Ekonomik kriz, tüm görüngüleriyle işçi ve emekçilerin yaşamını altüst ederek yol alıyor. “Kriz” kelimesine alerjisi olan AKP iktidarı ise her türlü yola başvurarak krizi yadsıyor, yadsıdığı krizi fırsata çevirmekten de geri durmuyor. Tüm rakamsal verilerle oynayıp yağmurlu havayı güneşli gösterme gayreti bir süreliğine örgütsüz kitlelerde karşılık bulsa da, yağmurdan nasibini alan ve iliklerine kadar ıslanmaya başlayan yoksul emekçi kitleler, krizin bedelini ödedikçe bir şeylerin ters gittiğinin farkına varmaya başlıyor. Krizin sonuçları işçi sınıfının karşısında bir duvar gibi dikilirken iktidar bir yandan krizi manipüle ediyor, bir yandan da inkâr edilen krizi ucuz atlatması için patronlar lehine teşvik ve önlemleri uygulamaya sokuyor. İşçi ve emekçilerin etrafındaki duvar gittikçe kalınlaşırken kitleler çıkışsızlığa sürükleniyor. Ağır bir ekonomik krizle karşı karşıya olan egemenler yağmurdan kaçıp kurtulmanın yollarını ararken, doluya tutulan işçi ve emekçiler oluyor. Fatura kabardıkça kabarıyor. İşsizlik artıyor, işten atmalar yaygınlaşıyor, enflasyon rekor seviyelere yükseliyor, hayat pahalılığı karşısında ücretler buhar olup uçuyor. Elektrikten suya, gıdadan ev kiralarına kadar tüm temel ihtiyaç kalemlerine zam geldikçe, borç üstüne borç bindikçe yoksul işçi ve emekçilerin sırtındaki kambur gittikçe büyüyor. Sermaye sahiplerinin krizi atlatmaları için devletin tüm imkânları seferber edilirken, sıra işçi ve emekçilere geldiğinde kârlarından feragat etmek istemeyenlerin çıkarları doğrultusunda sömürüye tam gaz devam ediliyor.
Ekonomik krizin ağır etkileri çalışma hayatında varlığını hissettirmeye başlar başlamaz patronlar, onun hizmetindeki iktidar ve aynı gemide yol alan tüm çığırtkanlar sürüsü “fedakârlık” adı altında işçi ve emekçileri bedel ödemeye çağırdılar. Hayat pahalılığı, zamlar ve borçlar altında ezilen yoksul emekçiler, düzenin yarattığı kriz karşısında borçlu ilan edildi. Krizin faturası işçi sınıfına kesildi. Patronlar ilk olarak, iş hacmindeki daralmayı ve krizi bahane ederek çözümü işçileri işten atmakta, ücretsiz izinlere çıkarmakta buldu. Yerleşik içtihattaki “feshin son çare olması ilkesi”ne rağmen, ilk çaresi işçiyi işten atmak olan patronların imdadına yine İş Kanunu yetişti. 2008 krizinin ardından patronların yükünü azaltmak için kanuna eklenen Kısa Çalışma Ödeneği, şartları daha da kolaylaştırılıp revize edilerek patronlara sunuldu. Kısa çalışma ödeneğine başvuran işyerleri için kanunda tanımlı “zorlayıcı sebeplerin ortaya çıkması” şartının yanı sıra krizin adını sarf etmekten itinayla sakınılarak “dışsal etkilerden kaynaklanan dönemsel durumlar” ifadesi de eklendi. Böylelikle hiçbir belge ve kanıt aranmaksızın, “dış etkiler” yüzünden zorda olduğunu belirten işverenlerin tek bir sözü bile başvurunun kabul görmesi için yeterli olacak. Üstelik patronların elini cebine atmasına müsaade etmeyen bu düzenlemede bütün giderler İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanıyor. Kısa çalışma ödeneği başvurusu kabul edilen işyerlerinde çalışan işçilerin bu ödenekten hak kazanması için ise, işsizlik sigortasından yararlanma koşullarını sağlaması gerekiyor. Devlet ve patronlar için adeta bir arpalık olan İşsizlik Sigortası Fonundan işçilerin yararlanma koşulları bir nebze olsa bile esnetilmezken, kriz anında işçinin ücreti dahi bu fondan karşılanıyor. Krizi fırsata çevirerek bu düzenlemeden yararlanan patronlar, bu süre zarfında sömürüyü arşa çıkarıyor.
İşten çıkarmalarla birlikte zaten kronikleşmiş olan işsizlik sıçramalı bir şekilde artıyor. Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) açıkladığı son verilere göre dar tanımlı resmi işsiz sayısı bir önceki yıla göre 330 bin kişi artarak 3 milyon 750 bine yükseldi. DİSK’in Aralık 2018 İşsizlik ve İstihdam Raporuna göre ise geniş tanımlı işsiz sayısı –TÜİK verilerine dayanılarak yapılan hesaplamalara göre– 6,4 milyona yaklaştı. Geniş tanımlı işsizlik oranı ise yüzde 18,2 olarak hesaplandı. Geçen yılın aynı dönemine göre geniş tanımlı işsiz sayısı 466 bin arttı. Öte yandan çalışmaya devam eden milyonlarca işçinin iş yoğunluğu azalmıyor. Çünkü işten çıkarılan işçiler nedeniyle artan iş yükü kalanların sırtına yükleniyor. Son olarak belirlenen asgari ücret zammının gerçek enflasyonun çok altında kalmasıyla da işçiler sefaletin kucağına itildi, patronların ise yine yüzü güldü. Örgütsüzlük nedeniyle çaresizliğe ve çıkışsızlığa sürüklenen işçi ve emekçiler, işini kaybetme korkusuyla patronların her türlü dayatması karşısında sesini çıkaramaz hale geldi.
Krizin itirafından sakınan iktidar, kitleleri körleştirmek için “dış mihrakların saldırısı”, “Türkiye’ye oynanan büyük oyunlar”, “dolarda dalgalanma yaratan spekülasyonlar”, “Büyük Türkiye’yi hedef alan ekonomik savaş” salvolarını savururken beri yandan patronları krizden sıyırma girişimleriyle bir krizin varlığını kabul etmiş oluyor. İktidar yanılsamalarla gerçeklerin üzerine perde çekerken, “Erdoğan-AKP” iktidarının yanlış ekonomik politikalarından dem vuran burjuva muhalefet partileri ise “alternatif’ ekonomi planlarıyla esasında kendilerini kapitalist ekonominin sürdürücüsü olmaya aday gösteriyorlar. Oysa kapitalizm altında hangi hükümet söz konusu olursa olsun, krizleri ortadan kaldırmak ya da onlardan kaçmak mümkün değildir.
Krizin kaynağı kapitalizmdir
Dünya kapitalist sistemin bir parçası olan Türkiye ekonomisi, kapitalizmin içine girdiği krizden payını alarak çöküşe doğru yol alıyor. Kuşkusuz iktidarın izlediği çeşitli politikalar ve emperyalist güçlerle yaşanan gerilimler krizi derinleştiren ve ağırlaştıran faktörlerdir, fakat tek başına krize sebep olarak gösterilemezler. Krizler kapitalist üretim tarzının doğasından kaynaklanır ve bu krizleri nihai olarak ortadan kaldırmaya hiçbir burjuva hükümetin gücü yetmez.
“Burjuva yorumcuların kapitalist ekonominin spazmlarını rastlantısal olaylar gibi göstermek istemelerine karşın, Marksizm kapitalizmin krizlere yazgılı doğasını kusursuzca teşhir etmiştir. Ekonomik krizleri kaçınılmaz kılan temel neden, son tahlilde, üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel-kapitalist biçimi arasındaki çelişkidir. Bu çelişki kendisini üretim ile tüketim arasındaki uyumsuzlukta ve çeşitli alanlardaki oransızlıklarda ortaya koyar. Devresel olarak patlak veren aşırı-üretim krizleri kapitalist ekonominin derinlerinde yatan sorunların dışavurumudur.”[1] Nitekim kapitalizmin tarihi boyunca patlak veren krizlerde çöküşün şiddetini hafifletmek için uygulamaya sokulan “tedbirler”, bir sonraki krizin daha şiddetli hale gelmesinden başka bir işe yaramamıştır. Hâkim görüş krizin “arızi”, “geçici”, “anormal” bir hâl, kapitalizmin normal işleyişinden bir sapma olduğu yönünde olsa da kapitalizmin tarihine baktığımızda durumun hiç de yansıtılmaya çalışıldığı gibi olmadığını, kapitalist ekonominin krizlerden yakasını bir türlü kurtaramadığını görürüz. Gelinen noktada her bir kriz kapitalizmin bünyesinde çok daha ciddi hasarlar bırakıyor ve emekçileri daha ağır yıkımlara sürüklüyor. Kapitalist ekonominin tepesinde toplanan kara bulutlar, gelecekte bir fırtınanın kopacağını haber veriyor.
Çanlar kapitalizm için çalıyor
Kapitalist sistem içinde ne burjuvazinin krizleri ilânihaye atlatması mümkündür ne bu sistem içerisinde işçi sınıfının krizin etkilerinden kaçınmasına olanak vardır. Kapitalizmin çelişkili yapısı kendi sonunu hazırlarken, burjuvazi sona yaklaşma korkusu içinde işçi ve emekçilere yönelik saldırısını gittikçe katmerleştiriyor. Krizi atlatmak için türlü türlü projeler çıkaran egemenler, krizin sorumluluğunu işçi sınıfının boynuna yıkarak kendilerine nefes alacakları alanlar açarlarken, emekçilerin ümüğünden sıkıp onları soluksuz bırakmaktadırlar. Öte yandan tüm dünyada burjuvazinin gemi azıya alıp saldırılarını pervasızlaştırması, kırbacı yiyen dünya işçi sınıfının kapitalist sisteme olan hoşnutsuzluğunu doğuruyor. Ve kapitalist sistem yıkılmadan işçi ve emekçiler için kurtuluş yolu görünmüyor.
Kapitalist ekonomiye can veren tüm mekanizmalar birer birer tükenirken kapitalizmin kalbine giden bütün damarlar tıkanıyor. Atılan her adımda yeni bir kriz doğuran kapitalist işleyiş için ölüm çanları çalıyor. Ancak bu krizler sonucunda kapitalist sistemin kendiliğinden çökeceğini düşünmek beyhude bir bekleyiş olacaktır. “Asla üzerinden atlamamız gereken gerçek şudur ki, içinden geçtiğimiz kriz ne kadar derin ve şiddetli olursa olsun kapitalizm krizleri içinde kendiliğinden çökmeyecektir. İnsanlığın kaderi geçmiş dönemlerde olduğundan çok daha fazlasıyla işçi sınıfının devrimci mücadelesine bağlıdır. Feuerbach’ı eleştirirken kaleme aldığı ünlü 11.Tez’de «Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir» diyen Marx’ın satırlarını asla unutmayalım. Bugün üzerinde odaklaşmamız gereken ana halka işte budur.”[2]
[1] Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Yay., s.34
[2] Elif Çağlı, age, s.81
link: Suna Akaltan, Ekonomik Kriz ve Kapitalizm, 7 Ocak 2019, https://marksist.net/node/6564
Mükelleften Güvencesizliğe: Dünümüz, Bugünümüz
Duvarın Dibinde Bir Dut, Bir Umut Ağacı