Tarihte çeşitli kereler yaşanmıştır. Kendi varlıklarını ve düzenlerini çok güçlü hisseden egemenler bu durumun ilânihaye böyle devam edeceği vehmine kapılır ve düzen karşıtı her çeşit eleştirel yaklaşıma horgörüyle bakmaya başlarlar. Diğer üretim tarzları bir yana, kapitalizmde bunu doğrulayan sayısız örnek vardır. Bu bağlamda çarpıcı bir örnek olarak, 1980 dönemeciyle ve özellikle de Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte girilen dönem hatırlanabilir. Bu dönemin başlıca özelliklerinden birisi de, burjuva ideolojisinin kapitalist piyasa ekonomisine ebedi üstünlük atfetmesi ve kitlelerde kapitalizme karşı sempati ve güven hissi yaratmasıdır.
Söz konusu yıllar boyunca, büyük sermayedarların çıkarlarını doruğa taşımayı amaçlayan nice ideoloji icat edilip piyasaya sürülmüştü. Fukuyama gibiler eliyle “tarihin sonu” ilan edilirken, bununla kapitalizmin büyük bir gelecek vaat eden parlak bir yükseliş dönemine girdiği fikri topluma aşılanıyordu. Sanki Sovyetler Birliği ve benzerlerindeki rejimlerin çöküşü kapitalizmi sistemik hastalıklarından, kriz ve durgunluk gibi belâlardan ebediyen kurtarmış ve böylece ona bir cins ölümsüzlük iksiri sunmuştu. Gerçeklerin bu masallarla bağdaşmamasına karşın, o dönem burjuva güçler eliyle yaratılmaya çalışılan ideolojik atmosfer buydu. Şimdilerde ekonomik durgunluk, iflas ve çöküntüler içinde kıvranan Amerikan emperyalizmi, o yıllarda kendini sanki muazzam bir gelişme döneminin dev aynasında görür ve böbürlenir hale gelmişti.
Neoliberalizm diye adlandırılan uygulamaların damgasını bastığı 80’li yıllar ve sonrasında kapitalist sistem, toplumculuğun her belirtisine ve emekçilerin kazanılmış sosyal haklarına saldırısıyla ünlendi. Kapitalist sistemin dini imanı, sermayeyi muazzam bir hızla döndüren ve bu arada da alabildiğine spekülatif biçimde şişiren bir borsa, piyasa ve tüketim dünyasına tapınmada somutlanıyordu. Kredi mekanizmasına, yalnızca üst sınıfların değil alttakilerin de hesapsız kitapsız biçimde tüketmesi için sanki yoktan var eden bir tanrı gözüyle bakılır hale gelinmişti.
İnsanı insan yapan manevi değerler toplumsal yaşamdan bütünüyle kovulmaya ve paylaşım, dayanışma, insaf, merhamet, adalet gibi duygular para adlı şeytanın yardımıyla ayaklar altında ezilmeye çalışıldı. Tüm sınıflar borsanın gücü önünde secde etmeli, yoksul insanların beyni üç beş kuruşlarıyla borsada oynayıp zengin olma düşleriyle uyuşturulmalı, üst sınıflar arasındaki siyasal çekişmelere varıncaya dek her şey borsanın sağlık ve esenliğine endekslenmeliydi. Gözlerini inanılmaz biçimde kâr hırsı bürümüş burjuvalar, bu “yeni dönem”de ellerine fırsat geçmişken Marksizme ve onun devrimci dünya görüşüne karşı amansız bir haçlı seferi yürüttüler. O nedenle toplumda, Marksizmin ve devrimin bir daha belini doğrultamayacağı yolunda boş bir inanç oluştu.
Görünürde yaşam burjuva ideolojisinin egemen kıldığı bu yapay âlem temelinde akıp giderken, işin aslında topluma empoze edilen algılamalarla gerçeklik arasındaki uçurum büyümekteydi. Nihayetinde bu “yapay” dönem, uzun bir mayalanma ve baskılama sonucunda büyük bir krizin iyice olgunlaşarak kızışıp köpürmesi ve ciddi patlama ve sarsıntılarla dışa vurması ile sona erdi. Kim ne derse desin, bugün işçi sınıfının mücadelesine yönelik bakış açısı olumlu doğrultuda değişmektedir ve kapitalistlerin kendi sistemlerinin geleceğine duydukları güven ise sarsılmaktadır.
Şimdi kapitalizmin küresel krizine ilişkin haberler dünyayı sardıkça, burjuvaların aklına da, kapitalist sistemin ölmeye yazgılı olduğunu yıllar öncesinden bilimsel kanıtlarıyla kâinata ilan eden Marx’ın hayali düşüyor. Günümüzde dünyanın üzerinde burjuvazinin yüreğine korku salan bir heyulâ dolaşıyor. Ne mutlu ki tarih, devrimci Marksistler olarak savunduğumuz fikirlerin ve yazdıklarımızın yalancısı çıkartmayacak bizleri. Marksizm, burjuva ideolojisi ve onun peşinden sürüklenen inkârcı ve dönek unsurların marifetiyle yok sayılmaya çalışılan dünya işçi sınıfının elinde ışıldamaya, gerçek gücüne kavuşmaya başlayacak.
“Tatlı” yükselişin “acı” tükenişi
Vaktiyle 1929 büyük krizi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle Amerikan emperyalizminin yükselişi temelinde yaratılan kapitalizme tapınma dönemini sona erdirmişti. Günümüzde patlak veren sistem krizi de benzer bir terminator gibi yol alıyor. Kuşkusuz her iki tarihsel örnek arasında bazı açılardan farklılıklar vardır. Fakat diğer yandan kapitalizmin bu son büyük kriz dönemi de, eskisine benzer biçimde, devrime davetiyeler çıkartan ve Marksizmin haklılığını dünyanın tüm burjuvalarının suratına çarpan keyifli boyutlar içermektedir.
1929 büyük kriz dönemi ile kapitalizmin günümüzde içine sürüklendiği kriz dönemi arasındaki farklılıklar mevzuuna gelince, bunlara burada kısaca değinebiliriz. Bunlar arasında, sosyalist olmasa bile kapitalist düzenin karşısında bir çeşit sol alternatif oluşturan Sovyetler Birliği ve benzerlerindeki rejimlerin varlığı-yokluğu meselesi başta gelir. 1929 krizi döneminde var olan Sovyetler Birliği ve daha sonra ortaya çıkan kopyaları bugün yaşamamaktadır. Bunun yanı sıra, işçi sınıfı ve emekçileri kucaklayan devrimci örgütlenmeler günümüzde geçmişe oranla son derece dağılmış ve güçsüzleşmiş durumdadır. Proletaryanın bağrında kök salması gereken devrimci bilinç son derece zayıftır, mücadele düzeyi geridir ve genelde devrimci düzen değişikliği fikri toplumda henüz istenen düzeyde rağbet görmeye başlamamıştır.
Buna rağmen, kapitalist ekonominin işleyişine içkin yasalar günümüzde de tıpkı geçmişte olduğu gibi bu sistemin altını oyan devrimci bir köstebek mahiyetinde hükümlerini icra ediyorlar. Günümüzde yaşanan sistem krizi, kapitalizmin bu işleyiş yasalarından kaçıp kurtulmasının mümkün olmadığını ve de olamayacağını bir kez daha, hem de son derece çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. Kapitalizmin tekelci ve emperyalist aşamasının krizleri hafifletmediği, tersine şiddetlendirdiği, özellikle dünyada 1990’lardan bu yana yaşananlarla gözlerden gizlenemez biçimde su yüzüne çıkmıştır.
Kapitalist ekonomide dizginsiz bir kâr hırsı, aşırı üretim, spekülasyon ve borsa oyunlarının damgasını bastığı “tatlı” yükseliş dönemlerinin “acı” kriz dönemleriyle sonlanması kaçınılmazdır. Böylece büyüme dönemi boyunca topluma musallat edilen tüketim çılgınlığı ve kapitalizm hayranlığı da yerini yoğun bir işsizlik, açlık, durgunluk ve hayal kırıklığı sarmalına bırakarak çöker. Her türden işletmeler, bankalar, kredi kuruluşları geri ödenmeyen borçların devasa yükü altında iflas bayraklarını çekmeye koyulurlar. İşsizlik çığ gibi büyür ve düzeni tehdit eden tehlikeli bir toplumsal hastalığa dönüşür.
Vaktiyle 1929 krizinin sonucunda oluşan işsizlik öyle ürkütücü boyutlara ulaşmıştır ki, örneğin 1933 yılında ABD de çalışabilir durumdaki üç kişiden biri işsiz kalmıştır. Bu arada çeşitli büyüklükteki işyerleri kapanmış, 5 bin banka iflas bayrağını çekmiş ve sanayide kapasite kullanımı yüzde 20-30’lara inmiştir. Daha önce piyasa ekonomisinin sözde zenginleştirici sihrine inandırılan kitleler sokaklarda aç bilaç dilenir ya da yeni açılan aşevlerinde dağıtılan çorba kuyruklarında sürünür hale gelmişlerdir. Günümüzde patlak veren krizin yaratacağı sefalet manzaraları da bundan farklı olmayacaktır. Nitekim ILO gibi resmi kaynaklar tarafından bile, küresel durgunluk nedeniyle dünya işsizler ordusuna 2008 yılında 5 milyon insanın daha ekleneceği açıklanmıştır. Üstelik bu gibi rakamlar 2008 yılının başına aittir ve ortaya çıkacak olan gerçek durumun bu tür tahminleri fersah fersah aşacağı şimdiden bellidir.
Kapitalist sistemin egemen güçlerinin bu ölçekte ciddi kriz dönemlerinde düzenlerini korumak için her yönteme başvurmak isteyecekleri, çeşitli türden baskı ve zorbalığı gündeme getirecekleri de açıktır. Gündeme gelecek bu tehditler karşısında kitleleri uyanık ve örgütlü kılmak komünistlerin görevidir. Unutulmamalı ki, kapitalizm kendi haline bırakıldığında finans kapital krizin yükünü tüm ağırlığıyla işçilerin-emekçilerin sırtına yükler. Kapitalist devletler ekonomik yaşamda altta kalanların ezilmesine ve sermayenin en güçlüler tarafından yutulmasına fırsat verirler. Böylece kapitalizmin yeniden yoluna devam etmesinin koşulları yaratılır. Geçmiş örneklerde bunun anlamı, yoksul kitlelerin büsbütün sömürülüp ezilmesi, halkları birbirine kırdıran kanlı emperyalist savaşlar, artan baskılar, siyasal ortamın gericileşmesi ve faşizm olmuştur. Günümüzde de kapitalizm işçi sınıfının mücadelesiyle köşeye sıkıştırılmadıkça, düzenin egemenlerinin farklı davranmayacağı aşikârdır. Burjuvazinin kendi sisteminin krizleri nedeniyle artık aklını başına toplayacağını veya insafa gelip yumuşayacağını ummak kadar tehlikeli bir yanılsama olamaz.
Patlak veren kriz sıradan bir periyodik kriz değildir ve yol açacağı yıkıcı sonuçlar henüz tam anlamıyla yaşanmaya başlanmamıştır. Ama daha şimdiden son derece açık olan yön, ekonomik canlılık dönemi boyunca yaratılan kapitalist iyimserlik rüyasının bizzat sistemin başını çeken ülkede, ABD’de çöküşüdür. Bu koşullarda Amerikan siyasi yaşamında iktidar koltuğuna hangi parti ve kişiler oturursa otursun, bunların büyük sermayenin uğursuz planlarını yürütmekten başka asli bir görevlerinin olamayacağı son derece açıktır. O bakımdan ABD’nin yeni devlet başkanı Obama ile birlikte dünyada yoksul ve emeğiyle geçinen insanlar için olumlu koşulların doğacağı ve bir barış ve esenlik döneminin açılacağı havasını yayanlar, ezilenler dünyasına büyük bir kötülük etmektedirler ya da ihanet içindedirler.
Amerikan emperyalizmi krizin yıkıcı sonuçlarını bir nebze de olsa kontrol altına almak için, Obama ile birlikte iyimser olunması gereken yeni bir döneme girildiği propagandasını elbette sürdürecektir. Bu arada emperyalist savaş alanındaki yeni hamleler, örneğin Irak’ta kontrolü sağlayacak düzeyde askeri güç bıraktıktan sonra gerisinin yeni bölgelere çekilmesi gibi, ABD’nin Ortadoğu’da saldırgan Bush politikalarından vazgeçtiği şeklinde yorumlanmak istenecektir. Fakat tüm bunlar krizler içinde kıvranan kapitalist sistemin büsbütün saldırgan ve gerici politikalar üreteceği gerçeğini değişikliğe uğratamaz. Çünkü egemen güçler gerici savaşlara ve faşizm gibi olağanüstü yönetim biçimlerine, iktidardaki kişilerin karakter özellikleri yüzünden ya da gönül eğlemek için başvurmazlar. Burjuva iktidar koltuklarına oturanların başlangıçtaki kişisel niyetleri her ne olursa olsun, onları finans kapitalin nesnel çıkarları doğrultusunda politikalar izlemeye mecbur kılan güçlü itkiler mevcuttur.
Tepede krize dikkat
Kapitalizmin büyük kriz dönemleri yalnızca ekonomik yaşamda devasa sarsıntılar yaratmakla kalmaz, ayrıca siyasal yaşamda da nice istikrarsızlık üretir. Bu kuralı doğrular biçimde günümüzde de kriz çeşitli ülkelerde siyaset sahnesinde yansımalarını buluyor. Krizin neden olduğu huzursuzluk ve güvensizlik hissi, en alttaki yoksullardan görece ortada duranlara ve üsttekilere kadar pek çok sınıf ve katmanı etkisi altına alıyor. Patronlar dünyası krizin yükünü işçi-emekçi kitlelerin sırtına yükleyecek bin bir yol üzerinde düşünür ve uygulamaya koymaya çalışırken, bazı ülkelerde yoksul kitlelerin buna karşı isyan dalgası gelişiyor. Netice olarak, hemen tüm kapitalist ülkelerde halihazırda siyasal iktidar koltuğunda oturanlar yıpranmakta ve genel olarak kitlelerin mevcut yönetimlerle yıkıcı krizin atlatabileceğine inancı alabildiğine azalmaktadır. Bu durumdan beslenen bir siyasal hoşnutsuzluk duygusu yalnızca ezilen ve sömürülen yığınlar arasında değil, bizzat burjuva sınıf içinde de gelişip yaygınlaşmaktadır.
Esasen kapitalizmin tüm büyük kriz dönemleri getirdiği işsizlik, resesyon, iç ve dış siyasette istikrarsızlık gibi sorunlarla yalnızca aşağıdakilerin dünyasını sarsmakla kalmaz, üsttekilerin dünyasında da derin şok dalgaları yaratır. Zaten kapitalizmin ciddi kriz dönemleri bu nedenle genelde devrimci durumlara gebedir. Çünkü hatırlanacağı üzere, devrimci durumdan söz edebilmemiz için gerekli olan koşullardan biri de düzenin tepesine sirayet etmiş olan kriz halidir. Gerçekten de devrimci durum asıl olarak tepeyi saran bir siyasal bunalımla belli olur.
Lenin’in açıklığa kavuşturduğu üzere, bir devrimin olması için alt sınıfların artık eskisi gibi yaşamak istememesi yeterli değildir. Üst sınıfların da eski biçimde yaşayamayacak durumda olması gereklidir. Devrimci bir durum, üst sınıflar arasında ciddi bir buhran ortaya çıktığında gelişebilir. Mevcut krizin, egemen sınıfın politikasında, baskı altındaki sınıfların hoşnutsuzluğuna ve parlamasına sebep olacak bir çatlama yaratması halinde devrimci durum olgunlaşabilir.
Ekonomide işlerin tıkırında gittiği dönemler boyunca durmadan kendi düzenine güven tazeleyen burjuvazi, büyük kriz kapıyı çaldığında kendi düzenine duyduğu güvenin aşındığı hissini topluma yansıtır. Büyük krizin yarattığı şok dalgaları toplumsal psikolojiyi değişikliğe uğratır; burjuvazinin ölü ilan ederek kurtulduğunu sandığı devrim fikrine ve devrimci önderlere yeniden can verir. Ve bu arada elbette burjuvazinin yüreğine de yeniden büyük devrim korkusunu salar. Bunlar biz devrimcilerin gönlümüzü hoş eylemek için anlattığımız masallar değildir; günümüz dünyasında bizzat burjuva ideologlar tarafından da dışa vurulmak zorunda kalınan gerçeklerdir.
Kapitalizmin derin kriz dönemleri işçi sınıfının öncü güçleri açısından devrimci mücadelenin yükseltileceği tarihsel kesitlerdir. Marx, Engels ve Lenin gibi devrimci önderler krizde yalnızca batan ekonomiyi teşhis etmekle yetinmemişler, düzenin ciddi sarsıntılarının yarattığı toz duman arasında devrimin habercilerini görmüşler ve devrim için mücadeleyi başa almışlardır. Bu bakımdan, kapitalizmin sarsıcı bunalımlarla seyreden kesitleri Marksizmin devrimci önderlerine keyif veren yönlerle bezelidir. Örneğin 1850’lerde patlak veren kriz neticesinde devrimci kabarış bekledikleri koşullarda Marx Engels’e şöyle yazmaktadır: “kendim de mali sıkıntı içinde olmama rağmen, 1849’dan beri hiç bu bunalımdaki kadar keyifli olmamıştım”. Engels ise yanıtında, “Geçen yedi yılın burjuva boku belli bir ölçüde bana da bulaşmıştı, şimdi o temizlendi, bambaşka biri oldum. Kriz bana bedenen en azından deniz havası kadar iyi geldi” demektedir.
Kapitalizmin krizleriyle devrimci durum arasındaki ilişkiyi irdelediğimiz çalışmada (bkz. Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durumlar) daha uzun boylu ele aldığımız üzere, işçi ve emekçilerin yoksulluğunun alabildiğine derinleştiği ekonomik kriz ortamları genelde devrimci fırsatlar yaratır. Sınıf hareketinde bir yükselişi mümkün kılacak asgari koşulların var olması halinde, kriz sınıfın kitlesini yaygın ve giderek militanlaşan bir ekonomik mücadelenin içine çekebilir. Lenin, proletarya arasında yoksulluğun ve ekonomik mücadelenin büyük ölçüde arttığı dönemlere özel bir önem atfeder. Devrimci harekette dikkate değer bütün büyük ayaklanmaların ekonomik kitle hareketi temelinde başladığı unutulmamalıdır.
Kapitalizmin büyük kriz dönemlerinin genelde devrimci durumlara gebe olduğu tespitini yaparken, son derece önemli bir gerçekliği de gözden kaçırmamak gerekir. Kapitalizm ekonomik krizleriyle kendiliğinden yıkılmayacağı gibi, kriz dönemlerinin devrimci doğrultuda olgunlaşması da kendiliğinden gerçekleşmeyecektir. Devrimci öncünün mücadelesi sayesinde işçi sınıfı bilinç ve örgütlülük düzeyi bakımından avantajlı kılınabilirse, ciddi bir kriz dönemi devrimci bir durumun olgunlaşması doğrultusunda gelişebilir. Aksi halde, krizlerin neden olduğu sarsıntılı dönemler faşizm türü baskıcı burjuva rejimlere kitlesel destek yaratılmasıyla da sonuçlanabilir. Kısacası krizin yaratacağı devrimci fırsatların değerlendirilebilmesi, devrimci bir önderliğin olup olmamasına ve toplumun geniş emekçi kesimlerinin işçi sınıfının devrimci örgütlülüğü etrafında harekete geçirilip geçirilmemesine bağlıdır.
Büyük kriz dönemleri kapitalizmin temel sınıflarına ve bu sınıfların siyasal temsilcilerine asli görevlerini hatırlatan bir uyarıcı işlevi de görürler. İşçi sınıfının öncü güçlerinin oyalamacı, uzlaşmacı, reformist etkilenmelerden iyice kurtulmaları doğrultusunda katı gerçekleri daha da net kavranabilir hale getirir kriz. Fakat söz konusu dönemler, diğer yanda, sisteme dair temel gerçekleri burjuva güçlerin suratına vurmaktan da geri durmaz. Bu kuralın olanca çarpıcılığıyla günümüzde de işlediği o kadar açıktır ki, kriz kaçınılmaz olarak burjuvazinin aklına korkulu bir rüyayı, kapitalizmi bekleyen nihai sonu düşürmüştür. Son dönemde burjuva dünyada Marx adı sıklıkla hatırlanır olmuş, kapitalizmin yaşadığı ölümcül hastalıklar Marx’ın bunlara dair dahiyane teşhislerini burjuva ideolog ve iktisatçıların kafasına kakar hale gelmiştir.
Sisteme Marx virüsü mü girdi?
Günümüzde patlak veren büyük krizin şokuyla adeta sınıfsal sağduyularını yitiren burjuva ideologlar, sanki bir an için gerçekleri itiraf edercesine Marx’tan anımsatmalarla konuşmaya başladılar. “Marx haklı mı çıkıyor?”, “Kapitalizmin sonuna mı geliniyor?” türünden sorular bizzat burjuva yazar ve çizerler âleminden yükseliyor. Ne diyelim, yoksa sisteme Marx virüsü mü girdi? Şaka bir yana, şimdi burjuvazi gerçeklerden kaçacak delik arıyor fakat bulamıyor! Tek yapabildiği, mecbur kaldığında gerçekleri itiraf eder gibi gözükürken diğer yandan da o gerçekleri sinsice çarpıtmaya çalışmaktan ibarettir.
Burjuvazinin ekonomik sistemini tamamen güvende hissettiği cicim ayları boyunca yarattığı tersine havalara karşı, bugün kriz gerçekleri su yüzüne çıkartmıştır. Mevcut koşullar, koca Marx’ın ölümünden nice yıllar sonra bile burjuvazinin yüreğine hâlâ korku salmakta olduğunu ifşa etmektedir. Bunda garipsenecek bir yan da yoktur, zira günümüzde yaşanmakta olanlar vaktiyle Marx’ın dediklerini birer birer doğrulamaktadır. Sovyetler Birliği’nin çöküşünü takiben kapitalizmi ve serbest piyasa ekonomisini ebedi düzen ilan ederek göklere çıkartan ünlü ideologlar, şimdilerde adeta kapitalist düzen karşıtlarıyla benzer analizleri ve jargonları paylaşır hale gelmektedirler. Ne var ki bu, kuşkusuz kafalarına kriz taşı düştüğünden ve böylece akıllandıklarından değildir.
İlk bakışta Marksizmin popülaritesini artırır gibi görünen bu durumun altında son tahlilde yine sınıfsal kötü niyetler, hinlikler aramak doğru olacaktır. Akademik çevrelerin devrimci siyasi sorumluluktan uzak hafifmeşrep tutumlarından da beslenecek olan “Marksizmi sulandırma” girişimleri karşısında uyanıklığı elden bırakmamak zorunludur. Burjuva ideologlar aslında, kapitalist sistemin içine sürüklendiği karanlık dönemin düzen karşıtı cepheyi büyütüp güçlendireceği endişesi içindedirler. Devrimci mücadelenin Marksizm silahıyla donanıp güçlenmesini peşinen engelleyebilmek amacıyla, ideolojik alanda bir “önleyici savaş” yürütmeye girişmişlerdir. Kapitalizme karşı gerçekten tehlikeli bir devrimci savaş yürütecek olan proleter unsurlar Marksizme sahip çıkmadan, onlar Marksizmi sulandırılmış biçimde gündeme getirerek cazibesini azaltmayı planlamaktadırlar.
Şimdilerde burjuvazi, tıpkı geçmişte yaptığı gibi, sosyalizmin anlamını devletçilikle özdeşleştirerek çarpıtıyor. Bu tür çarpıtmalar tuttuğu ölçüde de kitlelerin bilincinde önemli kayma ve bozulmalar gerçekleşiyor. Örneğin ABD’de iflas bayrağını çeken bazı büyük kuruluşların devletleştirilmesi karşısında, kamusal fonların kriz bahanesiyle tekellere peşkeş çekilmesine isyan eden kitlelerin öfkesine ne gariptir ki “kahrolsun sosyalizm” haykırışları eşlik edebilmiştir. Gerçekte kitlelerin protesto etmek istedikleri hep tekellere yontan bir devletçiliktir. Fakat yaratılan bilinç çarpılması nedeniyle onlar bu devletçiliği “sosyalizm” diye adlandırıp topa tutmuşlardır.
Yine aynı çarpıtma konusunda bir başka önemli örnek de hatırlanabilir. Bu, toplumsal sömürü ve eşitsizliğe son verecek olan sosyalizmin, kapitalizmin krizlerine deva olacak pespaye bir reform reçetesi gibi gösterilmek istenmesidir. Burjuva iktisatçılar kapitalizmin krizine karşı önerdikleri devlet müdahalelerini, “biraz kapitalizm, biraz sosyalizm” veya “karma ekonomi” ya da “part-time sosyalizm” gibi maskara nitelemelerle etiketleyip kafa karıştırmaktadırlar. Oysa genel anlamda devletçiliğin sosyalizmle bir alâkasının olmaması bir yana, şimdi kriz nedeniyle gündeme getirilen devlet müdahaleleri düpedüz kapitalist devletçiliktir. Daha açık bir ifadeyle, kapitalist devletin büyük sermayeyi korumaya çalışmasından ibarettir.
Burjuva ideolojisinin dönem dönem genel anlamda devletçiliğe yönelttiği saldırılar her ne olursa olsun, işin gerçeğinde kapitalistler kendi devletlerinin ekonomik yaşamda her zaman kendilerine şu ya da bu şekilde yardımcı bir rol oynamasını isterler. İçinden geçilen sanayi çevriminin niteliğine göre bu yardım talebinin biçimi ve düzeyi değişebilir; ama kapitalist devlet öyle ya da böyle ekonomik yaşama elini uzatmayı sürdürür. Bugün yaşanana benzer büyük kriz dönemlerinde ise, kapitalist devletin ekonomiye müdahalesi, sermaye birikiminin önündeki engellerin temizlenmesi gibi yakıcı bir ihtiyaçtan kaynaklanır. Böylesi dönemlerde kapitalist cepheden yükselmeye başlayan “devletçilik” övgüsünün altında, devletin büyük fonları güçlü tekelleri daha da güçlendirecek biçimde dağıtması arzusu yatar.
Bugün burjuvazi, özellikle sistemin hegemon ülkesi ABD’de yaşananların açıkça somutladığı üzere, tepede esaslı bir yönetim krizinin gelişmemesi için önlemler almaya çalışıyor. Devrimci güçler bastırmadan onlar zaaflarını kabul eder görünerek kitlelerin öfkesini yatıştırmayı, basınç boşaltmayı deniyorlar. Burjuva yazar çizerler bir yandan kerhen Marx’a hak verir gibi görünürlerken, öte yandan kitleleri bu kez nasıl kandırıp manipüle edebileceklerinin hesabı içindedirler. Bu yüzden yeni argümanlar icat edip piyasaya sürmektedirler. Gerçek durum budur ve hiç unutulmasın ki, dünya işçi sınıfının Marx’ın haklılığının teslimi için burjuvazinin hileli desteğine ihtiyacı yoktur.
Burjuvazi ne derse desin, ne tutum alırsa alsın, kapitalist sistem yarattığı tüm ciddi sorunlarla birlikte, Marx’ın ve Marksizmin haklılığını yeniden ve yeniden gün ışığına çıkartmaktadır ve de çıkartacaktır. Günümüzde açığa çıkan gerçekler ve dünyanın önümüzdeki dönemlerde yaşamaya gebe olduğu olaylar, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden bu yana ideolojik borazanıyla kafa ütüleyen, durmadan işçi sınıfının öldüğünü, sınıf mücadelesinin sona erdiğini yineleyen burjuvazinin yalanlarını onun suratına çarpmaktadır. Ve daha da çarpacaktır.
Marx’ın Kapital’in önsözünde belirttiği gibi, bu devasa yapıtın başlıca amacı burjuva toplumun ekonomik işleyiş yasalarını ifşa etmek olmuştur. Marx kapitalist üretim tarzının iç yasalarını o denli derin ve büyük bir isabetle çözümlemiştir ki, aradan geçen uzun yıllar onun çözümlemelerinin gerçekleri aydınlatan ışıltısını azaltmak bir yana büsbütün güçlendirmiştir. Konuyu burada fazlaca uzatmadan çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, modern toplumda giderek keskinleşen zenginlik ve yoksulluk kutuplaşmasını hatırlatmak yetecektir. Kapitalizmi işçi-emekçi kitlelere katlanılabilir bir düzen olarak sunmak için manevra üzerine manevra geliştiren burjuva ideolojisinin, “zenginliği tabana yayan sosyal devlet” benzeri tüm yalanları çökmüştür. Fakat Marx’ın onyıllar öncesinden işaret ettiği satırların doğruluğu ve haklılığı ortadadır. Marx’ın dediği gibi, bir kutupta zenginliğin birikimi zıt kutupta sefaletin ve çalışma ıstırabının, köleliğin, cehaletin, yabaniliğin, zihinsel gerilemenin birikimidir. Kapitalizm gerçekten de burjuva kutupta zenginliği geliştirir ve merkezileştirirken, proleter kutupta yoksulluğu büsbütün kitleselleştirip yaygınlaştırmaktadır.
Diğer çarpıcı bir örnek, Marx’ın kapitalizmin krizlerinin akıbetini değerlendirirken başvurduğu engin bilimsel birikiminin eşsiz bir önseziye dönüşmüş olmasıdır. İktisatçılar kapitalist düzeni savunma gayretkeşliği içinde Marx’ın değerlendirmelerini yalancı çıkarmaya ve diyelim kapitalizm görece rahat bir nefes aldığında “bir daha krizler olmayacak” masalının yeni bir versiyonunu uydurmaya devam ededursunlar, gerçekler direngendir. Gerek kapitalizmin geçmişte yaşadığı iki büyük kriz dönemi (1870’ler ve 1930’lar) ve gerekse 1970’lerden bu yana gelişip olgunlaşan uzun dönemli sistem krizi, kapitalizmin mevcut krizlerini ancak daha yıkıcı olanlarını hazırlama pahasına atlatabildiğini açıklayan Marx’ı fazlasıyla doğrulamaktadır.
1870’lerden 1890’lara gelişen kriz, kapitalizmin henüz yedeklerini yitirmediği bir döneme ilişkindir ve kapitalizm o dönemdeki krizini emperyalistleşerek atlatabilmiştir. 1930’lar örneği ise, kapitalizmin bugün de içinde olduğumuz emperyalist çağına aittir ve kapitalizmin iyileştirici yedeklerinin zamanla azaldığını açığa vurur. Bu nedenle bu son örnek, artık yeni bir aşamaya yükselme şansı bulunmayan emperyalist kapitalizmin adeta kendi içinde sıkışmaya başlayan bir sisteme dönüştüğünün ipuçlarını sergiler. Özellikle gelişkin kapitalist ülkelerde olgunlaşmaya başlayan ve kapitalizmin tarihsel açmazına dönüşen bu sıkışma hali, vaktiyle siyasal arenada da yansımasını bulmuştur. Almanya, İtalya gibi Avrupa ülkelerinde faşist diktatörlükler kurulmuş; o dönemde faşizm rüzgârı bir ölçüde ABD’yi de yalamış ve daha nice kapitalist ülkede esmeyi sürdürmüştür.
Emperyalistleşen ve dünya ölçeğinde yayılan kapitalizmin zamanla sistem içi bir sıkışma yaşamaya başlaması, emperyalist savaşların da giderek daha yaygın ve kudurgan bir niteliğe bürünmesine yol açmaktadır. Bunun yanı sıra, sermayeyi krizden çıkartmak üzere gündeme getirilen kapitalist devletçilik de giderek daha baskıcı biçimlere bürünmektedir. Esasen kapitalizmin tarihi, bu üretim tarzının gelişmesinin, onun içerdiği çelişkileri derinleştirip keskinleştirdiğini gözler önüne serer. Kapitalizm emeğin toplumsallaşmasını giderek inanılmaz bir hızla geliştirir ve böylece sosyalizmin maddi temelini döşer ve kapitalizmden kurtulmayı kaçınılmaz hale getirir. Üretimin toplumsallaşması nihayetinde üretim araçlarının da toplumun malı olmasına, yani mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesine yol açmak zorundadır. Bu tarihsel eylemi gerçekleştirecek olan toplumsal güç, bizzat kapitalizmin yarattığı ve büyüttüğü proletaryadır.
Günümüzde patlak veren sistem krizi, üretici güçlerin artık insanlığa kapitalizm altında hizmet edemeyeceğinin iyice olgunlaşmış bir ilanıdır. Köhnemiş kapitalizm insan soyunun ve doğanın çıkarlarına tamamen aykırı bir niteliğe bürünmüştür. Giderek araları sıklaşan ve süresi uzayan ölümcül krizler içinde kıvranan kapitalizmin tarihsel bir geleceği yoktur. Kapitalizm eninde sonunda kendi ölümüne yazgılıdır. Kısmi reform çabalarının ve kitlelerin gözünü boyamaya çalışan “iyileştirme” vaatlerinin kapitalizmi bu yazgısından kurtarabilmesi asla mümkün olmayacaktır. İnsanlığın geleceği sosyalizmdedir.
İnsanlığı bu parlak geleceğe, sınıfsız ve sömürüsüz topluma taşıyacak araç işçi devrimlerinden başkası olamaz. Günümüzde Marx’ın yıllar öncesinde dillendirdiği bir “kehanet” gerçekleşmekte, üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması artık kapitalist kabuk ile bağdaşmamaktadır. Nihayetinde proleter mücadele şaha kalktığında bu kabuk paramparça olacak ve kapitalist özel mülkiyetin ölümünü ilan eden çanlar çalacaktır. Alınteriyle geçinen yoksul insanları mülksüzleştirenler mülksüzleştirilecektir!
Kapitalizmin yüküne hayır!
Kapital’de yazdığı üzere, sermaye yaşamda tek bir amaca sahiptir; artı-değer yaratmak. Ve bir kapitalist de yalnızca sermayenin kişileşmesinden ibarettir. Onun ruhu sermayenin ruhudur. Sermayenin emrindeki kapitalistler daha fazla artı-değer elde edebilmek için sınıf kırbaçlarını işçilerin sırtında şaklattıkça, bir yandan kapitalistlerin zenginliği artarken diğer yandan da yeni aşırı-üretim bunalımları mayalanır. Böylece kapitalizmin krizleri, sermaye birikiminin önündeki en büyük engelin bizzat sermayenin kendisi olduğunu açıklayan Marx’ı doğrular. İnsanın insan üzerindeki sömürüsüne, dizginlenmemiş bir kâr hırsına, gözü doymaz bir para tutkusuna dayanan kapitalizm, bu özellikleriyle birlikte, kendi geleceğini tehlikeye atan en büyük “düşman”ın bizzat kendisi olduğunu ele vermiştir. Bu nedenle kapitalizmin egemenlerinin, düzenlerinin temeline dinamit döşemeye çalışan “terörist” mihraklar aramaya kalkışmaları beyhudedir.
İnsanlığın toplumsal ihtiyaçlarının planlı biçimde karşılanmasına dayanmayan, o yüzden anarşik bir üretim tarzından başka bir şey olmayan kapitalizm, tarihsel bakımdan da artık dünyada kaos yaratmaktadır. Kapitalizmin büyük krizi adeta bu sistemin içini dışına çevirmiş ve onun içsel özelliklerini, neredeyse burjuvaların bile artık kolayına inkâr edemeyecekleri biçimde ortalığa saçmıştır. Yaşanan krizin küresel ölçekte yaygınlığı, derinliği ve şiddeti ortadadır. Uzun söze gerek yok. Bizzat sistemin hegemon ülkesinde şirket iflas haberlerinin ardı arkası kesilmiyor, banka sistemi çöküşlerle sarsılıyor. İşsizlik daha şimdiden ürkütücü bir kitlesellik boyutuna tırmanmıştır.
Kapitalist devletler yaşanan krizin yol açabileceği sorunlar karşısında panik içindedirler. En büyük korku krizin yaratacağı uzun süreli durgunluk korkusudur. Bu nedenle kapitalist devletler bir yandan büyük batışların yol açacağı toplumsal sarsıntıları asgariye indirebilme telâşı içinde bazı “kurtarma” önlemlerini uygulamaya koyuyorlar, diğer yandan da resesyon tehlikesine karşı devlet harcamalarını artırıcı önlemler üzerinde düşünüyorlar. Önümüzdeki süreçte yaşanacak olanların ayrıntıları üzerine fal açamayız; ama bu kriz döneminin sıradan önlemlerle kolayına atlatılamayacağını söylemek için de zaten falcı olmaya gerek yoktur.
Büyük krizlerin ekonomik ve toplumsal yaşamda yaratacağı sorunların, estireceği fırtınaların büyük olacağı aşikârdır. Bununla birlikte, en büyüğünden bile olsa kapitalizm ekonomik krizlerini öyle ya da böyle atlatabilir. Kriz düğümü işçi sınıfının kapitalist sisteme indireceği devrimci kılıç darbesiyle kökten sökülüp atılmadıkça, kapitalistler ilerde daha da yıkıcı krizleri hazırlamak üzere ve topluma ödettikleri bedel her ne olursa olsun mevcut krizden kurtulmanın bir yolunu bulurlar. Siyasal alandan ve sınıf mücadelesinin seyrinden bağımsız olarak salt ekonomik yasalar bağlamında düşünüldüğünde, kapitalizmin krizleri büyük dengesizliklere neden oldukları gibi ekonomiyi yeniden dengeye sokmanın olanaklarını da içerirler. Krizin yaşanması neticesinde “ölen ölür” ve kapitalizm “kalan sağlarla”, yani güçsüz olanların piyasadan elenmesi ve sermayenin daha güçlülerin elinde yoğunlaşıp merkezileşmesiyle yoluna devam eder.
Fakat kuşkusuz krizin kapitalizm açısından bu “düzeltici” mekanizmasının işleyebilmesi, asla salt ekonomik faktörlere bağlı bir hadiseden ibaret değildir. Aslında her şey sınıf mücadelesinin seyrine tâbidir. Çünkü kriz, toplumun gündemine onun yükünü esasen hangi sınıfın taşıyacağı sorununu sokar. Bu yükü karşıt sınıfa yükleyebilmek başarılı bir siyasal mücadele yürütmeyi gerektirir. Devrimci bilinç ve örgütlülük sayesinde kendini güçlü kılamayan işçi sınıfı neticede okkanın altına gitmekten kurtulamaz. Zaten burjuvazinin krizin yükünü işçi ve emekçi kitlelerin sırtına yüklemeyi başarabilmesinin açık anlamı da bundan ibarettir.
Kapitalizmin bugüne dek yaptıkları bundan sonra yapacaklarının da teminatı oluyor. Tarihi boyunca büyük krizlerini yoksul insanların yaşamını karartarak, onları açlığa, işsizliğe ve ölüme mahkûm ederek atlatan bu düzenin önümüzdeki süreçte neler yapabileceği genel hatlarıyla şimdiden bellidir. Burjuvazinin işçi ve emekçi haklarına karşı, dünya ölçeğinde zaten uzun bir süredir yoğun bir biçimde sürdürdüğü saldırılar daha da tırmandırılmak istenecektir. Kapitalizmin krizinin şiddeti tüm ülkelerde burjuva iktidarları köşeye sıkıştırdıkça siyasal gerginlikler yoğunlaşacak ve siyasal krizler patlak verecektir. Emperyalist güçler militarizmi daha da tırmandırarak ve dünyayı daha da fazla kana bulayarak kendi krizlerinin yükünden kurtulmaya çalışacaklardır. Unutulmamalı ki, dünyanın yeniden paylaşılması için çıkartılan emperyalist savaşları körükleyen başlıca faktör kapitalist sistemin büyük krizleridir.
Yakın geçmişte ekonomik krizlerden nasibini fazlasıyla alan ve burjuva blok içindeki iktidar tepişmelerinden yakasını kurtaramayan Türkiye gibi bir ülkede krizin etkileri yoğun biçimde yaşanacaktır. Krizin dalgaları Türkiye kıyılarına daha da vurdukça, “krizin bize dokunmayacağı” yolunda uzun süre boşa böbürlenen AKP iktidarı güç yitirecektir. ABD’si Türkiye’si vb. hepsinde geçerli olmak üzere, finans kapital tüm burjuva iktidarlardan tamamen büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda bir ekonomik düzenleyici olarak hareket etmelerini talep edecektir.
İşçi ve emekçi kitleler, çoktandır yıkılmayı hak eden kapitalizmin yarattığı işsizlik, açlık, yoksulluk belâsı karşısında pasif bir seyirci konumuna sürüklenemezler. Kapitalist krizlerin yükünü işçi-emekçi kitlelerin sırtına yüklemeye çalışan düzen güçleri karşısında işçi sınıfı örgütlenerek mücadeleye atılmak zorundadır. Krizin ekonomik ve siyasal yükünün burjuvazi tarafından faşizm biçimine büründürülerek ya da emperyalist savaşların ölüm yağdıran bombalarına dönüştürülerek, kadını erkeği, genci yaşlısı ve bebesiyle dünyanın yoksul insanlarının tepesine çöktürülmesine izin vermeyelim!
link: Elif Çağlı, Dünyanın Üzerinde Bir Heyulâ Dolaşıyor, 29 Kasım 2008, https://marksist.net/node/6993
Suruç’un Acısı ve Öfkesi 5. Yılında da Taze!
Anneler Çocuklarını Gömmemeli!