Mükellef ilan oldu gelin dediler
Cehennem deliğine girin dediler
Yeni de kartımı aman elime de verdiler
Aman da beyim vay efendim bu nasıl emir
Kapandı kapılar sürüldü demir
Aman da beyim vay efendim künyem yazıldı
İlet mezarlığına kabrim kazıldı
(Anonim halk türküsü, Kütahya/Tunçbilek)
Biz Türkiyeli işçilerin tarihinde artık çok az insanın hatırladığı İş Mükellefiyeti Yasası, yani zorunlu çalıştırma yasası, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi olmak üzere iki kez çıkarılmıştır. Bu yasa madenlere yakın bölgelerdeki kır yoksullarından dönemin idari sistemi içindeki başka illere kadar pek çok emekçiyi etkilemiştir. Balkan illerinden Ege’ye, oradan Akdeniz ve Suriye sınırına kadar pek çok yerden insanlar maden bölgelerine yollanmıştır. Köylerinden illerinden zorla getirilip madenlere sokulanların hayatı tamamen değişmiş, kimileri bir daha doğdukları yerlere dönememiştir. Egemenler adeta kömürün karasıyla insanların hayatını karartmışlardır.
Osmanlı döneminde özellikle buharlı savaş ve ticaret gemilerinde enerji kaynağı olarak kömür kullanımının elzem hale gelişiyle, yoksul köylüler kanun emriyle madenlerde zorla çalıştırılmaya başladı. Köylüler topraklarından kopmak istemiyorlardı. Ama bu durum egemenlerin umurunda bile değildi. 1867 yılında Dilaver Paşa Nizamnamesiyle, özellikle de Ereğli havzasında 13-50 yaş arası sağlıklı erkekler zorunlu olarak madenlerde çalıştırıldı. Saatlerce çalışmanın karşılığı ise çok düşük bir paraydı, işi kabul etmemek söz konusu bile değildi.
Osmanlı yıkılıp tarih sahnesinden çekildikten sonra kurulan yeni düzenin egemenleri de aynı şeyi yaptılar. Adına mükellefiyet denilen bu karabasan II. Dünya Savaşıyla birlikte yoksul köylünün kapısını tekrar çaldı, maden bölgelerinde yine büyük acılara ve ölümlere sebep oldu. Savaş nedeniyle devlet, işgücünden pervasızca faydalanmak için 1940 yılında Milli Korunma Kanunu (MKK) adı altında bir yasa çıkardı. İnsanları bu yasayla zorunlu çalışmaya mahkûm etti. 1947-1948 yıllarına kadar özellikle Zonguldak havzası, Kütahya ve Manisa illerinde madenlerde zorla çalıştırma devam etti.
Savaş, yoksulları baskı altında tutmanın bir aracı halini almıştı. Egemenler, “savaş buraya da sıçrayabilir, çalışın ve sesinizi çıkarmayın” demeye getiriyorlardı. İrfan Yalçın “Ölümün Ağzı” romanında zorla mükellef edilen bir maden işçisinin ağzından anlatmıştır bu durumu: “Bunun anası, bubası, garısı, çoluğu çocuğu var mı yok mu diye düşünen kim? Ne desen, ne söylesen ‘harp var, gâvur kapılarımıza dayandı’ deyorlar. Harba girsek bundan daha çok mu eziyet çekecez sanki? Keşke harba soksalar bizi.” Bu iç çekişler, köyünden, ailesinden, sevdiklerinden, toprağından zorla kopartılan ve zorla çalıştırılan yoksul insanların sesleriydi. Parası olan ise mükellefiyet memurlarıyla anlaşıp, sahte raporlar ayarlayabiliyor ve mükelleflikten muaf olabiliyordu.
Mükellefin önüne astılar bayrak
Ankara’ya gitti de gelmedi evrak
Elli binliği verem sürgünden bırak
Milli Korunma Kanunu, hükümete ekonominin her alanına müdahale etme ve ekonomik yaşamı olağanüstü şartlara göre düzenleme yetkisi veriyordu. 1936 tarihli İş Kanunu zaten işçilere sendikal örgütlenme ve grev hakkı tanımıyordu. 1940 yılında ilan edilen sıkıyönetimle de işçiler daha fazla baskı ve gözetim altına alınmıştı. Muhalefet etmeye çalışan basın yayın organları kapatılıyor veya sansürleniyordu. Sendikaları ve örgütlenme hakları olmayan işçilerin basın yayın yoluyla seslerini duyurmaları da engelleniyordu. Bu kanuna dayanarak birçok işkolunda fazla mesailer yaygınlaştı, mazeretsiz iş bırakmak yasaklandı, hafta tatilleri iptal edildi. Erkeklerin askere alınması ile ortaya çıkan işgücü açığı kadın ve çocuk işçiliğiyle giderilmeye çalışıldı. İş Kanununun kadın ve çocuk emeğini koruyan hükümleri askıya alındı. Ayrıca kadın ve çocuk işçiliği daha ucuz olması nedeniyle tercih sebebiydi. Bu kanun tüm vatandaşların belirli bir ücret karşılığında zorunlu olarak çalışmalarını yani iş mükellefiyetini zorunlu kılıyordu.1993 yılında Zonguldak’ta yerel bir gazetecinin 1945 yılında mükellef kılınmış bir işçiyle yaptığı röportajda işçi durumu şöyle özetliyordu:
“Mükellefiyeti duyduğum zaman benim içim sızlıyor. Muhtarlar adamı teslim ettikten sonra, mükellefi hamamın önünde çırılçıplak, olduğu gibi soyarlardı. Elbiselerini de doğru ütüye, yani kazana atarlardı. Bit var diye yapıyorlar. Adamlar çırılçıplak, kazandan elbiseler çıkana kadar orada bekliyorlardı. Elbiseler çıktıktan sonra; mükellefiyet kâtibi gelmiş zaten aşağıya, listeleri okur, gelenleri işaretlerdi. Adamların hepsi gelmişse, tamam. Gelmeyen olursa iki gün sonra tevkifat kâğıdı çıkar işletmeden. Ya jandarma gelir köye, ya da muhtara bir haber gelir. Adam da köyde yoksa aramaya başlarlardı. Zorla, sopayla ocağa sokarlardı. Niye, çünkü adam nefret etmiş mükellefiyetten. Adam hasta olur, istirahat vermezler. İzin isteyecek, izin vermezler. Affedersiniz hanımı doğum yapacak; çocuğu olacak, kimsesi yok. Köyüne gitmek istiyor, göndermiyorlar. İki gün izinsiz gitse peşinden firar veriyorlar. Cezaevine gönderiyorlar.”
Milli Korunma Kanunu çeşitli alanlarda uygulandı fakat madenlerde daha acımasız bir şekilde işletildi. Savaş boyunca temel enerji kaynağı olan mazot ithal edilemiyordu, bu nedenle kömür üretimi alabildiğine arttırılmıştı. İşte bu kanun ile ucuz işçilik ve bunun sürekliliği sağlanmış oldu. Kanunen büyük işveren olan devlet ve fabrika sahipleri açısından son derece ucuz bir çözüm yöntemi olarak görünüyordu. Bu kanun sayesinde şirket sahipleri iyice palazlandı.
Tüm bu zorlama ve düşük ücretler karşısında köle gibi çalıştırılan mükelleflerin tepkileri ise ancak iş yavaşlatmak veya verimi düşürebilmek olmuştu. Çaresizlik o kadar yoğundu ki bir nebze nefes almak için bile bile kendilerini yaralayıp hasta raporu almaya çalışıyorlardı. Hatta bu çalışma koşullarından kurtulabilmek için bileklerinden ellerini kesenler dahi olmuştu. Çünkü zorla çalıştırılan, insan yerine konulmayan, dayak, küfür ve hakarete maruz kalan işçilerin derdi kömür çıkarmak değil, bir an önce oradan kurtulabilmek, zaten yokluk içinde olan ailelerine kavuşabilmekti.
Mükellefin urganı, terli olur yorganı
Mükelleften kurtulan çifte kessin kurbanı
Hasta, sakat demeden jandarma dipçiğiyle köylerinden saatlerce yürüyerek madenlere getirilen insanlar işi terk etmeye kalktıklarında hapis ve para cezasına çarptırılıyorlardı. “Anan mı ölmüş, baban mı ölmüş önemli değil işi bırakamazsın, yasak…” Mükellefler için zorla ve kötü şartlarda çalıştırılmak kaçmak için bir sebepse, diğer bir sebep de tarlalarını ekemez, mahsullerini kaldıramaz olmalarıydı. Böyle bir kıtlık ve pahalılık zamanında aldıkları ücretlerle bir yıl boyunca çoluk çocuklarını geçindiremeyecekleri ortadaydı. Babası da Zonguldaklı bir maden işçisi olan Murat Köse, Mükellefiyet ve Göl Dağı adlı kitaplarında 1. ve 2. mükellefiyet dönemlerini anlatmıştır. “Madenciler için devlet, jandarma demekti. Mükellefiyet süresince jandarma kovaladı, işçi kaçtı. Bu iş için Devrek’te 8. Tümen kurulmuştu” diyor Köse. Jandarma, firar eden işçileri yakalıyordu. Yakalayamadığı zaman ise işçilerin yakınları hapse atılıyordu. Özellikle eşleri ve kızları rehin alınıyor, çoğu zaman ırza geçme ve taciz olayları yaşanıyordu. Böylece kaçanlar geri dönmeye mecbur bırakılıyorlardı. Bu kez pranga ve dayakla tekrar çalıştırılıyorlardı. Üç kez firar etmeye kalkanlar ise tahkim komutanlıklarına sevk ediliyor, oradan başka şehirlere yol, havaalanı ve diğer işlerde ücretsiz bir yıl çalıştırılmak üzere sürgüne gönderiliyorlardı.
Mükellefin önünde yerli de kantarlar
Anafora dadanmış gâvur muhtarlar
Mükelleften kaçanı sürgün yaparlar
Mükelleflerin günlük çalışma süreleri yaptıkları işe göre 12 ile 16 saat arasında değişiyordu. Günde iki öğün ve esasen kuru ekmekle beslenen işçiler yeterli beslenemediklerinden vereme ve bağırsak enfeksiyonlarına, kömür tozu yüzünden akciğer hastalıklarına yakalanıyorlardı. Derme çatma, pis barakalarda bit, pire içinde yatmak zorunda kalıyorlardı. Yetersiz temizlik nedeniyle sıtma, tifüs, frengi, çiçek gibi salgın hastalıklar ölümlere sebep oluyordu. 1938-1944 yılları arasında 1000’e yakın işçi vereme yakalanmıştı.
Zorunlu yasa sonucu kömür üretimi artmıştı ancak ölümlerin ardı arkası kesilmiyordu. Malzeme eksikliğinin insan gücüyle giderilmeye çalışılması, deneyimsiz insanların tehlikeli işlere sürülmesi iş kazalarına/cinayetlerine sebep oluyordu. Göçük altında kalarak, su baskınlarında boğularak yüzlerce işçi hayatını kaybetmiş, sakat kalmış veya iş göremez hale gelmiştir. Nice aileleri birbirinden ayırmış, nice ocaklara ateş düşürmüştür mükellefiyet. Bu durum nice yürekleri yakmış, dillerde ağıt olmuştur.
Zonguldak treni hem ileri hem geri
Kör olasın mükellef dul ettin gelinleri
Dünün mükelleflerinin bugünkü torunları olan işçiler, enflasyon, işsizlik, hayat pahalılığı kırbacıyla dövülüyorlar ve güvencesizliğe, geleceksizliğe ve kötü çalışma koşularına boyun eğmeleri isteniyor. Her geçen yıl daha da artan iş cinayetleri bu tablonun en çarpıcı ifadesidir. Mükellefler dönemin egemenlerine karşı kendi uzuvlarını keserek, canlarına kıyarak çaresizce tepki gösteriyorken, bugünün örgütsüz yığınları tepkilerini intiharlar, aile içi şiddet ve cinnet olarak koyuyorlar. Demek ki dün mükelleflere reva görülen, yirmi birinci yüzyılda sayıları on milyonları geçmiş işçi sınıfımıza reva görülüyor. Egemenlerin tıynetinde bir değişim yok. Fakat şunu da unutmayalım; mükelleflerin torunları yani madenciler, ağır çalışma koşullarına, kötü yaşam koşullarına, iş cinayetlerine, düşük ücretlere karşı büyük mücadeleler verdiler. İşçi sınıfının tarihsel serüveni, böylesi zorlu dönemlerden çıkışın tek tek işçilerin mücadelesiyle değil, ancak örgütlü mücadeleyle mümkün olduğunu gösteriyor. İşçi sınıfının büyük şairi Nâzım Ustanın dediği gibi, “Onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman” her şey değişecektir!
link: Gebze’den MT okuru bir işçi, Mükelleften Güvencesizliğe: Dünümüz, Bugünümüz, 7 Ocak 2019, https://marksist.net/node/6563
Asgari Ücret ve Örgütsüzlüğün Bedeli
Ekonomik Kriz ve Kapitalizm