Kapitalizmin tarihsel krizinin kendisini küresel ölçekte ağırlaşan bir yıkım tablosuyla açığa vurmasıyla neoliberal paradigma pek çok alanda büyük bir sarsıntı geçiriyor. Birkaç aydır yaşananlar ise bu sarsıntının çok daha şiddetli hale geldiğini gösteriyor. Özellikle devletin ekonomiye görülmedik ölçülerde müdahale etmesi, onyıllardır papağan gibi tekrarlanan neoliberal savlara ciddi bir darbe daha indirmiştir.
Bilindiği gibi devletin ekonomiye şu ya da bu biçimde müdahil olmasının tüm sorunların anası olduğu iddiası, 1980’lerden itibaren körüklenen neoliberalizmin en temel savıydı. O dönemde ABD Başkanı Reagan, “devlet sorunlarımıza çözüm değildir; devlet sorundur” diyerek bu bakış açısını özetlemekteydi. Buna göre, büyük devlet borçlarının, verimsiz kamu iktisadi teşekküllerinin, “toplumun sırtında yük haline gelen” sosyal güvenlik sistemlerinin ve en önemlisi de ekonomik krizlerin sebebi, devletin ekonomideki ağırlığı ve müdahalesiydi! Devlet sadece “temel” fonksiyonlarını icra edecek şekilde alabildiğine küçültülmeli, ekonomiden elini çekmeli, piyasayı özel teşebbüse terk etmeliydi; gerisini serbest piyasa kendi kurallarını işleterek hallederdi!
Böylelikle, bu politikaların hayata geçirildiği onyıllar boyunca, kârsız görülen devlet işletmelerinin tümü tasfiye edilirken, eğitim, sağlık, enerji, iletişim, ulaşım gibi sektörler çok büyük ölçüde özelleştirilip sermayenin kârlı sömürü alanları haline getirildi. Sermaye türlü teşviklerle fonlanıp üzerindeki vergiler azaltıldı; yetmezmiş gibi işçi sınıfının daha yoğun sömürülmesini sağlayan her türlü yasal düzenleme birbiri ardına sökün etti. Bu arada, kapitalist devletin temel baskı aygıtları olan polisin ve ordunun güçlendirilmesi, “devletin küçültülmesi gerektiği” savıyla hiçbir zıtlık teşkil etmiyordu burjuvaziye göre. Aksine bu “kamu güvenliği” ve “düzenin istikrarı” için bir zaruretti! Gerçekte başlarındaki sopa ve ayaklarındaki prangadan başka hiçbir anlama gelmeyen bu burjuva devleti fonlamak ise dolaysız ve dolaylı vergilerle yine işçi ve emekçi sınıflara düşecekti doğal olarak.
Bu politikalar yukarıda sözünü ettiğimiz neoliberal propaganda eşliğinde onyıllar boyunca uygulandı. Ne var ki bu süreçte ne iddia edildiği gibi kitleler refaha erdi, ne krizler ortadan kalktı, ne devlet borçları azaldı, ne de burjuvazi başı sıkıştığında devleti imdada çağırmaktan vazgeçti. Üstelik neoliberalizmin şahlanış döneminde burjuva ideologların üzerinde tepindiği devletçilik, 2008 kriziyle birlikte uzun yıllardır görmediği kadar itibar kazanmaya başladı. IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kurumlar, devletçiliğin kapitalist ekonomiyi yıkıma sürükleyen bir politika olarak damgalanmasında birincil düzeyde rol oynamışken, söz konusu kriz neoliberalizmin amentüsünün mimarı olan bu kurumları da değişime kapı aralamak zorunda bırakmıştı. Kapitalizmin içine girdiği derin krizin toplumsal patlama dinamiklerini fazlasıyla arttırdığının farkında olan bu kurumlar, Keynesçi uzmanlara yeniden itibar eder olmuşlardı. Bu, devletin ekonomik ve toplumsal rolünün artması gerektiği görüşünün giderek daha yaygın bir kabul görmesine paralel bir değişimdi. Elif Çağlı o günlerde kaleme aldığı bir yazısında şöyle diyordu:
“Burjuva ideolojisinin dönem dönem genel anlamda devletçiliğe yönelttiği saldırılar her ne olursa olsun, işin gerçeğinde kapitalistler kendi devletlerinin ekonomik yaşamda her zaman kendilerine şu ya da bu şekilde yardımcı bir rol oynamasını isterler. İçinden geçilen sanayi çevriminin niteliğine göre bu yardım talebinin biçimi ve düzeyi değişebilir; ama kapitalist devlet öyle ya da böyle ekonomik yaşama elini uzatmayı sürdürür. Bugün yaşanana benzer büyük kriz dönemlerinde ise, kapitalist devletin ekonomiye müdahalesi, sermaye birikiminin önündeki engellerin temizlenmesi gibi yakıcı bir ihtiyaçtan kaynaklanır. Böylesi dönemlerde kapitalist cepheden yükselmeye başlayan «devletçilik» övgüsünün altında, devletin büyük fonları güçlü tekelleri daha da güçlendirecek biçimde dağıtması arzusu yatar.”[1]
Kriz dönemleri aynı zamanda sermayenin gücünün test edildiği, güçlü olanların ayakta kalırken, zayıfların elenip büyüklere yem olduğu dönemlerdir. Böylesi dönemlerde iflaslar, birleşmeler, yutulmalar, sermayenin yoğunlaşmasının ve merkezileşmesinin tezahürü olarak hız kazanır. “Çürüklerin” piyasadan elenmesi, sistemi sağlıklı işleyişe kavuşturan “yaratıcı bir yıkım” olarak görülür.[2] Ne var ki bu yıkım, derinleştirdiği çelişkilerle ve şiddetlendirdiği toplumsal sorunlarla kapitalist sistemi enkazı altında bırakacak büyüklükte bir yıkımsa, bu noktada devlet düzenin bekasını sağlamak üzere bir regülatör olarak devreye girer. Kapitalizm tarihinin en büyük kriziyle sarsıldığı bugünlerde de “devlet müdahalesi” serbest piyasanın işleyişi için elzem ilan ediliyor yine. Tekelci sermayenin yayın organlarından The Economist’e “Büyük devlet geri döndü” başlıkları attıran devletçi ve korumacı uygulamalar kapitalizmin can yeleği olarak devreye sokulurken, burjuva devletler birbiri ardına açıkladıkları kurtarma paketleriyle sermayenin imdadına yetişmeye çalışıyorlar. “Covid-19 salgınının yol açtığı ekonomik ve toplumsal yıkımı hafifletme” bahanesiyle trilyonlarca dolarlık fonlar seferber ediliyor. Bu fonlardan emekçilerin payına kırıntılar düşerken, batmasına izin verilemeyecek kadar “önemli” görülen tekeller her zaman olduğu gibi aslan payını alıyor.
Meselâ Covid-19 salgınıyla birlikte getirilen seyahat kısıtlamaları nedeniyle pek çok havayolu şirketi batarken, burjuva devletlerin güvenli kolları bu sektörün devleri için ardına kadar açılmıştır. Devletleştirmelerden çeşitli düzeylerdeki hisse alımlarına, ucuz kredilere ve karşılıksız mali yardımlara uzanan devlet desteklerinde en ileri gidilen ülke İtalya’dır. İtalyan hükümeti, Alitalia’nın iflasa sürüklenmesi üzerine bu şirketi tamamen devletleştirme kararı almıştır. Kârlı gördüğü devlet şirketlerinin üzerine atlayan özel teşebbüsün, zarara geçtiğinde bu şirketleri tüm borçlarıyla birlikte yeniden devlete kakalaması kapitalist sistemde devletleştirmelerin ne anlama geldiğinin gayet açık bir örneğidir. Türkiye’de aynı sektörde faaliyet gösteren Pegasus’un CEO’su da “güncel uygulamaların birleşmelerin ve devletleştirmelerin kaçınılmaz olduğunu gösterdiğini”[3] söyleyerek aslında bu gerçeği itiraf etmektedir. Eh, kârı kendisinin dokunulmazı olarak görürken, zarar edince bunu devlet aracılığıyla tüm toplumun üstüne yıkmaya çalışmak ne de olsa burjuvazinin mottosudur!
Nitekim İtalya bu adımı atarken, Trump hükümeti ABD’deki havayolu şirketleri için 58 milyar dolarlık bir kurtarma paketini devreye sokmuş, Alman devleti de ülkenin en büyük havayolu şirketini iflastan kurtarmak için harekete geçmiştir. Bu amaçla Lufthansa’ya 6 milyar euroluk doğrudan mali yardımda bulunan Alman devleti, şirket hisselerinin yüzde 20’sini satın alarak toplamda 9 milyar dolarlık kaynak aktarma kararı almıştır. AB tarafından da onaylanan bu karara göre, hükümet, Lufthansa’nın dış alımlardan korunması için devletin hisse payını yüzde 25 artı 1 hisseye çıkarabilecektir.
Devletin koruyuculuğuna sığınan büyük havayolu şirketlerinden biri de Air France’tır. Fransız devleti Air France için 7 milyar euroluk bir kurtarma paketi açıklamış, ardından da onu Hollanda izlemiştir. Hollanda Kraliyet Havayolları KLM’nin içinde bulunduğu krizi atlatması için Hollanda devleti bu şirkete 3,4 milyar euroluk destek sağlama kararı almıştır. Böylelikle 2004’te iki şirketin birleşmesi sonucu oluşan Air France-KLM ortaklığı, zaten %14’er hissesi bulunan bu iki devletten toplam 10 milyar euronun üzerinde kurtarma yardımı alacaktır.
Tüm bunlar, ulus-devletlerin varlığının sermaye açısından vazgeçilmez olduğunun ve bu varlığın sermayenin emrine amade olduğunun bir sektör üzerinden sergilediğimiz göstergeleridir. Ancak söz konusu uygulamalar ne bu sektörle ne de söz konusu ülkelerle sınırlıdır. Örneğin İngiltere’de, savaş dönemleri haricinde ekonomiye şimdiye dek görülen en kapsamlı devlet müdahalesini gerçekleştiren bir hükümetin başında bulunan Muhafazakâr Partili Boris Johnson, kendisinin komünist olmadığını ama “serbest girişim için uygun koşulları yaratmanın hükümetin görevi olduğuna” inandığını söylemektedir.
Bir zamanlar sermaye dolaşımının önündeki tüm engellerin kaldırılması için serbest ticaret anlaşmalarını dayatan emperyalist devletlerin, krizin derinleşmesiyle birlikte tam ters uçta adımlar attıkları da görülüyor. Trump’ın “Amerika’yı yeniden büyük yap” sloganıyla izlediği korumacı politikalar ticaret savaşı boyutuna ulaşırken, diğer devletler de benzeri adımlara yöneliyorlar. Meselâ geçtiğimiz haftalarda Alman hükümeti, stratejik açıdan önemli alanlardaki şirketlerin yabancı sermaye tarafından satın alınmasını zorlaştırmak üzere dış ticaret yasasında değişikliğe gitmiştir. Daha önce AB dışından bir yatırımcının bir Alman şirketini satın almasına güvenlik ve kamu düzenine yönelik “gerçek bir tehlike oluşturması” durumunda müdahale edilebilirken, yeni düzenleme “bir tehlike oluşturabileceği öngörüsü”nü müdahale için yeterli görmektedir. Bu düzenleme, Alman devletinin “stratejik açıdan önem taşıyan şirketlerin” hisselerini satın alarak bu şirketlere ortak olabilmesini de kolaylaştırmaktadır. Öte yandan koronavirüs salgınıyla birlikte sağlık sektörünün stratejik bir önem kazanmasıyla, “kamu düzenini ya da güvenliği tehlikeye atabilecek” şirketler arasına ilaç ya da aşı üreten veya geliştiren şirketler de dâhil edilmiştir. Merkel hükümetinin Ekonomi Bakanı, bu düzenlemeleri, “çok liberal” olan dış ticaret hukukunun Almanya’nın güvenlik çıkarları doğrultusunda değiştirileceğini söyleyerek savunmaktadır. Bir zamanlar her türlü devlet müdahalesini sosyalizm olarak nitelendirip tukaka ilan eden neoliberallerin geldiği nokta işte budur.
Burjuva hükümetlerin koronavirüs salgınını bu tür korumacı adımlar için fırsat olarak değerlendirdikleri aşikârdır. Bununla birlikte bu düzenlemelere sermayenin farklı kesimleri kendi çıkarları doğrultusunda farklı tepkiler yükseltmektedir. Söz konusu düzenlemeleri zorunlu görenlerin yanı sıra şiddetle karşı çıkanlar da bulunmaktadır. Örneğin Alman Kimya Sanayii Birliği bu düzenlemenin özel mülkiyet hakkına ciddi bir müdahale anlamına geldiğini söyleyerek hükümeti eleştirirken, Alman Sanayicileri Federal Birliği de yabancı yatırımların önüne yeni engeller çıkarılmaması uyarısında bulunmuştur. Nihayetinde sermaye bir yandan ulus-devlete kendi çıkarlarını koruyan bir araç olarak muhtaçken, bir yandan da dünya pazarının ulus-devletlere bölünmesinin yarattığı engelleri aşma güdüsü içindedir. Bu çelişkili durum ekonomik kriz dönemlerinde çok daha keskin hale gelmektedir. Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi,
“Kapitalizmin küresel gelişimi, ulus-devlet çerçevesinde örgütlenmiş olan kapitalist işleyişi gerçekten de zorluyor. Bu eğilimin bindirdiği şiddetli bir basınç vardır. Günümüzde çarpıcı biçimde yaşandığı üzere, sermayenin dünyasal hareket serbestisine sahip olma arzusu ile rekabet karşısında ulus-devletin koruyuculuğuna sığınma ihtiyacı çatışmaktadır. Her iki eğilim de gerçekliğin bir parçasıdır ve bunlar zıtların birliği temelinde yol alıyorlar. Marx «sermayenin ulusu yoktur» derken, onun vatan ya da millet gibi ayrımlara takılmayıp, en yüksek kârın peşinden gideceğini anlatmak istemişti. Ama diğer yandan aynı sermaye, rakip güçlere kafa tutmak istediğinde kendi ulus-devletini kutsama riyakârlığından da asla uzak durmayacaktı.”[4]
“Sosyalizmi önlemek için kısa bir süreliğine hepimiz sosyalist olmalıyız!”
Kapitalizmin hayati bir tehlike içine düştüğü bu tarihsel kriz döneminde burjuva hükümetlerin açıkladıkları destek paketleri ve çeşitli türden devlet müdahaleleri tüm burjuva mahfillerde değerlendirmelere konu oluyor. Neoliberal safların biraz kendi iç ikna ve özürcülük faaliyeti olarak da görülebilecek bu değerlendirmeler, devlet müdahalesinin neden zorunlu olduğunu ve neye hizmet edeceğini açıklamaya odaklanıyor. Örneğin burjuva zirvelerin sözcülerinden Financial Times “akıllı ve hedefli devlet müdahalesi kapitalizmin kriz sonrası büyümesine yardım edebilir” diyerek ekonomiye devlet müdahalelerinin gerçekte ne için yapıldığını şöyle itiraf ediyor:
“Hükümetlerin emek, kredi, mal ve hizmet mübadelesi için özel piyasalara son iki aylık karantina sürecinde olduğu kadar hızlı ve derinden müdahale edebileceğini hayal etmek bir komünist devrim haricinde zordur. Bir gecede milyonlarca özel sektör çalışanı kamu bütçelerinden ödeme çeklerini almış ve merkez bankaları finansal piyasaları elektronik paraya boğmuştur. Pandeminin sosyalizmi getirdiğinden endişe duyulması gayet normaldir. Buna rağmen paradoks, bugünün acil önlemlerinin serbest piyasaların ve kapitalist ekonominin uzun vadeli sağlığını korumak için zorunlu oluşudur. Bu kurumlara değer verenler (…) bu eşi görülmedik müdahaleyi memnuniyetle karşılamalıdırlar.”
Aynı yazıda, liberal demokratik kapitalizm “herkesin özgürlük ve refah arzusunu karşılayabilecek en iyi sistem” olarak kutsanırken, onun “kendi kendine yeterli olmadığı” ve “zorluklara karşı dirençli olması için korunup kollanması gerektiği” söyleniyor: “Yıkıcı acil durumlar –savaşlar, salgın hastalıklar ve doğal afetler– sadece hükümetlerin koruyabileceği riskler getirir. İnsanları bu korumadan yoksun bırakan saf liberalizm ilk krizinde çöker.”
Neoliberal paradigmanın daha önceki ideolojik argümanları düşünüldüğünde, bunların tam aksi yöndeki vurgular olması dikkat çekicidir ama şaşırtıcı değildir. Burjuvazi dönemsel ihtiyaçları ve genel çıkarları doğrultusunda oportünistçe ağız değiştirme esnekliğine sahiptir. Aşağıdaki vurgular da bununla uyumludur:
“Serbest piyasalar, herkesin girme imkânı olduğu zaman en iyi şekilde işler, bu da devletin akıllı, şeffaf ve orantılı zemin kuralları sağlamasını ve son çare olarak sosyal güvence sunmasını gerektirir. Hükümetlerin Covid-19’a karşı zorunlu savaşta yaptıkları tam da bu sonuncusudur. Aldıkları pek çok destek önlemi pahalıya mal olmuştur, ne var ki bunlar aynı zamanda, kriz sona erdiğinde serbest piyasaların daha güvenli bir şekilde geri dönüşüne ve kendi kendini idame ettiren bir kapitalizme yatırımdır.”[5]
Burjuvazinin devrimci bir tehditle karşı karşıya kalan düzeni kurtarmak için her türlü yalana, manipülasyona ve elbette oportünizme başvurduğunu biliyoruz. Tıpkı İngiliz sağının temsilcilerinden The Times gazetesinin başyazarının kaleminden dökülen şu sözlerde itiraf edildiği gibi: “Sosyalizmi önlemek için kısa bir süreliğine hepimiz sosyalist olmalıyız.” Burjuva oportünizmini, krizin patlak verdiği 2020 Martında sarf edilen bu sözlerden daha iyi ne anlatabilir acaba?
Burjuva hükümetlerin sermayeyi ve sermaye düzenini korumak için gerçekleştirdiği kurtarma operasyonları, devletleştirmeler ve ekonomiye devlet müdahalelerinin diğer türden biçimleri yeni şeyler olmadığı gibi, bunların son derece manipülatif biçimde “sosyalizm” olarak nitelendirilmesi de yeni değildir. Örneğin yine sermayenin sözcülerinden Newsweek, 2008 krizinde Obama’nın 800 milyar dolara yaklaşan bir kurtarma paketini devreye sokmasının ardından, “şimdi hepimiz sosyalistiz” başlığını atmıştı! Bu devasa fon, bankaları ve büyük şirketleri kurtarmak içindi ama devletin bu adımı atması onu “sosyalist bir müdahale” olarak nitelendirmeye yeterliydi Amerikan burjuvazisi için!
Yıkıma uğrayan emekçilerin öfke ve tepkisinin burjuvaziyi fazlasıyla korkutacak boyutlara ulaştığı her büyük kriz döneminde, egemenler düzenlerinin yıkılma tehlikesi karşısında birtakım tavizler vermek ya da en azından verir gibi görünmek zorunda kalmışlardır. Örneğin 1929 krizinde ABD Kongresine yerel yöneticilerden gelen raporlarda “ya şimdi para gönderirsiniz ya da sonra ordu birliklerini!” deniyordu.[6] Emekçi kitlelere kurtuluşu vaat ederek 1933’te iktidara gelen Roosevelt’in başlattığı New Deal politikası da bu toplumsal basınç altında uygulamaya konmuştu.
İşçilerin, çiftçilerin ve işsizlerin yükselen isyanını bastırmak üzere o gün New Deal denen Keynesyen reform programını devreye sokan burjuvazi, bugün de benzer şeyleri tartışıyor. Ne var ki, şimdiye dek emekçi kitleler açısından burjuva ideologların akademik laf salatalarının ötesine geçen bir durum söz konusu değildir. Örneğin Trump yönetimi 6 trilyon dolarlık bir “koronavirüs destek paketi” açıklamıştır, ne var ki bu paketten işçi sınıfının payına sadece kırıntılar düşmüştür, o da kısa süreli olarak.
Bu durum Türkiye için de aynen geçerlidir. Üstelik uygulanan destek paketlerinin en büyük finansörü bizzat işçi sınıfıdır. Devlet işçinin parasını (İşsizlik Fonu) ve kazanımlarını yağmalayıp sermayeye peşkeş çekmektedir. Bu fon çıkarılan yağma yasalarıyla fiilen “devletleştirilip” sermayeyle birlikte iç edilmektedir. Şimdilerde işçinin kıdem tazminatı için de benzer hesaplar yapılmaktadır.
Öte yandan, dev tekelleri kurtarmak üzere seferber olan burjuva devletler, bunların bünyesindeki yüz binlerce işçinin iş güvencesini garanti altına almak için kıllarını kıpırdatmamaktadırlar. Söz konusu tekellerin on binlerce işçiye yönelik işten atma programları çoktan devreye sokulmuştur.
Burjuva devletlerin karşılıksız para basarak ve borçlanarak trilyonlarca doları büyük sermayenin kurtarılması için seferber etmesinin tek bir anlamı vardır: Zaten yıkıma sürüklenmiş olan emekçi kitleleri gelecek kuşakları da dâhil olmak üzere devasa bir borç batağına, dolayısıyla da yüksek vergilere ve kemer sıkma politikalarına mahkûm etmek! Marx boşuna “ulusal zenginlik denilen şeyin modern halkların gerçekten kolektif mülkiyetinde olan yegâne kısmı devlet borçlarıdır”[7] dememiş!
İçinden geçtiğimiz kriz döneminde işçi sınıfı için en büyük tehlikelerden biri, aslında sermayeyi koruyup kollamak üzere uygulanan korumacı ve milliyetçi politikaların uzantısı olarak gerçekleştirilen devletleştirmelerin, “emek yanlısı” ya da “sosyalist” adımlar olarak lanse edilerek emekçi kitlelerin kafasının bulandırılmasıdır. Kapitalizme yönelik hayalleri besleyen bu savlar, gerçekte burjuvazinin, işçi sınıfının her yerinden lime lime dökülen ve acı ve pislik üreten bu sistemi yıkma bilincinin gelişiminin önüne diktiği bariyerlerdir.
İktidarın ve üretim araçlarının mülkiyetinin hangi sınıfın elinde olduğuna bakılmaksızın devletçiliğin sosyalizmle özdeşleştirilmesi, reformizmin ve Stalinizmin etkisiyle sosyalist ve sendikal harekette son derece yaygındır. Oysa Engels’in Anti-Dühring’de de ele aldığı gibi, Marksizm daha en baştan itibaren bu anlayışa cephe alarak işçi sınıfı açısından doğru bakış açısını ortaya koymuştur: “Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özü itibarıyla kapitalist bir makinedir, kapitalistlerin devletidir, toplam ulusal sermayenin ideal kişileşmesidir. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür. İşçiler ücretli işçi, proleter olarak kalırlar. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmaz, bilakis doruğuna tırmandırılır.”[8]
Özgür Doğan’ın Kapitalist Devlet Mülkiyeti ve Özelleştirme başlıklı yazısı da bu meseleye odaklanarak işçi sınıfının bakış açısının ne olması gerektiğini ortaya koymaktadır:
“… ister tek tek burjuvaların, ister grup halinde burjuvaların, isterse de kapitalist devletin elinde olsun, bu mülkiyetin sınıfsal karakteri burjuva olarak değişmeksizin kalır. Görünüşte birbirinden farklı olan bu mülkiyet biçimleri gerçekte bir ve aynı mülkiyet ilişkisi temeli üzerinde yükselirler: kapitalist mülkiyet ilişkisi. Dolayısıyla bir işletmenin devletleştirilmesi onun burjuva mülkiyeti olmaktan çıkmasına yol açmadığı gibi, devlet elindeki bir işletmenin özelleştirilmesi de ona öncesinde sahip olmadığı yeni bir sınıfsal karakter yüklemez. Engels’in dediği gibi; «ne hisse senetli şirketler durumuna dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırmaz.» (Anti-Dühring) Durum bu olduğunda şu noktanın altını bir kez daha çizmek gerekiyor: Kapitalist toplumda devletleştirme ya da özelleştirme, mülkiyetin özü açısından işçi sınıfı için alternatifleri temsil etmezler. Mülkiyet sorunu söz konusu olduğunda, işçi sınıfı açısından tek bir alternatif vardır, o da, bir devrimle kendi iktidarını kurarak, yani kendisini egemen sınıf olarak örgütleyerek, toplumsal mülkiyete giden yolu açmak üzere başlıca üretim araçlarına bizzat kendi devleti aracılığıyla kolektif olarak el koymaktır.”[9]
Kapitalizm büyük bir çıkmaz içindedir ve burjuvazi bu çıkmazdan kurtulmak için yılana sarılmak gerekiyorsa sarılırız düşüncesindedir. Onlar “sosyalizmi önlemek için kısa bir süreliğine hepimiz sosyalist olmalıyız!” derken, devrimci işçi sınıfının buna yanıtı şu olmalıdır: Sizin yalanlarınıza, pis oportünizminize kanmayacağız, rezil düzeninizi başınıza yıkacağız!
[1] Elif Çağlı, Dünyanın Üzerinde Bir Heyula Dolaşıyor (29 Kasım 2008), marksist.com
[2] Örneğin bugünkü krizde izlenen bazı politikaları eleştiren Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir, “koronaya karşı alınan bazı olağanüstü önlemlerin verimsiz işletmelerin piyasadan çekilmesine fırsat vermediğinden” yakınırken şöyle demektedir: “Biz yaratıcı yıkımı yaşamayan yaşatmayan bir ekonomi haline dönüştük. Verimsiz işletmelerin piyasadan çekilmesine fırsat verilmiyor. Onların bitkisel hayata devam etmeleri kaynak israf etmelerine de sebep oluyor. Ben oda başkanı olarak üyelerimin hiçbirinin iflas etmesini istemem. Ama doğanın kuralı olan yenilenmenin de yaşanabilmesi lazım. Maalesef yaşanacak.” (http://www.diken.com.tr)
[4] Elif Çağlı, Küreselleşme, Haziran 2005, marksist.com
[7] Marx, Kapital, c.1
[8] Engels, Anti-Dühring, Sol Yay., Mart 1977, s.441
[9] Özgür Doğan, Kapitalist Devlet Mülkiyeti ve Özelleştirme (8 Kasım 2003), marksist.com
link: İlkay Meriç, Yine Kriz, Yine Hepsi “Sosyalist”!, 30 Temmuz 2020, https://marksist.net/node/6999
Kürt Tarım İşçileri Nefretin ve Yoksulluğun Kıskacında
İktidarın Ayasofya Manevrası