İktidar ve ortaklarının gerek tek tek gerekse de toplam “kitle desteği” her geçen gün azalıyor. Sırtına bindirilen ekonomik krizin yükü altında ezilen, işten çıkartılan ya da çıkartılmasa bile sefalet aylığına muhtaç edilen, her geçen gün giderek daha da yükselen bir borç dağının altında ezilen geniş emekçi kitlelerin hoşnutsuzluğu artmaya devam ediyor. Krizin üstünü örtmek için kullandıkları salgın bahanesinin inandırıcılığı da her geçen gün azalıyor. Bir yandan koronavirüs salgını alabildiğine abartılıp son derece ölümcül ilan edilirken, diğer yandan geniş işçi kitlelerinin doğru dürüst hiçbir önlem alınmadan adeta “saldım çayıra mevlam kayıra” zihniyetiyle işyerlerinde ağır koşullarda çalışmaya sürüklenmesi, bu söylemin ideolojik saldırı yönünü apaçık ortaya koyuyor. Kitleler henüz bu gerçeği tam idrak edemese de çırılçıplak tutarsızlıklar, kafalarda artan soru işaretleri anlamına geliyor. Yalnızca Türkiye’de değil tüm dünyada hükümetler salgını emekçilere karşı yeni saldırıların, demokratik hak ve özgürlüklerin daha da kısıtlanmasının, toplumsal yaşamda, çalışma yaşamında ve üretim sürecinde planladıkları dönüşümleri hayata geçirmenin bir bahanesi olarak kullanmaya çalışıyorlar. Ne var ki hepsi de önceliklerinin sermayenin ve sömürü düzeninin bekası olduğunu dışa vuran adımlar attıkça, iktidardakilere tepki de kimi yerde artan hoşnutsuzluk, kimi yerde de yükselen aktif protestolar şeklinde kendini dışa vuruyor.
Türkiye somutunda tepkilerin henüz kendisini aktif bir protesto biçiminde ortaya koyduğundan söz etmek mümkün değildir. Geniş emekçi kitleler artan hoşnutsuzluklarına rağmen çoğunlukla sabırlı bir bekleyiş içerisinde kalıyorlarsa, bunun temel sebebini, örgütsüzlükte, ülkedeki siyasal rejimin baskıları daha da arttırmasında ve hiç kuşkusuz burjuva muhalefetin pespayeliğinde aramak gerekir.
İktidar toplumsal muhalefetin soluk alma borularını daha da sıkmak üzere saldırılarını arttırıyor. Bir yandan medya ve özellikle de internet ortamı daha da büyük bir cendere altına alınırken, bir yandan da rejim sokağı gece gündüz daha sıkı kontrol altında tutmak üzere ismiyle müsemma kurduğu yeni kolluk gücünü daha da pekiştiriyor: Bekçilik. AKP ve MHP tabanından devşirilen bu bekçilerin neye bekçilik edecekleri açıktır; böylelikle bir yandan da işsiz gençlerin bir kısmını iktidara bağlamanın yeni bir yolunun bulunduğu da öyle. Son yapılan düzenlemelerle bekçilerin yetkileri daha da arttırılıp silah taşıma yetkisiyle donatıldılar.
İktidarın siyasal baskı cenderesini daha da sıkılaştırma girişimlerinin temel eksenlerinden birini de seçim sisteminin değiştirilmesi maddesi oluşturuyor. Mevcut sistemle, seçimlere gidildiği takdirde iktidar koalisyonunun Mecliste çoğunluğu ele geçirmesi ve Erdoğan’ın tekrar cumhurbaşkanı seçilmesi mümkün görünmüyor. Toplumda iktidara yönelik siyasal desteğin giderek erimesi, bu erimeyi AKP’den kopan iki partinin daha da arttırma riskinin güçlenmesi gibi faktörler, iktidarı seçim sistemini değiştirmeye zorluyor. Kuşkusuz HDP’nin (eğer o güne kadar kapatılmazsa) Meclis dışı bırakılması da en başta gelen arzulardan biridir. Henüz netleşmiş olmasa da, yansıtıldığı kadarıyla yeni seçim sistemiyle, varolana ek olarak iki yeni baraj daha getirilecek, dar bölge sistemi uygulanacak ve ittifak sistemi muhalefete yaramayacak şekilde değiştirilecektir. Böylelikle küçük partilerin ve HDP’nin Meclise girmesinin engellenmesi ve cumhurbaşkanlığı seçiminin garantilenmesi hedefleniyor. Bir başka deyişle, eğer yapılmak zorunda kalınacaksa, öyle bir “seçim” yapılacaktır ki, AKP-MHP ortaklığının iktidarı garanti altına alınacaktır. Bunun tek bir anlamı var: Muktedir, “seçim yaparız, siz de katılabilirsiniz ama kazanmamak koşuluyla” diyor.
İktidar, kazanmayı garanti altına almayı hedefleyen bir seçim sistemi üzerinde kafa patlatırken, düzen muhalefeti kendisini bir sonraki “seçimler”de iktidarla hesaplaşma hayalleriyle avutmakla meşgul. Bu muhalefet, sanki genel anlamda demokratik siyasal yaşam devam ediyormuşçasına çeşitli hesaplar yapıp, tüm stratejisini esasen sandığa dayandırsa bile, o sandıktan kendisi lehine çıkan seçim sonuçlarının bile arkasında duramadığını defalarca ispat etti. Ama yine de aynı yöntemleri savunmaktan vazgeçmeyeceğini böbürlenerek ilan etmekten de çekinmiyor. Bunca saldırıya, partisinin milletvekili olan Enis Berberoğlu’nun vekilliğinin düşürülüp tutuklanmasına (sonradan ev gözetimine çevrildi) rağmen CHP lideri Kılıçdaroğlu, “iktidarın kendilerini sokağa çekmek istediğini”, “bu provokasyona gelmeyeceklerini” ilan ederek aklıselim devlet adamı görüntüsü çiziyor. Mücadele edilmesi, direniş sergilenmesi gereken her kritik anda, muhalefetin bunu “provokasyona gelmemek” refleksiyle karşılaması muktedirlerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir anlama gelmemektedir. Muhalefet Meclise tapınmaya devam ediyor. Oysa bu Meclis, iktidarın istediği yasaları geçirmesinin aracından başka hiçbir şey ifade etmeyen, sözümona söz hakkının bile alabildiğine kısıtlandığı, tek bir yasa teklifinin tek bir harfinin bile değiştirilmesinin şimdiye kadar başarılamadığı bir Meclistir. Muhalefetin Meclisteki konumu, rejimin anti-demokratik niteliğini örten bir asma yaprağı konumundan başka bir şey değildir. Ama aynı muhalefet şefleri, gerçek bir muhalefeti yükseltmeye de yanaşmamaktadır.
İktidarın düzen muhalefetinden ziyade Kürt hareketini ve onun yasal düzeydeki siyasi temsilcisi HDP’yi bertaraf etmeye daha büyük önem verdiği açıktır. Bu, gerek Ortadoğu’da yürüyen savaş bağlamında, gerek HDP’nin (son yıllarda aldığı darbeler ve genel baskılar nedeniyle zayıflasa bile) Kürt illerinde sokağa hâkim olabilme yeteneği bağlamında, gerekse de sandık ve Meclis aritmetiğinde oynadığı kilit rol bakımından böyledir. Bu nedenle iktidar her fırsatı HDP’ye ve Kürt hareketine bir darbe daha indirmek için tepe tepe kullanmaktadır. Son yerel seçimlerde aldığı yenilginin acısını, neredeyse tüm HDP’li belediye başkanlarını görevden alıp tutuklayarak ve yerlerine kayyum atayarak çıkartmaktadır. Ama bununla da yetinmeyip HDP’li siyasetçilere dava üstüne dava açılmakta, siyaset hakkı tanınmamaktadır. Başta Demirtaş olmak üzere nice Kürt siyasetçi yasalar ve Anayasa açıkça çiğnenerek tutsak tutulmaya devam ediliyor. İktidar bir yandan resmi olarak HDP’ye yüklenirken, bir yandan da iktidarın gayri resmi ortağı ve yanaşması durumundaki Perinçek HDP’nin kapatılması için kampanya başlatıyor. İktidar yalakası kimi büyük medya kuruluşları, tartışma programlarında Perinçek’i konuşmacı olarak çıkartmak için birbirleriyle yarışıyorlar. İş o noktaya gelmiştir ki, yasalara göre kurulmuş bir partinin meşruluğu bile televizyon ekranlarında sorgulanmaktayken, bu sorgulamalarda bir HDP’li temsilciye yer bile verilmiyor. Bıraktık partisinin görüşlerini aktarmasını, onu savunmasına bile olanak sağlanmıyor. HDP’siz HDP’nin tartışılması, gelen tepkilere ise “biz özel sektörüz, istediğimizi davet ederiz” denerek yanıt verilmesi ibretliktir.
CHP’li Berberoğlu’nun yanı sıra iki Kürt milletvekilinin daha vekillikleri düşürülerek hapse atılması baskılar zincirine eklenen bir halka olmuştur. Bu baskılara karşı “Darbeye Karşı Demokrasi” yürüyüşü başlatacağını ilan eden HDP’nin yürüyüşü 15 Haziranda Edirne ve Hakkâri olmak üzere iki koldan Ankara’ya doğru başlamış durumdadır. Ne var ki, tam da beklendiği üzere, iktidar bu yürüyüşe yasaklarla, fiili engellemelerle ve bunlar da yetmediğinde gaz bombalarıyla ve coplarla engel olmaya çalışmaktadır. Yürüyüş, tüm baskılara ve polis saldırılarına, yürüyüş hattındaki illerin valilerinden gelen eylem yasaklarına, kent giriş-çıkışlarının tutulmasına rağmen devam ediyor. Gerek hükümet gerekse de valiliklerin yasaklama açıklamalarında, genel siyasi koşullara, “karşıt görüşlü grupların provokasyon ihtimaline” vb. atıf yapılsa da, koronavirüs salgınının yayılmasını engelleme bahanesinin tüm yasaklamalarda başrole yerleştirildiği görülüyor. Muhalefetin, hükümeti koronavirüse karşı tam kapsamlı bir sokağa çıkma yasağı da dahil olmak üzere yeterli önlemleri almamakla eleştiren bir taktik çizgi izlemesinin nasıl bindiği dalı kesmek anlamına geldiği böylece bir kez daha teyit olmuştur.
HDP’li bir yetkili, yürüyüşün neden 15 Haziranda başlatıldığı sorusuna verdiği cevapta, diğer şeylerin yanı sıra, 15 Haziranın aynı zamanda büyük işçi direnişinin de yıldönümü olması gerçeğine işaret ederek sınıf hareketine bir jest yapmıştır. Bu vesileyle belirtmekte fayda var: 15-16 Haziran 1970’teki büyük işçi direnişi, toplumsal değişimin öncü lokomotifinin işçi sınıfı olduğunu, işçi sınıfının hak mücadelesinin burjuva yasalar çerçevesine sıkıştırılamayacağını, iktisadi ve siyasal saldırıları püskürtmenin temel yolunun mücadeleyi yükseltmekten geçtiğini, ferman padişahınsa sokakların emekçilerin olduğunu gösteren büyük bir tarihsel olaydı. Nice bedeller ödemesine rağmen geri adım atmayan sınıfın sonunda kazanacağını göstermişti. Bugün de her cephede işçi sınıfı saldırı altındayken gidilmesi gereken yol, işte 15-16 Haziran’ın da gösterdiği yoldur. İşçi sınıfımız bugün gerek siyasal gerekse de mücadeleci bir sendikal önderlikten yoksundur, ataleti de bundandır. Ama bu karanlık ilelebet sürmeyecek, siyasal baskılar kendisini doğurup besleyen kapitalist sömürü sistemiyle birlikte eninde sonunda yok edilecektir.
link: Oktay Baran, İktidarın Soluksuz Bırakma Adımları, 18 Haziran 2020, https://marksist.net/node/6973
Nüfus Artışı, İşsizlik ve Hortlatılan Malthusçuluk /2
Burjuvazinin “Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak” Parolası!