştir. Sadece 2020’nin ilk 7 ayında devlet tahvilleri ve hazine bonosu hesabı toplamı 400 milyar lira, iç borç faiz ödemeleri toplamı ise 59,3 milyar lira olmuştur. Keza devletin iç borç stoku yine son iki yılda dramatik bir yükseliş kaydetmiştir. 2019 yılında 156 milyar lira, 2020’nin ilk 7 ayında ise 291 milyar liralık bir artış yaşanmış ve Temmuz ayı itibariyle iç borç stoku toplamda 1 trilyon lirayı geçmiştir. Devletin dış borcu ise 97 milyar dolardır. İktidarın ekonomi politikaları milyarlarca liralık borç ve faiz yükünün emekçilere bindirilmesi sonucunu getirmiştir.
2021 bütçesinde hedeflenen bütçe açığı ise 245 milyar lira olarak açıklanmıştır ki, bu rakam bütçenin neredeyse beşte birine tekabül etmektedir. 180 milyar liralık faiz ödemelerini çıkardığımızda 65 milyar liralık bütçe açığının arka planında sermayeye aktarılan kaynaklar, teşvikler, vergi indirimleri, muafiyetleri ve istisnaları bulunmaktadır. 2021 bütçesi GSYH’nin yüzde 5,8 oranında büyüyeceği hesaplanarak yapılmıştır. Mevcut koşullarda bu oranda bir büyüme pek mümkün görünmemektedir. Böyle bir durumda borçlanmanın artması ve bütçede tahmin edilenden daha büyük bir açık oluşması ihtimali yüksektir.
Rejimin keyfiliği ve sınıfsal meşrebi
2021 bütçesi geçmiş yıllardan farklı olarak yasada belirlendiği sürede ve şekilde Meclise getirilmedi bu yıl. Dahası bütçe Meclise teslim edilmeden bir gün önce Resmi Gazetede bütçe sistemine ilişkin bir değişiklik yayımlandı. Buna göre fonksiyonel bütçe sınıflandırması kaldırılarak performans esaslı program bütçe sistemi getirildi. Bir gün sonra sunulan bütçe bu yasal değişikliğe göre hazırlanmıştı. Fonksiyonel sınıflandırmanın kaldırılmasının bütçe harcamalarının ayrıntılarını görmeyi engellediği tartışmaları bir yana ortada haklı bir soru var: Siyasi iktidar nasıl oldu da bir gün içinde yeni sisteme göre bütçe hazırlayabildi? Böyle bir şey mümkün olamayacağına göre iktidarın kanun teklifinin yasalaşmasını beklemeye ihtiyaç duymadığı besbellidir. Bu durum şaşırtıcı olmamakla birlikte totaliter rejimin karakterini yansıtan örneklerden biri olmuştur. Kanunlar, komisyonlar, Meclis formaliteden ibarettir. Zira rejim ihtiyaç duyduğu kanunları, yürürlükte olan kanunları çiğneme pahasına istediği gibi çıkarabilmektedir.
Tek adam rejiminde Plan ve Bütçe Komisyonu görüşmeleri bir formaliteden ibaret olsa da iktidarın sınıfsal meşrebini göstermesi açısından muhalefet partilerinin sunduğu ve MHP-AKP oylarıyla reddedilen önergelerden bazılarını burada aktarmakta yarar var. Görüşmeler sırasında asgari ücretlilerden vergi alınmaması, emeklilikte yaşa takılanların emekli edilmesi, atama bekleyen 200 bin öğretmenin atamasının yapılması, işsiz 5 milyon gencin KYK borçlarının silinmesi, okulların depreme dayanıklı hale getirilmesi için MEB bütçesine 10 milyarlık ek ödenek ayrılması, her haneye ihtiyaç sınırına kadar doğalgaz ve elektriğin ücretsiz sağlanması, koronavirüs aşısının herkese ücretsiz yapılmasına ilişkin önergeler reddedilmiştir.
Bütçe gelirlerinde her zamanki gibi en büyük kalemi vergiler oluşturuyor. İşçi ve emekçilerden kesilen gelir vergisi yüzde 20’lik artışla 200,6 milyar lira olurken, Katma Değer Vergisinden (KDV) elde edilecek gelir yüzde 13,7 oranında arttırılarak 190,5 milyar olarak belirlendi. Ancak turizm işletmelerinden alacağı 1 milyarlık konaklama vergisini torba yasayla bir yıl ertelediğini unutan iktidar, komisyon görüşmeleri sırasında bütçeye koyduğu bu gelir kalemini çıkarınca oluşan açığı KDV gelirini arttırarak kapatma yoluna gitti. “Ekonomide meydana gelebilecek canlanma” gerekçesiyle KDV gelirini 1 milyar lira attıran iktidar, ne hikmetse bu “canlanma”dan sermayeye değil emekçilere pay çıkacağını düşünerek bedelini emekçilere ödetmeyi tercih etti.
Vergi gelirlerinde en büyük kalemi yüzde 11’lik artışla 215 milyar liraya çıkarılan Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) oluşturuyor. Buna karşılık şirketlerden alınan kurumlar vergisi miktarı sadece 112 milyar liradır. Toplam vergi gelirlerinin artış oranı yüzde 16,4’e tekabül ederken kurumlar vergisinden elde edilecek gelir artışının sadece yüzde 0,9 oranında olmasının beklenmesi dikkat çekicidir. Bunun sebebi tahmin edileceği gibi sermayeye yapılan vergi indirimleri, muafiyetleri ve istisnalarıdır. Nitekim Hazine ve Maliye Bakanı Lütfi Elvan bütçe görüşmelerinde yaptığı konuşmada sermayeye yapılan kıyakları şöyle açıklıyor: “Salgının ekonomideki olumsuz etkilerini gidermek amacıyla 29,4 milyar lira vergi ödemesi ile 40 milyar liralık sosyal güvenlik prim ödemesini erteledik. Ayrıca, başta yeme-içme, eğitim, konaklama, ulaştırma, sinema, tiyatro ve müze hizmetleri olmak üzere birçok alanda sektörel katma değer vergisi indirimlerini hayata geçirdik.” Elbette burada sözü edilen indirim ve ertelemeler küçük esnaflar, işçi ve emekçiler için değil asıl olarak sermaye için uygulanmıştır. Önce Ekim ayında Resmi Gazetede yayımlanan bir kararla yüze yakın şirketin milyarlarca lira tutarındaki girişimlerine on milyonlarca liralık vergi istisnası sağlandı. Ardından Kasım ayında çeşitli vergi indirimleri, para cezalarının silinmesi, vergi borçlarının ertelenmesi ve yapılandırılması ile ilgili maddeler içeren torba yasa kabul edildi. İktidarın sermayeye kıyağı bununla sınırlı kalmadı elbette. Aynı torba yasada İşsizlik Sigortası fonunu patronlara peşkeş çeken pek çok madde de bulunuyordu.
İşçilere gelince gelir vergisini peşin peşin alan iktidar asgari ücrete vergi muafiyeti getirilmesi talebine kulaklarını tıkamıştır. Alınan vergileri gelire oranladığımızda asıl vergi rekortmenleri işçilerdir. OECD’nin raporuna göre Türkiye’de bekâr bir işçinin brüt ücretinin yüzde 43’ü gelir vergisi, sosyal güvenlik katkı payları ve KDV’ye giderken OECD ortalaması yüzde 41,5’tir. İşçi evli ve iki çocuklu ise bu oran OECD ortalamasında yüzde 26,4’e düştüğü halde Türkiye’de yüzde 37’nin üzerindedir. Üstelik bu hesaba sigara, alkollü içecek ve dayanıklı tüketim mallarından alınan ÖTV yükü dâhil edilmemiştir.[2]
Bugün işsizlik 10 milyonun üzerine çıkmış, milyonlarca işçi ücretsiz izin ve kısa çalışma dayatmasıyla karşı karşıya kalmıştır. Enflasyon yükselmiş, reel ücretler ve alım gücü düşmüştür. Bu koşullarda ayakta kalmaya çalışan milyonlarca işçi ve emekçiyi vergi yükü altında ezerken, sermayeyi vergi yükünü hafifleterek kanatlandırması iktidarın sınıfsal meşrebini göstermektedir.
Totaliter rejimin alâmetifarikası: Cumhurbaşkanlığı ve savaş bütçesi
Baştan belirtelim ki, Cumhurbaşkanının tasarrufunda olan tek kalem Cumhurbaşkanlığı bütçesi değildir. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı ile Strateji ve Bütçe Başkanlığına ayrılan bütçenin yanı sıra örtülü ödenek kullanımının tasarrufu da Cumhurbaşkanındadır. 2018 yılında kurulan İletişim Başkanlığının görev ve amacı, sadeleştirerek söyleyecek olursak rejimin içeride ve dışarıda propaganda faaliyetlerini yürütmektir. Ekonomik krizin derinleştiği ve kitlelerin algısını yönetmenin zorlaştığı koşullarda bu başkanlığın bünyesinde Eylül ayında “Stratejik İletişim ve Kriz Yönetimi Dairesi Başkanlığı” adıyla bir de algı yönetimi merkezi kuruldu. 2021 yılı için İletişim Başkanlığına 422 milyon lira, Strateji ve Bütçe Başkanlığına ise 10 milyar lira ödenek ayrıldı. Bu bütçeden diğer kurumlara yedek ödenek aktarma ve diğer kurumların ödenek fazlasını (bütçe ödeneklerinin yüzde 10’unu aşmamak kaydıyla) buraya aktarma yetkisi Cumhurbaşkanında bulunuyor. Cumhurbaşkanlığı ödeneği ise yüzde 28 oranında arttırılarak 4 milyar lira oldu. Bunun 2,3 milyarı mal ve hizmet giderlerine ayrılmış durumda. Gelelim örtülü ödeneğe… Başkanlık sistemine geçişin ardından 2018 yılında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameyle “kapalı istihbarat ve kapalı savunma hizmetleri, devletin milli güvenliği ve yüksek menfaatleri ile devlet itibarının gerekleri, siyasi, sosyal ve kültürel amaçlar ve olağanüstü hizmetlerle ilgili Devlet ve Hükümet icapları için kullanılmak üzere” örtülü ödenek kullanma yetkisi Cumhurbaşkanlığına verilerek bu miktar genel bütçe başlangıç ödenekleri toplamının binde 5’i olarak belirlendi. Bu hesaplamaya göre Cumhurbaşkanı 2021 bütçesinden 6 milyar lira örtülü ödenek kullanabilecek. Bütün bu kalemleri topladığımızda yaklaşık 21 milyar liranın Cumhurbaşkanının tasarrufunda olduğu ortaya çıkıyor. Üstelik bunun 6 milyar lirası için hiçbir hesap vermesi gerekmeyecek.
Rejimin içeride baskıyı arttırmak ve dışarıda yürüyen emperyalist savaşa dâhil olmak üzerine inşa ettiği iç ve dış siyasetinin devam edeceğinin en önemli göstergesi “savunma ve güvenlik” adı altında ayrılan savaş bütçesi oldu. Bütçenin programlar dağılımına bakıldığında “toplum güvenliği” kalemine 66 milyar lira, “ulusal savunma ve güvenlik” kalemine 87,6 milyar lira olmak üzere toplam 154 milyar lira ödenek ayrıldığı görülüyor. Yani eğitim, sağlık, konut gibi temel ihtiyaçlara aktarılması gereken kaynak silaha ve savaşa ayrılacak. Böylece içeride koronavirüs bahanesiyle yoksulluğun alt basamaklarına doğru itilen emekçiler “sabır ve dua” telkinleri kâfi gelmezse devletin sopasıyla sindirilmeye çalışılacak, rejimin emperyal dış politikaları da aynen devam edecek. “Bugünkü yoksullaşma, işsizleşme bu saldırgan ve masraflı politikalara indirgenemezse de, bunlarla ilgisiz değildir. Aksine arada hayli sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Bütçede rejimin askeri harcamalarının boyutları her geçen gün şişerken, yabancı ilaç şirketlerine milyarlarca dolar borç takıp bu salgın günlerinde emekçiler için sıradan grip aşısının bile temin edilmemiş olmasına varıncaya kadar bir dizi irili ufaklı sorunda bu politikaların parmak izi vardır.”[3]
Sağlık ve eğitim hakkı yine yok sayıldı, milyonların hayatı umursanmadı
2021 bütçesinde sağlık ve eğitim için ayrılan ödenekler iktidarın halk sağlığını ve işçi çocuklarının eğitimini hiçe saydığını ortaya koyuyor. Milli Eğitim Bakanlığına 146,9 milyar lira ödenek ayrılmış durumda. Bunun 103 milyar lirası personel giderleri için kullanılacak. Bütçe programlarına göre ise temel eğitim, ortaöğretim ve yükseköğretim programlarının yanı sıra engelli eğitimi ve özel eğitim programlarına, hayat boyu öğrenme programı ile yurtdışı eğitim programına ayrılan ödeneklerin toplamı 211 milyar lira olarak görünüyor ve iktidar bütçede sağlıktan sonra en büyük payı eğitime ayırmakla övünüyor. Ancak cafcaflı sözlerin altında ciddi bir eğitim sorunu yatıyor. Eğitimin niteliği yerlerde sürünürken pandemi gerekçesiyle okulların kapatılması ve ardından uzaktan eğitime geçilmesiyle nitelik sorununa eğitime erişim sorunu eklendi. “Durumun vahametini rakamlarla ortaya koymak için bizzat Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un yaptığı açıklamayı hatırlamak gerekiyor. Bakan Selçuk, çocukların %20’sinin interneti olmadığını çekincesiz bir şekilde ifade etmişti. Oysa eşitsizliğin çok daha katmerli olduğu su götürmez bir gerçektir. TÜİK Hanehalkı Bilişim Teknolojileri Kullanım Araştırmasının 2020 verilerine göre, hanelerin %51’i sabit bağlantı (ADSL, kablolu internet, fiber vb.) ile internete erişim sağlarken, %87’si mobil bağlantı ile internete erişim sağladı. 2019 verilerine göre, masaüstü bilgisayar bulunan hane oranı %17,6, taşınabilir bilgisayar bulunan hane oranı %37,9, tablet bulunan hane oranı %26,7. OECD tarafından yapılan Covid-19 Salgınında Eğitim çalışmasında ise Türkiye, 77 ülkenin yer aldığı «eğitim ve ödev için kullanabileceği bilgisayarı olan öğrenciler» sıralamasında 64. oldu.”[4] Durum fazla söze yer bırakmayacak denli ortada. Bu koşullarda eğitime ayrılan bütçenin yetersizliği de ortada. Her ne kadar bütçenin detaylarını göremesek de, Milli Eğitim Bakanlığının uzaktan eğitimin sorunlarını ve sorumluluğunu öğretmenlere ve ailelere yıktığını, uzaktan eğitimle birlikte yakıcı ihtiyaç haline gelen bilgisayar ve internetin ailelere temin edilmesiyle ilgili bir planının bulunmadığını biliyoruz.
Sağlık konusunda da benzer bir tablo çıkıyor karşımıza. Yine öve öve bitiremedikleri sağlığa ayrılan bütçeye bakalım şimdi… 2021 bütçesinden Sağlık Bakanlığına ayrılan pay 77,6 milyar lira. Bütçe programlarına baktığımızda ise koruyucu sağlık programına 19 milyar lira, tedavi edici sağlık programına ise 59,9 milyar lira ayrıldığını görüyoruz. Sadece bu veri bile iktidarın halk sağlığı konusuna nasıl baktığını görmek için yeterlidir. Koronavirüs salgını koruyucu sağlığın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterdi. Nitelikli bir sağlık hizmetinin olmazsa olmazı koruyucu sağlık sistemidir. Ancak bugün koruyucu sağlık hizmetinin temel unsuru olan aile sağlığı merkezlerinin hali pürmelâli ortadadır. Olanakları, doktor ve sağlık personeli sayısı sınırlıdır. Genel olarak hastanelerin ve sağlık çalışanlarının sayısı da yetersizdir. Salgınla birlikte sağlık çalışanlarının üzerindeki yük artmış, milyonlarca insanın sağlığa ulaşımı kısıtlanmış, pek çok hastalığın tedavisi ya yarım kalmış ya da hiç başlamamıştır. Sağlığa ayrılan bütçe, iktidarın sağlık hizmeti anlayışının maske-mesafe-hijyen üçlemesini sürekli tekrarlayarak sorumluluğu halkın sırtına yüklemekten ibaret olduğunu bir kez daha göstermiştir.
30 Ekimde İzmir’de yaşanan deprem konut sorununun yakıcılığını acı bir şekilde gözler önüne sermişti. Türkiye bir deprem ülkesi olmasına rağmen iktidarın depreme yönelik etkili bir önlem almaya niyetinin olmadığı 2021 bütçesiyle doğrulanmış oldu. Çevre ve Şehircilik Bakanlığına bütçeden ayrılan ödenek 3,3 milyar ile sınırlı kalırken afet yönetimine ise sadece 3,6 milyar lira ayrıldı. İstanbul gibi 17 milyon nüfuslu bir şehirde olası bir depremde on binlerce binanın yıkılacağı öngörülüyor. Böylesi bir yıkımın yaşanması halinde mevcut olanakların yetersiz kalacağı, büyük bir kaos yaşanacağı ortada değil mi? Bizzat Çevre ve Şehircilik Bakanı bütçe görüşmelerinde yaptığı konuşmada nüfusun yüzde 71’inin deprem riski olan alanlarda yaşadığını, Türkiye genelinde 1,5 milyon, İstanbul’da da 300 bin bağımsız birimin çok acil bir şekilde dönüşmesi gerektiğini söylemesine rağmen ortada yandaş sermayeye peşkeş çekilen rantsal projeler dışında elle tutulur bir şey yok.
Sermayeye milyarlarca lira kaynak, yoksullara dua ve sadaka
Yap-İşlet-Devret (YİD) modeliyle yaptırılan ulaştırma projelerine ilişkin “trafik garantileri ve katkı ödemeleri” için Karayolları Genel Müdürlüğü bütçesinden 14,5 milyar lira, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığının bütçesinden 540 milyon lira; Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle yapılan şehir hastaneleri için Sağlık Bakanlığının bütçesinden 16,4 milyar lira sermayeye aktarılacak. Böylece YİD ve KÖİ projeleri üzerinden 2021 bütçesinden sermayeye aktarılan kaynak 31 milyar lirayı buluyor. Ayrıca sermayenin ödemesi gereken 27 milyarlık sigorta primi de bütçeden karşılanıyor.
Buna karşılık iktidarın yoksullukla mücadele programına ayırdığı kaynak 38 milyar lira. Sermayeye aktarılan milyarların yanında bu meblağ devede kulak kalmakla birlikte iktidarın yoksul emekçileri sadakayla oyalamaya devam etmeyi hedefliyor. Ancak iğneden ipliğe her şeye gelen zamlarla birlikte artan hayat pahalılığı karşısında 38 milyar liralık bir kaynak milyonlarca yoksulun derdine derman olmaktan çok uzaktır.
İktidarın elinde boş mideleri, hoşnutsuz kitleleri avutacak çok daha işlevli başka bir aygıt bulunuyor. Diyanet İşleri Başkanlığı! Koronavirüs salgınında filyasyon ekibinin yanı sıra hastaların kapısını çalan, bir ihtiyaçları olup olmadığını soranların en başında Diyanet görevlileri geliyor. Giresun’daki sel felaketinde, Elazığ ve İzmir depremlerinde felâket bölgesine gitmeyi hiç ihmal etmedi Diyanet İşleri Başkanı. İktidarın adeta propaganda aygıtı gibi çalışan Diyanet’e 2021 bütçesinden ayrılan pay 7 bakanlığı geçerek 13 milyar lira oldu. Diyanet bütçesinin 10 milyardan fazlası, sayısı 180 bini bulan personeline maaş olarak ödenecek. Buna karşılık merkezi bütçenin programlar dağılımında “din hizmetleri ve yaygın din eğitimi” için ayrılan miktar 11 milyar lira olarak gösteriliyor. Bu da demek oluyor ki, Diyanet’e ayrılan bütçenin dışında da yüklü bir miktar dindar ve kindar nesiller yetiştirmek için kullanılacağı gibi giderek daha fazla yoksullaşan ve hoşnutsuzluğu artan kitleleri yatıştırmak için de kullanılacaktır.
Salgın bahanesiyle ekonomik krizin faturası bütçe üzerinden işçi sınıfına kesilmektedir. Totaliter rejimin varlığı ve işçi sınıfının örgütsüz oluşu tabloyu daha da ağırlaştırmaktadır. İşçi sınıfının sermayeye değil eğitime, sağlığa, konuta, ulaşıma, sosyal güvenliğe bütçe ayrılmasını talep etmesi ve krizin faturasını ödemeyi reddetmesi, aynı zamanda rejime karşı ortak bir mücadeleyi büyütmesi anlamına geliyor.
[1] Levent Toprak, Ekonomide “Yerli ve Milli” Hüsran, marksist.com
[3] Levent Toprak, Emperyal Dış Politikanın Uçurum Yolculuğu, marksist.com
[4] Ceyhan Duru, Pandemide Eğitim: Eşitsizlik ve Çelişkiler Derinleşiyor, marksist.com
link: Demet Yalçın, Rejimin 2021 Bütçesi, 5 Aralık 2020, https://marksist.net/node/7124
Bu Yalnızca Bir Manzara Resmi mi?
İngiltere: Salgın Dalgasından İşsizlik Dalgasına