Danıştay 10. Dairesinin 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını 10 Temmuzda oy birliğiyle iptal etmesiyle Ayasofya’nın müze statüsüne son verildi. Ardından Diyanet İşleri Başkanlığına devredilen Ayasofya 24 Temmuz günü şaşaalı bir şekilde ibadete açıldı. Ayasofya’nın tekrar cami olarak kullanılması asıl olarak Türk-İslamcı kesimlerin hayallerini süsleyen, bu gelenekten gelen siyasi partilerin de dönem dönem siyaset malzemesi olarak kullandığı bir argümandır.
İktidar medyası haftalardır Ayasofya gündemini sıcak tutuyor. Tartışma programlarının, haber bültenlerinin gözde konusu Ayasofya olmuş durumda. Sabah gazetesinde bir köşe yazarı şöyle yazıyor mesela: “Yıllar yılı özlemle büyüyen, Türk-İslam beldelerinde buram buram tüten ibadet hasretini bitiren ve dünyadaki bir milyar 700 milyon Müslüman’ı sevindiren kararın mimarı Başkan Tayyip Erdoğan, aldığı dualarla anılacaktır.” Gerçekte Müslüman ülkelerde bu satırları doğrulayan bir “coşku ve sevinç”ten eser olmasa da medya dünyanın dört bir yanından gelen “sevinç haberleri” üretip servis etmekte zorlanmadı. Ayasofya’nın ibadete açıldığı gün kılınan Cuma namazı canlı yayınlandı. On binlerce insanın Ayasofya’ya akın ettiğini gösteren haberler yapıldı. Adeta bir “kurtuluş günü” havası yaratıldı.
Erdoğan da günlerdir verdiği her demeçte Ayasofya’yı gündem ediyor. Aslında Rusya’dan ya da Avrupa ülkelerinden çok sert tepkiler gelmediği halde sanki birileri Türkiye’nin egemenlik hakkını sorguluyormuş gibi “ülkemize Ayasofya konusunda yöneltilen ithamlar doğrudan egemenlik haklarımıza saldırı anlamını taşımaktadır” minvalinde açıklamalar yapıyor. Başka bir konuşmasında “Türkiye bugün yeni bir diriliş mücadelesi veriyor. Dâhili ve harici düşmanların gizli veya açık tüm saldırılarına rağmen yedi düvele karşı vatan müdafaası yapıyoruz” diyor. Oysa aynı Erdoğan geçtiğimiz yıla kadar Ayasofya’nın ibadete açılması taleplerini reddediyor ve hatta bu tartışmaları “tuzak” olarak nitelendiriyor, “ben bir siyasi lider olarak bu oyuna gelecek kadar istikametimi kaybetmedim” diyordu. Peki, ne değişti? Ayasofya’nın müze statüsünün sonlandırılması ve cami olarak ibadete açılması ne anlama geliyor?
“Erdoğan’ın bu adımla, ekonomik sıkıntılarla boğuşan emekçilerin muhafazakâr kesimlerinin gözünü boyayıp imaj tazelemeye çalıştığı açıktır. Bu adım, imaj tazeleme çabasının esasen ideolojik alandan yürütülen bir hamlesidir ve burada Türk-İslam ideolojisinin kadim denebilecek sembollerinden birisi sahaya sürülmüştür. Halk iktisadi krizin altında ne kadar eziliyorsa, onun gözünü «yeni Türkiye» masallarıyla boyamak o kadar daha gerekli hale geliyor. Çözülmekte olan mütedeyyin tabanı bir arada tutabilmek için yeni dinsel-simgesel zaferler gerekiyor ona. İki yıl önce «başkanlık sistemi»yle her şeyin daha iyi olacağını vaat eden ama her vaadi boşa çıkan Erdoğan’ın Ayasofya adımı bu doğrultuda atılmıştır. 1934’te Ayasofya müzeye çevrilirken, iktidardaki otokratlar, içerideki dinci muhaliflere ve dış dünyaya TC’nin Osmanlı’nın geleneğini reddettiğini sembolik olarak da göstermek istiyorlardı. Türk-İslamcı Erdoğan ise bu adımı geri çevirmekle, Osmanlı’yla kurmaya çalıştığı süreklilik bağını da güçlendirmeye çabalıyor. Dolayısıyla denebilir ki, Osmanlı’nın mirasçısı olarak bölgenin yeniden hâkimi olmaya soyunan «yeni Türkiye»nin simgesel ilanlarından biridir bu adım.”[*]
10 yıllık bir geçmişi olan “Yeni Türkiye” söylemi Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduğu 2014 yılında yeniden parlatılmış ve o dönemin koşullarında emekçi kitleler bu söylemin etkisinde kalabilmişti. Ne var ki aradan geçen altı yılda pek çok şey değişti. Emekçilerin yaşam koşulları ağırlaştı, iktidarın dış siyasetteki başarısızlıkları içeriye baskı olarak geri döndü, kutuplaştırma politikaları zirve noktasına ulaştı, demokratik hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar katlanarak arttı, otoriterleşme yolunda hızla ilerleyen iktidar sonunda totaliter bir rejime dönüştü. 2018’de başlayan ekonomik kriz giderek daha fazla etkisini göstermeye başladı. “Yeni Türkiye”nin iddialı argümanlarından biri de 2023 hedefiydi. Türkiye 2023 yılında dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri, dünyada sözü geçen bir ülke olacaktı. Oysa 2023’e şunun şurasında sadece üç yıl kalmışken dünyanın ve Türkiye’nin manzarasına bakıldığında bırakalım ilk 10’a girmeyi, ekonominin mevcut durumunu koruyacağı dahi şüphelidir. Başkanlık sisteminin hiçbir “güzelliğini” görmeyen emekçiler tersine işsizlikle, yoksullukla, baskılarla, yeni hak gasplarıyla boğuşur oldular. Kendisini ve ailesini geçindiremeyen emekçilerin iktidara olan desteği aşınmaya devam ediyor. Hep vurguladığımız gibi ekonomik kriz ve bunun karşısında iktidarın sadece sermayeyi koruyan tutumlar alarak faturayı işçi sınıfına kesmesi geniş kesimleri iktidara siyasal destek verme noktasından uzaklaştırıyor.
Bu nedenle 5-10 yıl önce “Yeni Türkiye”, “Yeni Osmanlıcılık” ya da “Müslüman âleminin koruyucusu Türkiye olacak” türü söylemlerin kitlelerde bulduğu karşılık ile bugünkü aynı değildir. AKP iktidarı her ne kadar bu ideolojik zemini canlı tutmaya, muhafazakâr tabanı konsolide etmeye, içeride ve dışarıda “büyük Türkiye” söylemini diri tutarak durumu kurtarmaya çalışsa da hem istenilen etkiyi yaratması hem de oluşan etkinin uzun süre devam etmesi mümkün değildir. Şimdilik Ayasofya meselesi gündemi bir süre meşgul edebilir ama tarihte ve günümüzde defalarca tanık olduğumuz gibi “yaşam kavgası” denilen gerçek bütün masallara galebe çalar.
Ayasofya’ya nasıl bakmalı?
Emekçiler dini kışkırtmalara, milliyetçi oyunlara gelmemeli, ayrışıp kutuplaşmanın işçi sınıfının gerçek ve yakıcı sorunlarının çözümünün önünde en büyük engel olduğunu bilmelidir. Geçmiş yüzyıllar boyunca egemenler, iktidarlarını korumak amacıyla farklı dinlerden halkları karşı karşıya getirme politikası uyguladılar. Ele geçirdikleri ya da sömürgeleştirdikleri ülkelerdeki kutsal mekânları, yeni efendilerin kimler olduğunu iyice kafalara kazımak ve halklar arasındaki gerilimleri diri tutmak için değiştirdiler. Kiliseler ya da havralar cami, camiler kilise yapıldı. İstanbul Osmanlı tarafından ele geçirildiğinde dünyanın en büyük katedrali olan Ayasofya camiye dönüştürüldü. İspanya’da yüzlerce yıl varlığını sürdürmüş Müslüman Araplardan kalan camileri dönemin Hıristiyan egemenleri kiliseye dönüştürdüler. Halklar tarafından kutsal kabul edilen mekânların dönüştürülmesinin iki gayesi vardı. Birincisi, bu, gücün sembolü olarak egemenlik ilanı anlamına geliyordu. İkincisi, ihtiyaç halinde halkları birbirine karşı kışkırtmanın bir aracıydı. Din her dönem egemen sınıfın ideolojik ve siyasi kullanım aracı oldu. Bugün de durum farklı değildir.
Ayasofya, Doğu Roma İmparatoru Justinianus tarafından inşa ettirildi. Justinianus tam da egemenlerin tıynetine uygun bir şekilde gücünü sembolize eden bir kilise –dünyanın en büyük kilisesi– yaptırmak istemişti. Kendisini tahtından etme noktasına varan, imparatorluğu sarsan ve o zamana kadarki en büyük ayaklanma olan Nika ayaklanmasını kanlı bir şekilde bastırdıktan sonra, ayaklanma sırasında yanan Ayasofya kilisesinin bulunduğu alana yaptıracaktı yeni Ayasofya katedralini. Böylece Justinianus hem içeriye hem de dışarıya ne kadar güçlü olduğunu gösterebilecekti. 532 yılında başlayan inşaat beş yıl gibi kısa bir sürede bitirildi. 537 yılında ibadete açılan Ayasofya kilisesi Mısır piramitlerinden sonra dünya üzerindeki en büyük yapıydı, kubbesi en geniş ve yüksek kubbeydi ve yaklaşık 1000 yıl boyunca böyle kaldı. Yapımında kullanılan mermer sütunlar ve çeşitli malzemeler Efes Artemis Tapınağından, Mısır Güneş Tapınağından, Tarsus’taki Pagan Tapınağından ve Lübnan Baalbek tapınak şehrinden getirilmişti. İki vardiya halinde tam 10 bin emekçi gece gündüz çalıştı inşaatında. Beş yıl sonra ibadete açıldığında sadece dünyanın en büyük katedrali değil, aynı zamanda en kısa sürede inşaatı tamamlanan katedrali olma özelliği taşıyordu. 916 yıl boyunca kilise olarak kullanıldıktan sonra İstanbul’un Osmanlı tarafından alınmasıyla camiye dönüştürüldü ve 481 yıl cami olarak kaldı. Böylece Ayasofya, içinde iki farklı bin yıla ait emeği, bilgi, birikim ve kültürü barındıran bir mimari şaheser olarak günümüze kadar geldi. Hem yaptıranın hem de camiye çevirenin muradını aşan bir anlam kazandı.
Ayasofya, Tac Mahal, Giza Piramitleri, La Familia Kilisesi… Bu ve benzeri yapılar her ne kadar dönemin egemenleri tarafından güç ve gösteriş sembolü olarak yaptırılmışlarsa da insanlığın o anki bilgi birikimini barındıran ve günümüze kadar ulaşmalarıyla insanlığın kültürel mirası olma özelliği taşıyan yapılardır. İşçi sınıfı sınıfsız topluma giden yolun kapılarını açtığında o güne kadar biriken kültürü reddederek değil onu aşarak yeni bir toplumu inşa edecektir.
[*] Oktay Baran, Çuvala Sığmayan Mızrak, marksist.com
link: Demet Yalçın, İktidarın Ayasofya Manevrası, 1 Ağustos 2020, https://marksist.net/node/7000
Yine Kriz, Yine Hepsi “Sosyalist”!
Mültecilerin Umutları, Kapitalist AB’nin Politikaları