6 Ağustos 1945. Güneşli bir Pazartesi sabahına uyanan Hiroşima sakinleri rutin işleriyle meşguller. Her zamanki gibi işçiler güne erkenden başlamış çalışıyorlar. Kimisi daha varamamış işe, telaşlı bir şekilde yol alıyor. Kadınlar, erkekler, yaşlılar, gençler; kimileri evde, kimileri bahçede, kimileri hastanede… Çekik ve daima gülen gözleriyle çocuklar… Kimisi minicik gövdesiyle bisiklete binmeye çalışıyor, kimisi sokakta bilye oynuyor, kimisi annesinin kucağında uyukluyor. Hiroşima’da gökyüzü berrak, gök masmavi görünüyor.
Mavi göğün altında burjuvazinin “bilimi” yine iş başında. Burjuvazinin hizmetindeki “bilim insanları” muazzam bir şey icat etmişler. Birazdan insanlığın daha önce hiç görmediği bir şey gerçekleşecek. Japonya’nın Hiroşima kentinde günlük hayatlarına devam eden insanlar hiç beklemedikleri bir anda, saat 8:15’te bir ışıkla birlikte yeryüzünden silinecekler. Aynı anda uçağında gözlem yapan ABD’nin “dahi bilimcisi” kendi kendine şöyle diyecek: “Vay canına! Gerçekten de patladı!”
Deneme tahtasında Japonya
2. Dünya Savaşından uzun bir süre önce fizikçiler atomun karmaşık yapısını derinlemesine araştırmaya giriştiler. 1938 öncesinde ABD Başkanı Roosevelt, atom bombası araştırmaları için gizli çalışmaları başlatmıştı. Ona göre atom bombasına Almanlardan önce sahip olunması gerekiyordu. Gizli bir şekilde üniversitelerde, sonra çöllerde, boş vadilerde denemelere başlandı. 2. Dünya Savaşının sonlarına gelindiğinde projede yaklaşık 120.000 kişi görevlendirilmişti. İlk deney ABD’nin güneybatısında ıssız çöllerden birinde gerçekleştirildi. Korkunç patlama sonrasında çöl kumları ısıdan cama dönüşmüş, bombanın patlatıldığı çelik kule eriyip buhar olmuştu. Artık ABD dünyaya gücünü göstereceği bir ölüm oyuncağına sahipti!
1945 Nisanında Roosevelt’in ölümünün ardından başkanlık koltuğuna Harry S. Truman oturmuştu. ABD ve müttefik devletler, Japonya’nın kayıtsız şartsız teslim olmasını istiyordu. Bu nedenle ABD, Birleşik Krallık ve Çin, Postdam’da gerçekleştirdikleri konferansta ortak bir deklarasyon yayınladılar. Fakat Japonya bu ültimatomu reddetmişti. Bu durum ABD’nin oyuncağını hem Japonya’ya hem de dünyaya göstermesi için eşsiz bir fırsattı. Atom bombası ilk kez bir yaşam alanında denenecekti. Sonrasında benzerlerini duyacağımız üzere ABD bunu, sözde savaşın uzamaması ve daha fazla insanın ölmemesi için yapacaktı. Ne yüce bir karar ama! Yalancı ve düzenbaz muktedirler maksimum zararı yaratmak için her şeyi planlamıştı. Bombanın atılacağı şehirlerin ve patlama saatinin belirlenmesi, bombanın patlama anında yerden yükseklik mesafesi vs. en ince ayrıntısına kadar hesaplanmıştı. Bombalamanın planlandığı tarih öncesinde, Hiroşima’da hava saldırısının kesildiği haberleri yayıldı. Böylece Japonya’nın diğer kentlerinden insanların kısa sürede, hava bombardımanının yapılmayacağı Hiroşima’ya göç etmeleri sağlandı. Koordinatlar özellikle insanların yoğun yaşadığı yere göre belirlendi ve insanların yoğun bir şekilde sokaklarda olduğu bir saat seçildi. Bombanın sadece coğrafyaya değil de doğrudan yüzeydeki canlılara etki göstermesi ve etki sınırlarının olabildiğince genişlemesi için yerden 600 metre yüksekteyken patlatılması kararlaştırıldı ve öyle de yapıldı.
Evet, insanlık tarihinin en yıkıcı bombası ilk kez Hiroşima semalarında patladı. Hiç beklenmedik bir anda güneşten bir parça olarak nitelendirilen devasa bir ışık topuyla karşılaştı Japonya. Ve saliseler içinde etraftaki her şey ya buhar oldu uçtu ya da kömüre döndü. Patlama önüne kattığı ne varsa yakıp yıkıp geçmiş, küle dönmeyen her şey şekil değiştirmiş, erimiş, başkalaşıma uğramıştı. Patlamadan sonra da korkunç etkiler devam etti. Patlama sonrası açığa çıkan radyasyon nedeniyle insan vücudundaki her bir su zerreciği kaynayarak korkunç acılar çektirdi anında ölmeyenlere. Sonra gökyüzünde dev bir mantar bulutu belirdi. İşte Nâzım’ın dizelerinde bahsettiği Japon Balıkçısı’nı öldüren de aynı buluttu:
Balık tuttuk yiyen ölür.
Elimize değen ölür.
Bu gemi bir kara tabut,
lumbarından giren ölür.
Balık tuttuk yiyen ölür
birden değil, ağır ağır,
etleri çürür, dağılır.
Balık tuttuk yiyen ölür.
Bu devasa zehirli bulut nesilden nesile aktarılacak acıları, hastalıkları, sakatlıkları kısacası ölümü simgeliyordu. Bir süre sonra şehre yağmur yağmaya başladı. Zehirli bulutun zehirli yağmurları yağıyordu. Kara bir yağmur! Su içmek için acıyla inleyen insanlar ağızlarını gökten yağan bu simsiyah suya açmışlardı. Kara buluttan dökülen kara yağmurlarla su diye radyasyon içiyorlardı.
ABD’nin attığı atom bombası Little Boy (Küçük Oğlan) yaklaşık 1,5 km çapında bir alanı tamamen dümdüz etmişti. İlk aşamada 80 bin kişinin ölümüne neden olan bomba, tesirini ileriki günlerde de gösterecek ve 1945’in sonuna doğru 140 bin insanın acılar içinde hayattan kopmasına neden olacaktı. Bununla birlikte yaşam alanları, hayvanlar, bitkiler hiç var olmamış gibi Hiroşima’dan silinip gidecekti. Hiroşima’da tam bir can pazarı yaşanırken 6 Ağustostan üç gün sonra aynı bulut 400 km güneydeki Nagazaki kentine ölüm yağdıracaktı. 9 Ağustosta saat 12’yi 2 geçe ABD’nin Fat Man (Şişman Adam) ismini verdiği bir başka atom bombası Nagazaki’ye atıldı. Hiroşima gibi Nagazaki’de de 70 bine yakın insan küle döndü. Bombanın etkisiyle insan bedenlerinden geriye sadece gölgeler kalmıştı. Bu bir benzetme değil, gerçekten insanların gölgelerinin izi kalmıştı yok oldukları yerde; atomik gölgeler…
İki şehirde yerde kalan izler de şehrin üstüne düşen kara bulutlar da bir süre sonra görünmez oldu. Ama radyasyonun etkileri ana rahmine sonradan düşen bebeklerde bile görülmeye devam etti. Radyoaktif maddelerin havaya, toprağa, suya karışması insanların yıllar boyunca zehirli kimyasallarla beslenmesine neden oldu. Bombanın patladığı alandan kilometrelerce uzakta olan insanlar dahi radyasyonun yarattığı ağır hastalıklara maruz kaldılar. Kanserler, kalp damar hastalıkları, genetik bozulmalar meydana geldi ve neticesinde yavaş ve acılı bir ölüme mahkûm oldular. Hiroşima ve Nagazaki savaş sonrasında yeniden inşa edildi fakat aradan 75 yıl geçmesine rağmen, insanlarda açtığı yaralar hâlâ kapanmadı. Her sene, yaşanan acıların tekrarlanmaması ve emperyalist savaşların son bulması için Japonya’da mücadeleci işçi ve emekçiler seslerini yükseltiyor, savaşın sorumlusu burjuvaziye karşı öfkelerini haykırıyorlar.
İnsanlığı boğan kapitalizmdir
Rus öykü ve oyun yazarı Anton Çehov’a göre eğer ilk perdede sahnede bir silah varsa, oyunun devamında mutlaka patlayacaktır. Kapitalizmin sahnesinden ne silahlar ne de savaşlar hiç inmemiştir. Hele ki silahlanma yarışının hiç kesilmeden devam ettiği ve hatta hız kazandığı bugün o silahların dekordan ibaret olduğunu iddia edebilmek en hafif deyimle abestir. Teknoloji ve bilim gelişiyor ve bu gelişme ölümcül silahların da yıkıcılığını arttırıyor. Dünyayı yerle bir edebilecek nükleer silahların kapitalizmin deposunda hazır beklediği sır değil.
Güncel verilere göre dünyadaki toplam nükleer başlık sayısı 13.400’dür.[*] Bu verilere göre nükleer başlık sayısında azalma olduğu söylenmektedir. Fakat es geçilen nokta şudur ki nükleer silahların yaratacağı tehlikeyi ölçmede sadece başlık sayısı veri değildir. 2. Dünya Savaşından bugüne geçen sürede nükleer silahların etki alanları ve yıkıcılığı kat be kat artmıştır, artmaya da devam etmektedir. Özellikle ABD ve Rusya, nükleer savaş başlıklarını, füze, uçak dağıtım sistemlerini ve nükleer silah üretim tesislerini geliştirmek için kapsamlı projeler üretmektedir. Bu projelere büyük bütçeler akıtılmaktadır. Silahlanma yarışındaki diğer ülkeler de daha küçük çaplı da olsa yeni silah sistemleri geliştirmekte büyük adımlar atmaktadırlar. Örneğin Çin, nükleer cephaneliğini geliştirmede önemli bir aşamada bulunmaktadır. Yeni kara ve deniz temelli füzeler ve nükleer yetenekli uçaklardan oluşan nükleer bir filo geliştirerek bir ilke imza atmaktadır. Hindistan ve Pakistan nükleer kuvvetlerinin büyüklüğünü ve çeşitliliğini yavaş yavaş arttırırken, Kuzey Kore askeri nükleer programına öncelik vermeye devam ediyor. Kısacası emperyalizm çağında sahnenin her yanını silahlar sarmış durumda ve “oyun yazarları” bu silahları süs olsun diye koymuyorlar. Savaşın son deminde hiç beklenmeyen bir anda Hiroşima ve Nagazaki’de patlatılan bombalar bu durumun tarihteki en acı örnekleridir.
Japonya deneyiminden sonra, özellikle emri veren Başkan Truman’ın nasıl da vicdan azabı çektiği, sürekli “onca çocuk, onca çocuk” diye kendi kendine söylendiği yazılıp çizildi. Asla sivil halkın hedef alınmaması gerektiği ve nükleer silahsızlanma üzerine de çok sözler edildi. Ama ısrarla söylediğimiz gibi vicdanlı bir kapitalizm mümkün değildir. Yaptıkları yapacaklarının teminatıdır. Madem savaş onca acılar getirdi, bugün Ortadoğu’daki kan gölü neden durulmuyor? Durulması bir yana savaş yeni cepheler, alanlar yaratarak devam ediyor. Rakamlara bakılırsa nükleer silahsızlanma bir yana ölüm makineleri büyük heveslerle yenilenerek ve arttırılarak üretilmeye devam ediliyor. Hem de bugün hâlâ insanlık suya, ekmeğe ve süte muhtaçken… Fakat kapitalist sistemin doğası budur. Gün ortasında karanlık, kapitalizmin doğasının ürünüdür. Dün olduğu gibi bugün de insanlık nefes alamıyor, boğulmaya çalışılıyor.
Tarihsel olarak miadını doldurmuş olan kapitalizmin ömrünü bir nebze daha uzatmak için kafa patlatan burjuva ideologlar sistemin revize edilmesi gerektiğini savunuyorlar. Fakat şairin dediği gibi “Bu gemi bir kara tabut, Bu deniz bir ölü deniz”. Kapitalist sistem karanlıktan, acıdan, ölümden başka bir şey getirmiyor ve getiremez de. Çünkü içinde ölümleri çoğaltan kara bir tabut kendi de çürümeye başlar. Bu nedenle kavgamız yeni bir tabuta sığdırılmak için değildir. Bu kavga dünya işçi sınıfının en sonuncu kavgası olacaktır. Örgütlü işçi sınıfı bu çürümüş kokuşmuş kara tabutu parçalayarak yakacak, küllerini dahi yeryüzünden silecektir. İşte o zaman gerçek bir barış gelecektir dünyamıza. İşte o zaman huzurla nefes alacaktır insanlık ve dünya…
link: Başak Güler, Bu Düzen Bir Kara Tabut, 6 Ağustos 2020, https://marksist.net/node/7003
İşçi Evden Çalışsın, Patronların Masrafları Azalsın!
İstanbul Sözleşmesi Aynasında Muktedirlerin Sancısı