Erdoğan, partisinin İstanbul il kongresinde, seçim manifestosunu açıkladı. Türkiye’yi “şahlandırmak”tan söz eden ve büyük bir şovla ilan edilen manifestoya bakıldığında, şahlanan şeyin gerçekte hamaset, çarpıtma, aldatmaca, pişkinlik ve göz boyama olduğu görülüyor!
Cumhuriyet dönemini sona ermesi gereken “kısa bir ara” olarak görenler, sandığa giderken “biz herkesi kucaklıyoruz” mesajı vermek için, manifestolarında “1923’te Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde devletimizin yönetim şeklini Cumhuriyet olarak ilan eden bizim irademizdi” diyorlar. Her seçimde olduğu gibi bu seçimde de mağduriyet edebiyatına başvurmayı da ihmal etmiyorlar. Üstelik 27 Mayıs’tan ve 12 Eylül’den sonra bu kez 12 Mart’ı da mağduriyet listelerine ekleyecek kadar ileri gidip tarihi gerçekleri çarpıtıyorlar: “27 Mayıs darbesi bize yapıldı, darağacına çekilen de bizim irademizdi. 12 Mart muhtırası bize verildi. 12 Eylül darbesi bizi hedef aldı. … Her darbede hapse düşen, zulüm gören, acı çeken biz olduk.”
Tarihin en büyük yolsuzluk skandallarına imza atanlar, yoksulluğu “tabana yayanlar”, yasaklarda 12 Eylül faşizmiyle yarışanlar, “yolsuzlukla, yoksullukla ve yasaklarla mücadele etmek, en önemli hedeflerimiz arasında olmaya devam edecektir” diyerek ve “millete hizmetkâr olmak”tan dem vurarak halktan oy istiyorlar.
Şimdiye dek girdiği her seçimi “milat” diye nitelendiren siyasi iktidar bu seçim için de aynı yaveyi tekrarlıyor. Saray ittifakı, dayattığı sandıktan, her türlü yasak, baskı ve gözaltılar eşliğinde “devam” sonucunu çıkarmak için elinden geleni yapıyor. İktidara karşı olanları yerli ve milli olmamakla, teröre destek vermekle, vatan hainliğiyle, AKP’ye oy vermeyeceğiz diyen eski destekçileriyse münafıklıkla suçlayıp tümünü birden “şer cephesi” olarak ilan ediyor. Ana akım burjuva medya ve devlet medyası “tek partili sisteme” geçiş yaparak iktidarın borazanı haline gelmiş durumda. Rejim, kendi sahnesinde “seçim” oyunu sergiliyor. “Daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi, daha fazla adalet!” Bu replikler de oyunun en trajikomik bölümlerinden.
Erdoğan’ın seçim manifestosunu açıklarken “ahdim olsun ki” seremonisi eşliğinde dile getirdiği vaatlerin her biri, gerçekte 16 yılda yapılmayanların ve ekonomik, sosyal ve siyasal felâket manzarasının itirafı niteliğinde. Manifestoda, “zıt-konuş” misali, yapılanların ya da yapılacak olanların tam tersi dile getirilmekte. Örneğin kuvvetlerin tümünü tek adamın elinde toplayan yeni sistemin “tam kuvvetler ayrılığı getireceği”, “yasamayı daha itibarlı, yürütmeyi daha güçlü ve yargıyı daha bağımsız ve tarafsız hale getireceği” söyleniyor. Demokrasi “tüm kurum ve kurallarıyla” çöpe atılmışken, onun eksiksiz işleyeceğinden ve özgürlüklerin garantisi olacağından dem vuruluyor.
“Bir yerde adalete olan özlem çok fazla ifade ediliyorsa orada zulüm var demektir” sözlerini duyduğunuzda muhalefet liderlerinin konuştuğunu sanabilirsiniz, ama bu cümleyi sarf eden bizzat Erdoğan. 16 yıldır iktidarda olan “adalet ve kalkınma” partisi, millete adalet ve kalkınma sözü vererek oy istiyor hâlâ. Oysa bu iktidar, icraatlarıyla, adalete olan güvensizliği Türkiye tarihinin en yüksek düzeyine çıkarmıştır. OHAL KHK’larıyla işten atılan yüz binler, kapatılan televizyonlar, radyolar, gazeteler, dergiler, dernekler, ertelenen grevler, gasp edilen demokratik hak ve özgürlükler; içeri atılan binlerce HDP’li, DBP’li, sosyalist, 148 gazeteci, Erdoğan’ı eleştiren tweetler attıkları için aylardır cezaevinde tutulan binlerce insan, barış istediği için bebeğiyle birlikte hapse atılan Ayşe öğretmen ve daha nicesi…
Ya gelir dağılımındaki adaletsizlik? “Dar gelirli vatandaşlarımızın hayat standartları mutlaka artacak. Vergi sistemi daha adil hale gelecek, dar gelirli vatandaşlar üzerindeki vergi yükü düşecek” deniyor seçim manifestosunda. Oysa zengin sever bu iktidarın 16 yılda yaptıkları, tek adam rejimi altında sıfır engelle daha neler yapabileceğinin de ipuçlarını vermektedir. AKP’nin iktidarda olduğu 16 yıl zarfında, toplumun en zengin %1’inin toplam zenginlikten aldığı pay, dünyadaki en büyük artış hızıyla, %39’dan %55’e çıktı. Kamu kaynakları yandaş sermaye gruplarına peşkeş çekilerek yeni süper zenginler yaratıldı. Sermayenin vergi yükü teşviklerle, borç silmelerle sürekli olarak azaltılırken tüm yük işçi sınıfının sırtına bindirildi. Bunun üstüne eklenen dolaylı vergi soygunuyla bütçe neredeyse tamamen emekçilere finanse ettirildi. Tüm bunlar yetmediği gibi, sermayeye milyar dolarlık ihalelerle adeta kesintisiz bir “kaynak boru hattı” döşendi! Üstelik, fahiş fiyatlar yüzünden geçemedikleri köprülerin, yolların, tünellerin parası da emekçilerin sırtına yıkıldı.
16 Nisan referandumunda, sandıktan evet çıktığı takdirde Türkiye’nin önündeki tüm engellerin kalkacağını ve büyük bir şahlanma yaşanacağını söyleyenler, şimdi de aynı hamaseti seçim sonrası için yapıyorlar. Oysa her şeyin güllük gülistanlık olacağının vaat edildiği bu bir yıl zarfında, hükümetin tüm ekonomik müdahalelerine rağmen enflasyon yeniden iki haneli rakamlara dönüş yaptı, faiz fırladı. Dolar 4, euro 5, benzin 6 lirayı geçti. Asgari ücrete yapılan zam dört ayı bulmadan eriyip gitti. Özel sektör ve kamu borçları cari açıkla birlikte “istikrarlı” bir şekilde yükseldi. Sermayeye teşvik üstüne teşvik yağdırılırken, işsizlik de, yoksulluk da, emekçilerin borçları da katlanarak arttı. AKP iktidarının “beka” savaşında nice insan hayatını kaybetti. İş cinayetleri hız kesmeden devam etti. Tacize, tecavüze, şiddete maruz kalan, katledilen kadınlar ve çocuklar için de hayat hiç de güllük gülistanlık olmadı. Aksine, dinsel bağnazlığın her alanda hâkim kılınmaya çalışılması onlar için hayatı iyice çekilmez kıldı. Eğitim sistemi kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir bozulmaya uğradı, sağlık sistemi çöktü. 6 milyon işsizin bulunduğu memlekette kamuda taşeron işçi olabilmek için bile iktidar yandaşı olduğunu ispat etmen gerekiyor. Genç işsizliği %20’lere demir attı, üniversite mezunu gençlerin ise üçte biri işsiz. Toplum depresyon ve cinnet kıskacında. Cezaevleri tıklım tıklım dolu. Ve tüm bunlar olurken hükümet aynı ekonomik ve sosyal politikaları sürdürmeyi vaat ediyor kâbusu müjdelercesine!
Manifestodaki vaatlerin ve hedeflerin son derece iddiasız oluşu dikkat çekicidir ve bu durum iktidarın tıkanmışlığının açık bir ifadesidir. Dört yıl öncesine kadar “dünya gücü” olmaktan dem vuran Erdoğan, bugün 90 yıl evvelinin “muasır medeniyetler seviyesine çıkarma” söylemine kadar düşmüştür.
“Faiz, enflasyon ve cari açık düşecek” vaadi ekonomideki yangının, “ekonominin dış şoklara ve finansal saldırılara dirençli hale geleceği” vaadi kırılganlığın, tarım ve hayvancılığa teşvik vaadi ise bu alandaki yıkımın itirafıdır.
Türkiye yıllardır, kalkınmayı inşaata, köprü ve yol yapımına indirgeyen bir iktidarla karşıyadır. Ancak artık denizin sonuna gelinmiştir. Hükümet, dağı taşı dolduran beton bloklarının satışını hızlandırmak için bin bir takla atarak “büyük patlama”nın önüne geçmeye çalışmaktadır.
Kültür merkezlerini, tiyatroları her türlü baskıyla sindirip rejimin propaganda merkezlerine dönüştürmeye çalışanlar, şehirleri beton yığınına çevirenler, şimdi milletin karşısına “şehirlerimiz kültür sanat üreten kimlikli şehirler haline gelecek” diye çıkmaktadırlar.
Manifestodaki vaatlere bakıldığında, ülkeyi 16 yıldır tek başına yönettiğini bir tarafa bıraktık, son iki yıldır elinin altındaki OHAL sopasıyla ve yasama, yürütme ve yargı üzerindeki mutlak hâkimiyetiyle başkanlık sistemini fiilen hayata geçiren iktidarın elini tutan ne vardı diye sormamak mümkün değildir. Bugün seçim gerekçesi yapılan sorunların müsebbibi, izlediği iç ve dış siyasetle ve ekonomi politikalarıyla bizzat AKP iktidarı değil midir? Toplumun yarıdan fazlasının bu soruya cevabının evet olduğunu iktidar da bilmektedir ve acelesi tam da bu yüzdendir. Erdoğan’ın “24 Haziran seçimlerini bir çeşit depreme hazırlık faaliyeti olarak görüyorum” sözleri de aslında itiraf niteliğindedir. Çok daha büyük bir ekonomik felâket kapıdadır, halkın hoşnutsuzluğu fazlasıyla artmıştır ve dahası emperyalist savaşın Ortadoğu ayağındaki yangının büyüyerek bu tabloyu daha da ağırlaştırması muhtemeldir. Buna rağmen iktidar, en azgınından izlediği sermaye yanlısı ve emperyalist politikalarla alevi daha da şiddetlendirerek ülkeyi büyük yangının içine sürüklemeye devam etmektedir. Tek adam rejimi şimdiye dek sıkışmışlığını içeride baskıları alabildiğine arttırarak ve dışarıda daha saldırgan bir politika izleyerek atlatmaya çalışmıştır. Ne var ki sıkıştırılan buhar, alttaki ateşin daha da kuvvetlenmesiyle hızla patlama noktasına yaklaşmaktadır. Rejimin yaptığıysa, her türlü yolu mubah sayan bir hareket tarzıyla kendini sandıkta bir kez daha onaylatıp elini rahatlatmaya ve meşruiyet sağlamaya çalışmaktır. Böylelikle bundan sonraki saldırılarına eli daha güçlü bir şekilde girişmeyi planlamaktadır. Bu plan amacına ulaşırsa, Türkiye’yi totaliter rejimin çok daha karanlık bir evresi bekliyor: Her türlü iftira ve karalamayla tamamen saf dışı bırakılmış bir muhalefet, emekçi sınıflara yönelik ağır bir saldırı dalgası ve içeride ve dışarıda daha da ileri giden bir militarizm!
Rejim, muhalefeti ikili bir taktikle alt etmeye çalışıyor. Bir yandan her türlü araçla saldırırken bir yandan da normal bir süreçten geçtiğimiz izlenimini yayıp rehavete sürükleyerek muhalefeti zayıflatmaya çalışıyor. Bu arada karşısındaki kitlenin her türlü zaafından da faydalanıyor. Bunların başında ise milliyetçilik geliyor. AKP’nin 16 yıllık iktidarı boyunca Kürt sorununu dilediği gibi suiistimal ederek kitleleri pasifize edebilmesinin nesnel zeminini döşeyen şey de bu olgudur.
Siyasi iktidar sıkıştığı her noktada kitleleri bölünme korkusunu depreştirerek paralize etme taktiğini güdüyor. Bu taktikle bir yandan kendi tabanını tahkim ederken, bir yandan da muhalefet cephesini etkisiz hale getirip boyun eğdiriyor. Üstelik diğer tüm demokratik sorunlarda da bunu bahane göstererek adım atmıyor. Dolayısıyla şoven Kürt politikaları sadece Kürt halkını değil Türk halkını da cendereye sokuyor. Marx’ın ünlü sözü boş yere söylenmemiştir: “Başkalarını ezen uluslar özgür olamazlar!” Oradan buradan devşirilmiş afili laflar etmekte uzmanlaşan metin yazarlarının satırlarını seslendirip “birimiz özgür değilsek hiçbirimiz özgür değiliz” diyenlere bunu hatırlatmak gerekir.
Tek adam rejimi, davası halen devam eden ve hükümlü değil tutuklu durumunda bulunan Selahattin Demirtaş’ı, cumhurbaşkanı adayı olabildiği halde serbest bırakmamaktadır. HDP’nin 9 milletvekili, 100’den fazla belediye başkanı, binlerce yöneticisi ve üyesi tutuklu durumdadır. 11 milletvekili Meclisten atılmıştır ve diğerleri de sıradadır.
Saray ittifakı sandıktan dilediği sonucu çıkarmak için öncelikle HDP oylarını gasp etmeyi planlamaktadır. Özellikle Kürt illerinde olağanüstü baskılarla HDP’nin baraj altında bırakılması, onun kazanılmış milletvekilliklerinin de otomatik olarak bölgedeki ikinci parti konumundaki AKP’ye geçmesini sağlayacaktır. Bu bakımdan, “sıfır baraj” diyerek bir araya gelen CHP, SP, İYİ Parti ve DP, HDP’yi de yanlarına alarak bir “Demokrasi İttifakı”nı” kurmak yerine “Millet İttifakı”nı kurmayı tercih ederek gerçekte iktidarın elini güçlendirmişlerdir. Yaşanan adaletsizliğe ve zorbalığa Demirtaş şöyle dikkat çekmektedir:
“HDP baraj altında kalırsa, AKP hiç de hak etmediği en az 70 milletvekilliğinin üstüne konacak. Bu sadece HDP’nin sorunu değildir; bir demokrasi ve temsilde adalet sorunudur. Biz baraj altında kalsak da mücadelemizden bir tek geri adım atmayız, teslim olmayız, zorbalığa da yenilmeyiz. Parlamento dışında demokratik siyasi mücadelemizi aynen sürdürürüz. Ama Parlamento çoğunluğunu bedavadan ele geçirmiş AKP’ye karşı ne yapacaklarını biraz da Millet İttifakı düşünsün.”
HDP ve Demirtaş’ın maruz bırakıldıkları adaletsizlik, hukuksuzluk ve mağduriyete sessiz kalınması demek, aynı zamanda AKP’ye sınırsız iktidar bahşedilmesi demek de olacaktır. 7 Haziran seçimlerinde el ele verip HDP’ye barajı geçirterek bu oyunu bozan Türk ve Kürt emekçiler AKP’ye de ilk seçim yenilgisini tattırmış, onu tek başına hükümet kurmaktan alıkoymuşlardı. Şimdi oyun çok daha tehlikelidir ve bozulması çok daha yakıcı bir gerekliliktir.
Unutmayalım, hiçbir baskı rejimi kadiri mutlak bir güce sahip olmadığı gibi sonsuza dek de süremez. Emekçi kitlelerin büyüyen öfkesi şimdiye dek nice diktatörlüğü yerle bir etmiştir. Türkiye’de de bu öfke rejimin saldırılarına paralel olarak giderek büyümektedir. Nitekim muhalif kitlelerin tüm direnç ve cesaretlerinin kırıldığı varsayımıyla hareket ederek sandık oyununa giden rejim, 24 Haziran tarihi açıklanır açıklanmaz o saflarda beklemediği bir canlanmayla karşı karşıya kalmıştır. Dahası kendi tabanının da sallantılı olduğunu görmüştür. Gittiği kentlerde, kongrelerde, açılışlarda kitlenin ruh hali ve heyecan düzeyi Erdoğan’ı tatmin etmemektedir. “Yoruldunuz mu, bir ayağa kalkın sonra oturursunuz”, “biliyorum sıkıldınız gençler”, “bu sesle bunları yapamayız” türünden ifadeler, bizzat liderin ağzından, tabandaki coşku yitiminin itirafı niteliğindedir.
Belli ki iktidar cephesinde işler hiç de arzu edildiği ve beklendiği gibi gitmiyor. “Tamam” salgınına fena halde bozulan iktidarın sözcüleri, birbiri ardına açıklamalarla özgüven gösterisi yapmaya çalışsalar da her bir açıklama gerçek ruh hallerini ortaya koyuyor. Tweetlerin “dış mihraklar”, FETÖ’cüler, PKK’lılar ve bilumum terör destekçileri tarafından atıldığını, çoğunun “bot” olduğunu söylüyorlar. Süleyman Soylu sosyal medyanın “güvenlik amacıyla” takip altına alınacağını söyleyerek gözdağı veriyor. Bozdağ, “24 Haziran bu rüyaların kâbusa döndüğü yeni bir gün olacaktır” diyerek açık açık sopa sallıyor.
Zorbaların işi kumpas kurmaksa ezilenlerin işi de ileri atılarak kirli oyunları bozmaktır. Ancak bunun için uzun soluklu bir mücadeleye kararlı bir şekilde hazır olmak gerekiyor. Bu, mücadelenin sandıkla başlayıp onunla bitmeyeceğinin farkında olmak anlamına geldiği gibi, iktidarın sıkışmışlığı karşısında boş yanılsamalara kapılıp gevşememeyi ve olası yenilgilerde çabukça demoralize olmamayı da beraberinde getirecektir. Zorbaların asıl korktuğu da budur.
link: Marksist Tutum, Rejimin Seçim Manifestosu: Bol Hamaset, Boş Vaatler!, 15 Mayıs 2018, https://marksist.net/node/6357
İsrail-ABD Elbirliğiyle Filistin’de Kanlı Katliam
Facebook Skandalları Bitmiyor