Saray ittifakı, danışıklı dövüşle açıkladığı 24 Haziran takvimiyle, erkene alınacağı pek çok göstergeden belli olan seçimleri, bir baskın seçime dönüştürmüştür. Bu noktada, uluslararası alandaki sıkışıklık, savaş politikalarından istenen derecede bir sonucun alınamaması ve çok daha önemlisi ekonomik alandan gelen şiddetli basıncın büyük bir rolü olduğu açıktır. Rejim, eli daha fazla zora girmeden ve tabanı daha fazla zayıflamadan bu seçimleri aradan çıkarmak ve bunu aynı zamanda bir meşruiyet göstergesi olarak kullanmak istemektedir. Ancak söz konusu olanın “makul” bir tarihteki erken seçimden ziyade baskın, hatta “korsan” bir seçim olmasındaki yegâne amaç, muhalefetin elini her açıdan zora sokmak ve onu hazırlıksız, plansız, programsız bir şekilde sandığa sürüklemektir.
Şurası çok açık ki, bu dayatmanın başarılı olması için rejim elindeki tüm olanakları sonuna kadar kullanacaktır. Üstelik referandum sürecinden farklı olarak, yeni seçim yasası düzenlemeleriyle bu kez orada hayata geçirilen dolaplara yasal kılıflar da oluşturulmuştur. Ana akım burjuva medyanın tümüyle ele geçirilmesi, tüm devlet kurumlarının rejimin efendilerinin sözünü harfiyen yerine getirmesinin sağlanması ve ağırlaştırılan OHAL şartları da cabasıdır. Tüm bunların yanı sıra YSK keyfi biçimde sosyalist partilerin seçimlere katılma hakkını da resmen gasp etmiştir. Lafın kısası bu seçimler her açıdan hileli, daha baştan şaibeli ve gayri meşru bir dayatmadır.
Bu dayatma, 1 Kasım 2015’in başka bir şekilde tekrarlanmasıdır. Bilindiği gibi Erdoğan, 7 Haziran seçim sonuçlarını tanımamış, bizzat tepeden örgütlenen kriz ve kaos eşliğinde toplum 1 Kasım seçimlerine sürüklenmişti. Bu hususun altını çizmek zorunludur, zira başta CHP olmak üzere muhalefetin gereğince idrak edemediği temel noktalardan biri budur. Bahçeli erken seçim açıklamasını yapar yapmaz “hodri meydan” diyerek güç gösterisinde bulunanlar, Erdoğan’ın 24 Haziran dayatmasını da düğün bayram havasında karşılamışlardır. Totaliter rejimin varlığını, Erdoğan-Bahçeli ittifakının niyetini, ortaya koyulan sandığın ve seçimlerin niteliğini kitlelere açıktan teşhir etmemekle, 7 Haziran sonrasında yaptıkları hataları katmerli bir şekilde tekrarlamış oluyorlar.
Rejimin hayat memat meselesi olarak görüp OHAL koşullarında düzenlediği bu seçim oyununun bozulmasını muhalefetin izlediği politika engellemiştir. Ayrıca da bu politikayla, kitleler arasında tek adam rejimine karşı yürütülecek propaganda olanakları yitirilmektedir. Oysa işçisinden çiftçisine, emeklisinden gencine, emekçi kitlelerin içinde bulundukları ağır ekonomik ve sosyal koşullar, onların yakıcı sorunlarına odaklanan ve iktidarı bu temelde teşhir ve mahkûm eden bir propagandanın nesnel zemininin son derece olgunlaşmış olduğunu göstermektedir.
Bu yüzden öncelikle, rejimin ve oyunlarının çok daha güçlü bir şekilde teşhir edilmesine odaklanan, muhalif kitleleri yanılsamalı bir sandık beklentisi yerine, güçlerinin farkına varacakları bir mücadele hattına çeken bir politika izlenmelidir. İşçi-emekçi kitleler, referandumda büyük kentlerin tamamında, ama özellikle de İstanbul’da yenilgiye uğrattıkları iktidara çok daha ağır bir yanıt verme potansiyeline sahiptirler. Mesele o potansiyeli açığa çıkaracak ve sandığa hapsetmeyecek politikalar izleme ve kitleleri bunun etrafında seferber etme kararlılığında düğümlenmektedir.
Bunun ancak emek, demokrasi ve barış odaklı bir seferberlikle başarıya ulaşabileceğinden en ufak bir şüphe duyulmamalıdır. İktidarın sermaye yanlısı, savaşçı, şoven, tekçi dilinin medya borazanlığıyla yirmi dört saat kulakları patlattığı koşullarda bu kimilerine imkânsızmış gibi görünebilir. Oysa Saadet Partisi lideri bile emek odaklı bir söylemi öne çıkararak gücünü arttırmaya çalışmakta ve sıçramalı bir başarı elde edebilmektedir. Bunun da ötesinde, emek, demokrasi ve barış odaklı bir propagandanın 7 Haziran seçimleri öncesinde nasıl güçlü bir destek yarattığı, toplumun ruh halini nasıl değiştirdiği ve bunun sandıkta da Erdoğan’a şamar indirdiği ortadadır. Keza referandumda da aynı şey olmuştur.
Önemli olan, sandıktan kurgulanmış sonuçlar çıktığında da ne yapacağını bilmek, bu ruhu pörsütmeden güçlendirmeye devam edebilmektir. Unutmayalım ki her şey kapitalizmin tarihsel kriz sahnesinde cereyan etmektedir. Erdoğan Türkiye’si uluslararası alandaki gelişmelerden ve ekonomideki gidişattan dolayı sıkışmaktadır ve onun önünde daha parlak bir gelecek olduğuna dair en ufak bir emare bulunmamaktadır. Dolayısıyla asıl belirleyici olan, hileli sandıktan çıkacak sonuçlar değil, sandığa kadar ve sonrasında izlenecek mücadele hattı olacaktır. İşte tüm bunları bilerek, rejimi her yönüyle teşhir ederken aynı zamanda bu süreci geniş muhalif kitlelerin bir HAYIR’ına; ezilenlerin, sömürülenlerin, işsizlerin, gençlerin, emekçi kadınların tepkisinin bir aracına dönüştürmek son derece hayatidir.
Bu noktada bu yıl 1 Mayıs da çok önemli bir kanal vazifesi görecektir. 1 Mayıs meydanlarını emekçilerin muhalefetinin sesinin yüz binlerle yükseldiği bir platform haline dönüştürmek, tüm solun öncelikli görevidir. Bu 1 Mayıs, işçilerin düşük ücretler, uzayan iş saatleri, taşeronlaştırma, iş cinayetleri, artan zamlar, kredi borçları gibi en yakıcı sorunlarını dile getirip çözümlerini haykıracakları bir mecraya dönüştürülmelidir. Daha da önemlisi, işçi-emekçi kitleler totaliter rejime ve onun tüm dayatmalarına karşı “HAYIR” çığlığını yükseltmelidirler. Şu unutulmamalı ki, zorbaların üstesinden gelebilecek tek güç ezilen, sömürülen işçilerin, emekçilerin gücüdür. Bu güce güvenen, onu örgütlemeye ve doğru bir mücadele hattına kanalize etmeye çalışanlar eninde sonunda kazanacaklardır.
link: Marksist Tutum, Rejimin Dayatmalarına Karşı Tek Çare Mücadele , 26 Nisan 2018, https://marksist.net/node/6309
Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Mücadelesi
Nice Seslerle Alanlara!