İşsizlik kapitalizmin hem ürünü hem de bir önşartıdır
Burjuva gericilik, işsizliğin kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu her zaman reddetmiştir. Kapitalizmi ortadan kaldırmayı değil de onu ıslah etmeyi savunan reformist görüşlerse, işsizlik gerçeği ile kapitalizm arasındaki nedenselliği kabullenmeye hazırdırlar, onlara göre işsizlik kapitalizmin çok sevimsiz yan ürünlerinden biridir ama düzen sınırları içerisinde bunun üstesinden gelinebilir. Oysa işsizlik ve sürekli bir yedek işçi ordusunun varlığı, yalnızca kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucu değil, aynı zamanda kapitalist gelişimin önşartlarından biridir.
İşsizlik kapitalizmin kaçınılmaz ürünü ve sonucudur. Rekabet savaşında ayakta kalmak için ürettikleri malların birim maliyetini düşürme güdüsü kapitalistleri emek üretkenliğini arttırmaya teşvik eder. Bunun esas yolu daha gelişmiş ve daha yetkin makineler kullanmaktır. Artan makineleşme ve bunların giderek yetkinleşmesi, her seferinde emeğin bir kısmını fazlalık haline getirir. Emek üretkenliğinin artışı, aynı sayıda işçinin daha az bir süre çalışarak aynı miktar ürünü üretmesine imkân sağlar, ama kapitalistin tercihi asla bu yönde olmaz. O çalışma saatlerini aynı tutarak işçi sayısını azaltmayı tercih eder. Yani fazlalık haline gelen emek, kendisini var eden işçilerle birlikte üretimin dışına atılır. Bu süreç içerisinde canlı emeğin (işçiler) yerini artan oranda cansız emek (makineler) alır. Bu aynı zamanda, kapitalistin yatırdığı toplam sermaye içerisinde sabit sermayeye ayrılan kısmın işgücüne ayrılan kısma kıyasla artması demektir. Sermayenin organik bileşiminin artması olarak adlandırılan bu durum, üretim hacmi artsa yani ekonomi büyüse bile neden işsizlik sorununun çözülemeyeceğini anlamakta kilit önem taşır. Yeni yatırımlar daha yüksek teknolojiye ve dolayısıyla sermayenin organik bileşiminin daha yüksek bir oranına dayanacağından, yeni yatırılan toplam sermaye içerisinde emeğe ayrılan kısım oransal olarak azalacak, bu da eskiye kıyasla daha az sayıda işçinin istihdam edileceği anlamına gelecektir. Kapitalizmin işçileri artan oranda üretim alanının dışına itmesinin nedeni işte bu mekanizmadır.
Ama kapitalizm yalnızca işsizliği sürekli olarak üretmekle kalmaz, aynı zamanda onsuz yapamaz da. Kapının dışında bekleyen bir işsizler ordusunun varlığı, çalışmakta olan işçilerin ücretlerini aşağı doğru çekmek ve çalışma koşullarını ağırlaştırmak üzere kapitalistlerin eline büyük bir koz verir. Marx, işsizliği, kâr oranlarının düşme eğilimine zıt yönde çalışan altı faktörden biri olarak değerlendirir. Hepsi bu da değil, işsizlik aynı zamanda kapitalizmin zorunlu bir önşartıdır, çünkü her an emre hazır, boşta bekleyen böylesi bir yedek emek ordusu ortada yoksa, sermayenin birikmesi, onun genişletilmiş yeniden üretimi sözkonusu olamaz. İşsizliğin kapitalizmin arzu edilmeyen bir sonucu değil, onun gereklerinden biri olduğu gerçeğini Engels İngiliz işçilerinin durumunu ele aldığı kapsamlı çalışmasında şöyle ifade eder:
“İngiliz sanayisi, en canlı aylarda pazarın gereksindiği mal yığınlarını üretebilmek için işsiz bir yedek işçiler ordusuna sahip olmak zorundadır. Bu yedek ordu, pazarın durumuna bağlı olarak istihdam edilen bölümünün büyüklüğüne ya da küçüklüğüne göre, geniş ya da küçük bir ordudur. (…) Bunalım sırasında çok yüksek bir sayıya ulaşan ve en yüksek refahla bunalım arasında ortalama sayılan dönemde de geniş bir sayıda olan bu yedek ordu, İngiltere’nin «artık nüfusu»dur.”[1]
Sürekli bir işsizler ordusunun varlığı, yalnızca canlılık dönemlerinde üretim kapasitesini arttırarak ya da yeni yatırımlar yaparak mevcut üretim hacmini büyütmek için değil, aynı zamanda yepyeni üretim dalları ve faaliyet alanları yaratarak buralara yatırım yapmak için de zorunludur:
“Ama eğer bir artık işçi nüfusu, birikimin ya da kapitalist temel üzerinde zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünüyse, bu artık nüfus da, tersine, kapitalist üretimin kaldıracı, evet, kapitalist üretim tarzının bir varlık koşulu haline gelir. (…) Artık nüfus, sermayenin değişen değerlenme ihtiyaçları için, gerçek nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak, her an sömürülmeye hazır insan malzemesini yaratır. (…) Birikimdeki ilerleme ile birlikte son derece büyüyen ve ek sermayeye dönüştürülebilir toplumsal zenginlik kütlesi, piyasaları birdenbire genişleyen eski üretim kollarına ya da eskilerinin gelişmesinden dolayı kendilerine ihtiyaç duyulan demir yolları vb. gibi, yeni açılmış üretim kollarına çılgınca bir coşkunlukla atılır. Bütün bu gibi durumlarda, büyük insan kitlelerinin, hemen ve diğer alanlardaki üretim faaliyetlerinde kesintiye yol açmaksızın, en önemli noktalara atılabilir olması gerekir. Aşırı nüfus bu kitleyi sağlar.”[2]
Genişletilmiş yeniden üretimin, ya da sermaye birikiminin, zaten bir fazla nüfusu gerektirdiğini gördük. Sermayenin organik bileşimindeki değişimle bağlantılı olarak, üretken sermayenin birikim hareketi, istihdam açısından farklı üretim alanlarında farklı sonuçlar (kimisinde arttırıcı kimisinde azaltıcı) doğurabilir der Marx. Sonuçta çalışan işçi sayısında şiddetli dalgalanmalar yaşanır. Bu dalgalanma, sermaye birikiminin bir başka zorunlu ürünü olan iktisadi çevrimlerle daha da şiddetlenir. Bunalım zamanlarında had safhaya varan, durgunluk dönemlerinde kronikleşen, canlılık dönemlerinde azalabilen işsizler ordusu; çalışmaktayken işten atılanlar nedeniyle, işçi çocuklarının yetişkin hale gelmesiyle, ev kadınlarının çalışmak zorunda kalışıyla, proleterleşme sürecinin ilerleyişiyle, dışarıdan gelen emek göçüyle artış gösterir. Marx, işsizlikteki artış, “daha az gerçek olmamakla birlikte, göze daha az çarpan bir biçimde de olabilir” diyerek, sermayenin organik bileşimindeki artıştan kaynaklı olarak yeni yatırımların, bu işsizler havuzundan göreli daha az işçi çekmesi olgusuna da dikkat çeker.
“Artan yoksullaşma ve sefalet”
“Sefalet, faal sanayi ordusunun hastanesi ve yedek sanayi ordusunun safrasıdır. Göreli artık nüfus üretimi sefalet üretimini içerir; bu nüfusun varlığı ne kadar zorunlu ise onun da varlığı o kadar zorunludur; sefalet, göreli artık nüfusla bir arada, kapitalist üretimin ve zenginlik artışının bir varlık koşulunu oluşturur. Sefalet, kapitalist üretimin faux frais’si (ek harcamaları) arasında yer alır; ne var ki, sermaye bunu büyük ölçüde kendi sırtından atıp işçi sınıfının ve alt orta sınıfın omuzlarına yüklemesini bilir. Toplumsal zenginlik, faaliyet halinde bulunan sermaye, bunun büyümesinin hacmi ve gücü ve dolayısıyla da proletaryanın mutlak büyüklüğü ve emeğinin üretici gücü ne kadar büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Kullanıma hazır emek gücünün büyüklüğünü artıran nedenler, sermayenin genişleme gücünü artıran nedenlerle aynıdır. Yani, yedek sanayi ordusunun göreli büyüklüğü, zenginlik potansiyeli ile birlikte artar. Ama, bu yedek ordunun faal orduya oranı ne kadar büyükse, sefaletleri çalışma sırasında katlandıkları işkenceyle ters orantılı olarak artan artık nüfus o kadar yığınsal şekilde yerleşiklik kazanır. Son olarak, işçi nüfusunun düşkünler tabakası ve yedek sanayi ordusu ne kadar büyükse, resmî yoksulluk da o kadar büyük olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak, genel yasasıdır.”[3]
Marksizmin düşmanları bu (ve birazdan aktaracağımız diğer) satırları onun yanlışlandığının kanıtı olarak kullanmayı pek severler. Marx’ın, emekçi yığınların yaşam koşullarının giderek kötüleşeceğini ve artan oranda sefalete sürükleneceğini öngördüğünü, ama gerçek dünyanın hiç de öyle olmadığını söylerler. Gerçekten de işçi sınıfının yaşam koşullarının 18. yüzyıldan bu yana sürekli olarak ve mutlak biçimde kötüleştiğini söylemek gerçeklerle bağdaşmaz. Peki Marx hakikaten de böylesi bir sürekli ve mutlak yoksullaşma öngörüsünde mi bulunmuştur? Hayır!
Birincisi, Marx, bir soyutlama yapmakta, kapitalizmin nesnel işleyiş yasalarını ve içsel eğilimlerini sergilemektedir. Kendi haline bırakılır, yani sınıflar savaşımından ve bu savaşımın içinde geliştiği tarihsel, siyasal, kültürel vb. koşullardan bağımsız düşünülürse ağır basacak eğilime işaret etmektedir Marx. Gerçek somut dünya çok daha karmaşıktır ve birbiriyle çelişen eğilimlerin mücadelesi temelinde şekillenir. Ve bu, o denli açıktır ki, yukarıdaki pasajı hemen takip eden cümle şudur: “Diğer bütün yasalar gibi bu yasa da, gerçekleşmesi sırasında, burada inceleyemeyeceğimiz çok sayıda durum tarafından değişikliğe uğratılır.”[4] Yani soyutlanmış şekliyle bu yasa, gerçek dünyanın somutluğunda bir dizi başka etken tarafından yumuşatılır ya da değişikliğe uğratılır. Bu etmenlerin başında da sınıf savaşımının düzeyi gelir.
İkincisi, Marx’ın yukarıdaki pasajda sergilediği tablo, esas olarak işsizlere ilişkindir. İşsizlik ve doğurduğu sefaletin, hem kapitalizmin zorunlu ürünü hem de onun varlık koşulu olduğu vurgulanır. Emeğin üretici gücü ne kadar büyükse, bir kutupta toplumsal zenginliğin diğer kutupta da işsizliğin o kadar büyüyeceği söylenir. Ve son olarak işsizliğin oranı ne kadar büyürse o kadar kronikleşeceği ve resmi yoksulluğun da o kadar artacağı söylenir. Resmi yoksulluk yalnızca işsizlerin artan sayısı nedeniyle değil, bu durumun çalışanların koşullarını olumsuz etkilemesi nedeniyle de artar. İşsizlikle faal işçilerin çalışma koşulları, en başta da ücret düzeyleri, doğrudan ilişkilidir. Bu açıdan bakıldığında, işsizlik ne kadar yüksekse ücretler de o kadar düşme eğilimi gösterirler. Dolayısıyla işsizlik ne kadar yaygın ve yaşadıkları sefalet koşulları ne kadar ağırsa, faal işçi ordusunun durumu da o kadar kötüleşir.
Üçüncüsü, Marx’ın esas üzerinde durduğu, mutlak değil nispi yoksullaşmadır. Mutlak yoksullaşma da kuşkusuz mümkündür ve kapitalistler bu doğrultuda ellerinden gelen her şeyi yaparlar; başarılı olup olmamaları, işçilerin ne ölçüde direniş sergileyebildiğiyle belirlenir. Mutlak yoksullaşma, sınai çevrimin kriz ve çöküş evrelerinde sıklıkla yaşandığı gibi, faşist ya da diğer olağanüstü burjuva rejimlerinde de bolca karşımıza çıkar. Ama mutlak artı-değer üretiminin doğal sınırlarının oluşu, kapitalizmin esas olarak nispi artı-değer üretimi üzerinden işlemesi sonucunu doğurur. Marx, tam da nispi artı-değer üretimi analizini hatırlattıktan sonra, emeğin sermayeye olan kölece bağımlılığının, aldığı ücretten bağımsız olarak, onun toplumsal durumunu nasıl kötüleştirdiğini vurgular:
“Kapitalist toplumda, emeğin toplumsal üretkenliğini yükseltmeye yarayan bütün yöntemler, maliyetleri bireysel işçinin sırtına yıkılarak hayata geçirilir; üretimi geliştirmeye yönelik bütün araçlar, üreticinin egemenlik altına alınmasını ve sömürülmesini sağlayan araçlar haline gelir, onu bir parça-insan biçiminde güdükleştirir, makinenin eklentisi durumuna indirir, katlanmak zorunda kaldığı işkence yüzünden emeğinin içeriğini yok eder; bilimin bağımsız bir güç olarak emek sürecinin bir parçası haline gelmesi ölçüsünde onu emek sürecinin zihinsel güçlerine yabancılaştırır; içinde çalıştığı koşulları bozar, emek süresi sırasında en nefret edilecek bir despotluğa boyun eğmek zorunda bırakır, bütün ömrünü emek-zaman haline getirir, karısını ve çocuğunu sermayenin Juggernaut tekerleğinin altına atar. Ama, bütün artık değer üretme yöntemleri aynı zamanda birikim yöntemleridir ve birikimdeki her genişleme gerisin geriye bu yöntemlerin daha da geliştirilmesine yarayan bir araç olur. Bundan dolayı, buradan, aldığı ücret ne kadar yüksek ya da düşük olursa olsun, işçinin durumunun, sermayenin birikmesi oranında, kötüleşmek zorunda olduğu sonucu çıkar. Son olarak, göreli artık nüfusu ya da yedek sanayi ordusunu her zaman birikimin hacim ve enerjisi ile dengeli bir durumda tutan yasa, işçiyi sermayeye, Hephaistos’un çivilerinin Prometheus’u kayalara mıhladığından daha sıkı bir şekilde bağlar. Sermaye birikimine karşılık gelen bir sefalet birikimini gerektirir. Şu halde, bir kutuptaki zenginlik birikimi, aynı zamanda, öteki kutuptaki, yani kendi emeğinin ürününü sermaye olarak üreten sınıfın yer aldığı karşı kutuptaki sefalet, acı, kölelik, cehalet, vahşileşme ve manevi bozulmanın birikimidir.”[5]
Proletaryanın kendisi için üretebildiği durum, yarattığı muazzam zenginliğe kıyasla sefaletten başka ne olarak adlandırılabilir ki? Bugünkülerle karşılaştırıldığında 18. ya da 19. yüzyılın en zengin burjuvalarının servetleri hayli mütevazı kalır. Onlar o durumdan bugünkü duruma yükselirken, işçilerin yaşam koşullarının eski dönemlere oranla bir parça daha katlanılır hale gelmesi, sorunun özünü hiçbir şekilde değiştirmiyor: kapitalizmde en azından nispi yoksullaşma temelinde toplumsal kutuplaşma ve iki sınıf arasındaki uçurum giderek artar. Büyüyen İşçi Sınıfı adlı çalışmasında Elif Çağlı bu durumu şöyle dile getiriyor: “Kapitalist gelişmenin doğal bir sonucu olarak, işgücünün kendini yeniden üretebilmesi için gerekli ihtiyaç maddelerinin kapsamı genişledi. Böylece proletaryanın tüketim kalıpları da kapitalizmin ilk dönemlerine oranla büyüdü. Fakat kapitalist düzenin eşitsizliğinin ve adaletsizliğinin somutlandığı göreli (nispî) yoksullaşma ortadan kalkmadı. Tersine kapitalizm geliştikçe işçi sınıfının nispî yoksullaşması da arttı. Çünkü işgücünün değerini yalnızca fiziksel ihtiyaçlar değil, toplumsal ihtiyaçlar da belirler. Kapitalist gelişme emeğin üretkenlik gücünü arttırıp artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırırken, toplumsal ihtiyaçları da çeşitlendirmektedir. İşçiler kendilerinden önce gelen işçi kuşaklarına oranla daha iyi bir durumda olsalar da (ve kimi dönemler bunun tersi de pekâlâ mümkündür), içinde yaşadıkları dönem itibarıyla gerçeklik kazanmış bulunan toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak bakımından göreli bir yoksullaşma içindedirler.”[6] İşte Marx’ın toplumsal kutuplaşmanın bir ucu olarak sefalete vurgu yaptığı satırları, bu nispi, göreli bakış açısıyla kavramak gerekir.
Dördüncüsü, aslında, işçilerin yaşam standartlarının sürekli ve mutlak olarak düşeceği şeklindeki görüş, Marx’ın eleştirdiği kişilerin görüşüdür. Malthus, Ricardo ve Lassalle bu görüşü, nüfus teorileri eşliğinde savunmuşlardır. Çünkü onlara göre, ücretler artarsa, işçiler daha fazla çocuk yapacaklar ve bu da işsizliği arttırarak işçiler arasındaki rekabeti körükleyecek ve sonuçta ücretler tekrar asgariye doğru düşecektir. Görüldüğü gibi, “ücretlerin tunç yasası” adıyla anılan bu uyduruk görüşün altında yatan şey Malthus’un nüfus yasasıdır.
Gerek Marx gerekse de Engels, işsizliğin (ve işçiler arasındaki rekabetin) ücretleri baskılayan en önemli faktörlerden biri olduğunu defalarca vurgulamış, bunun sınai çevrimlerle bağını da ortaya koymuşlardır: “Bir bütün olarak bakıldığında, işçi ücretlerinin genel hareketleri, yalnızca, sınai çevrimin dönemsel değişmelerine uygun olarak yedek sanayi ordusunda gerçekleşen genişleme ve daralmalar tarafından düzenlenir. Bundan dolayı, bu hareketler, işçi nüfusunun mutlak sayısındaki değişikliklerle değil, işçi sınıfının faal işçi ordusu ile yedek işçi ordusuna bölünmesinin değişen oranlarıyla, artık nüfusun göreli büyüklüğündeki artış ve azalışlarla, bu nüfusun kâh soğurulup kâh yeniden serbest bırakılmasının derecesiyle belirlenir.”[7] Ancak Marx’ın ücret teorisi tek nedenli bir açıklama değildir, çok sayıda faktörü hesaba katar. Sınıfın bilinç ve örgütlülük durumu ve buna bağlı olarak sınıf savaşımının düzeyi de son derece önemli bir faktördür. Ücretlerin sınai çevrimlerdeki kısa vadeli dalgalanmaları dışında, uzun vadeli değişimi, Marx tarafından işgücünün değerindeki değişimle açıklanır. Bu değişim, sermaye birikiminin bir fonksiyonudur. Sermaye birikimi, emek üretkenliğinin artışı ve sermayenin organik bileşiminin artışıyla birlikte ilerler ve bunlar da işgücünün değeri üzerinde hem azaltıcı hem de bazı yönleriyle arttırıcı etkide bulunurlar. Sonucu, bu zıt eğilimlerin çatışması ve sentezi belirleyecektir, ama yine de ağır basanın, azalma yönündeki eğilim olduğunu söyleyebiliriz: Kapitalist üretimin genel eğilimi, ücretlerin ortalama düzeyini yükseltme değil, düşürme, yani işgücünün değerini “üç aşağı beş yukarı en alt sınırına çekme yönünde”dir der Marx. Ardından da eğer bu eğilime karşı hiçbir şey yapmazsa, işçi sınıfının “ezilmiş ve hiçbir kurtuluş umudu kalmamış bir sefiller yığını durumuna düşeceği”ni belirterek sendikal mücadelenin önemini vurgular.[8]
Ücret hareketlerine ilişkin olarak Marx’ı eleştirenler, onun metanın değeri ile fiyatı (bu durumda ücret) arasındaki farkı gözettiğini de çoğunlukla görmezden gelirler. İşgücünün değeri uzun vadeli olarak azalırken, fiyatı aynı kalabilir ve hatta yükselebilir de. Sınai çevrimlerin boom evresinde yaşanan ücret artışları bunun örneğidir. Dahası, daha az parayla bile daha fazla tüketim malı satın almak mümkündür![9] Demek ki emek üretkenliğindeki artış nedeniyle işgücünün değeri ve reel ücretler zıt yönlerde hareket edebilirler.
* * *
Gördüğümüz gibi kapitalizm, işsizliği, yoksulluğu ve sefaleti gerek nispi olarak gerekse de kimi dönemlerde mutlak olarak büyütmektedir. Son derece sarsıcı bir tarihsel sistem krizinden geçtiğimiz son çeyrek asırdır, arka arkaya gelen ve giderek şiddetlenen iktisadi kriz dalgaları insanlığın acılarının daha da derinleşmesine yol açıyor. Büyük bir tarihsel yol ayrımına gelmiş bulunmaktayız. Dünyaya hükmeden finans kapitalin zirveleri bu çürümüş ve can çekişmekte olan sistemi nasıl ayakta tutacaklarına kafa patlatıyorlar. Üstelik görünen o ki, bu noktada hangi tercihlerde bulunacaklarına dair ciddi iç çatışmalar yaşıyorlar. Hangi taraf ağır basacak olursa olsun, bu, insanlık için hayırlı olmayacaktır. Kimi finans kapital çevrelerinin vaat ettikleri kırıntılara tav olarak bu sömürü sisteminin sürmesine razı mı gelinecek? Kapitalistlerin öyle ya da böyle sömürüyü ve baskıyı daha da arttırarak ne pahasına olursa olsun egemenliklerini sürdürme tercihlerine boyun mu eğilecek? Kapitalizmin zirvelerindeki kapışmanın dayattığı seçenekler arasında bir tercih yapmayı reddetmekten başka şansımız bulunmuyor. İnsanlığa kâbusu yaşatan bu kapitalist sistemi son tuğlasına kadar yıkmaktan başka hiçbir yol yoktur.
[1] Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Sol Yay., 1. bsk, s.139 [düzeltilmiş çeviri]
[2] Marx, Kapital, c.1, s.610-612.
Lenin de, kapitalizme duygusal temelde eleştiriler yöneltenleri (örneğin Narodnikleri ve düşüncelerini dayandırdıkları Sismondi’yi), işsizliğin kapitalizmin varlık koşullarından biri olduğu gerçeğini göz ardı etmekle, “kapitalizmin bir işsizler ordusuna olan ihtiyacı konusuna hiçbir zaman değinmemekle” eleştirir. Bak: Lenin, Ekonomik Romantizm, Ser Yay., 1.bsk, s.59
[3] Marx, Kapital, c.1, s.622
[4] Marx, Kapital, c.1, s.622
[5] Marx, Kapital, c.1, s.623-4 [vurgu bizim]
[6] Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., 2.bsk, s.88
[7] Marx, Kapital, c.1, s.615
[8] Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, Evrensel Yay., 1.bsk, s.78. Marx, işgücünün değerinin, iki temel öğe tarafından belirlendiğini söyler: fizyolojik öğe ve tarihsel-moral öğe. Her ikisi de, içinde bulunulan toplumun kültür ve alışkanlıklarıyla, coğrafi ve iklimsel koşullarla, ve en sonu kapitalist gelişim düzeyiyle doğrudan ilişki içerisindedirler. Dahası, fizyolojik öğenin kendisi de zaten mutlak değil, görelidir; zamana, mekâna ve toplumsal alışkanlıklara göre değişim gösterir. Dolayısıyla gerekli tüketim düzeyi ve sepeti, sırf biyolojik ihtiyaçlarla belirlenmez. Verili bir toplumda, çoğunluk tarafından geçerli ve kabul gören ihtiyaçlar neyse onlar da bu sepete dâhil olurlar. Bu nedenle sepetin kendisi kesintisiz bir değişim içerisindedir. Kimi ihtiyaçlar artık eskimişken, kimi yepyeni ihtiyaçlar doğar. Asgari ücret sepetinde bulunan kalemlerin bir ülkede zaman içerisindeki değişimi de, bu sepetin ülkeden ülkeye değişimi de bunu gösterir.
[9] Marx, Kapital, c.1, Sol Yay., 10. bsk, s.496
link: Oktay Baran, Nüfus Artışı, İşsizlik ve Hortlatılan Malthusçuluk /2, 20 Mayıs 2020, https://marksist.net/node/6972