AKP hükümeti, içine girilen çok boyutlu kriz koşullarında sermayenin kârını maksimize edebilmek için, emeğin ve doğanın tahribatını hiçe sayan adımları birbiri peşi sıra atıyor. Dizginsiz sömürünün önündeki tüm engelleri kaldırmak üzere maden yasaları değiştiriliyor, dünyanın en kirli havası pahasına kömüre yönelim teşvik ediliyor. Hükümetin planlarının bir ayağını da kömür madenlerinin özelleştirilmesinin tamamlanması oluşturuyor.
Bu doğrultudaki yasanın tasarı halindeki görüşmelerinin yapıldığı Ekim ayında, madenlerin özelleştirilmesine tepki gösteren kömür ocaklarındaki maden işçileri çeşitli eylemler gerçekleştirdi. Özelleştirmelerin daha fazla ölüm demek olduğunu ifade eden işçiler, madenlerle ilgili maddelerin değiştirilmesi için mücadele ettiler. Daha sonra gelen tepkilerin ardından maddede; “Türkiye Taşkömürü Kurumu ile Türkiye Kömür İşletmeleri, uhdelerinde bulunan maden ruhsatlarını işletmeye, işlettirmeye, bunları bölerek yeni ruhsat talep etmeye ve bu ruhsatları ihale etmeye yetkilidir. Ancak, Türkiye Taşkömürü Kurumunun halen kendisi tarafından doğrudan işletilen işletme izin alanlarında oluşturulacak ruhsatlar bu madde kapsamında ihale edilemez” şeklinde değişikliğe gidilerek, TTK kapsamındaki madenlere bir parantez açılmış olundu. Böylece bir süreliğine sadece TTK kapsamındaki hâlihazırda işletilen maden sahaları, özelleştirme ve kiralama/rödovans sisteminin dışında bırakılmış oldu.
Son yıllarda Soma, Ermenek, Şırnak gibi maden facialarının yaşandığı Türkiye’de, gelen tüm tepkilere rağmen, AKP hükümeti madenlerin özelleştirilmesinde ısrarcılığını sürdürüyor. Bu noktada ileri sürülen gerekçelerden bir tanesi, madenlerin yeterince verimli çalıştırılamaması, rödovans sürelerinin kısıtlılığından dolayı iş sağlığı ve güvenliğine yönelik uzun süreli yatırımların yapılamaması olarak ifade ediliyor. Milyon ton kömür üretimi başına düşen işçi ölümü sayısında rekortmen olan Türkiye’de, 2014’de yapılan bir araştırmada, kömür madenciliğinde faaliyet gösteren çok sayıda şirketin olmasının işçi güvenliği denetimlerini olumsuz olarak etkilediği söyleniyor. İktidar maden sahalarının özelleştirilmesinin yetersizliğinden dem vursa da, Türkiye’de kömür madenciliği sektöründe AB ülkelerinin geneline kıyasla, yaklaşık %30 daha fazla özel şirket bulunuyor.[1] AKP’nin maden özelleştirmelerinin yüksek teknolojik yatırımları arttıracağı ve iş güvenliği önlemlerinin daha iyi sağlanacağı iddiası koca bir yalandır. Aksine iş kazaları ve ölümlerin yüksek oranda seyretmesi, güvenlik önemlerinin patronların paşa keyiflerine bırakılmasındandır.
İşin aslı iktidar, yandaş burjuvazisine tahsis edeceği yeni “yağlı kapılar”la destekçilerini daha da palazlandırmanın derdindedir. Keyfi yönetimin hüküm sürdüğü Türkiye’de, sömürünün önü pervasızca açılarak, maden gibi yüksek riskli çalışma alanlarında dâhi burjuvazi için tam bir keyfilik söz konusudur. Madenlerin özelleştirilmesi, daha verimli, yani daha düşük maliyetlerle çalışır hale getirilmesi çabaları bu kapsamda değerlendirilmelidir. Bütün bunların, maden işçilerinin çalışma ve yaşam koşullarını daha da katlanılmaz kılacağı aşikârdır. Yani, patronların kasaları dolarken, işçiler ölümle burun buruna çalışmaya devam edecek. Ayrıca göz ardı edilmemesi gereken bir diğer husus ise doğa tahribatının da artacak olmasıdır. Doğayla uyumlu enerji kullanımı yerine kömür üretimi ve tüketiminin arttırılmasıyla, hava kirlenirken, doğa tahribatı hız kazanacak.
AKP’nin özelleştirme inadında bir diğer gerekçesi ise, “dışa bağımlılığı azaltmak” şeklinde ifade ediliyor. Enerji alanında kullanılan kömürün, verimsiz çalışan maden sahalarından kaynaklı yetersizliği, Türkiye’nin daha fazla büyümesinin önünde ciddi bir engel olarak öne sürülüyor. Enerji santrallerinde kömür tüketimini arttırmak isteyen AKP hükümeti, bunu “dışa bağımlılığı azaltmak” adı altında meşrulaştırmaya çalışıyor. Böylece kendi enerjisini ülke sınırları içinde maksimum düzeyde üreten, “güçlü bir Türkiye olma yolunda…” propagandası da beslenmiş olunuyor. Türkiye ekonomisinin büyümesi ve buna bağlı olarak enerji ihtiyacının daha fazla artmasının, mevcut kaynakların verimli kullanılmaması durumunda, ülkenin dışa bağımlılığını arttıracağı ifade ediliyor. Bunun gerçek olup olmaması bir yana, iktidar ideolojik olarak, zaten yaygın olan “ülkemiz çok zengin ama kaynaklarımızı kullanamıyoruz”, “kendi kendini besler bu ülke” gibi düşüncelere seslenmeye, böylelikle attığı adıma işçi-emekçi kitleler nezdinde bir meşruluk kazandırmaya çalışıyor. Son yıllarda iyice azdırılan milliyetçi atmosfer sayesinde, bu propaganda hem darkafalı küçük-burjuva kesimlere hem de örgütsüz ve bilinçsiz işçilere kolaylıkla nüfuz edebiliyor.
Bu ideolojik tasavvurda sanki bir ülkenin ekonomisi kendi başına var olabilirmiş ve bu da en ideal durummuş gibi anlayış hâkim kılınmaktadır. Kısaca “ekonomik milliyetçilik” de denebilecek bu anlayışın temel sebeplerinden birisi kapitalizmin uluslararası işbölümüne dayanan gerçek niteliğinin kavranamamasıdır. Gelişmiş bir ekonomide ve dolayısıyla kapitalizmde bütün ülkeler ekonomik olarak “dışa bağımlı”dır. Öte yandan bu “ekonomik milliyetçiliğin” tam aksine, kapitalizmde zenginliğin esası sermayedir ve ne zengin doğal kaynaklara sahip ülkeler gelişmiş ve refah dolu ülkeler anlamına gelir ne de tersi. Deniz Moralı “Radyoaktif Kapitalizm” kitabında bu konuyu örneklerle açmaktadır: “Gelişmiş kapitalist ülkeler («muasır medeniyet»), genellikle çok zengin enerji kaynaklarına ve yeraltı zenginliklerine sahip değilken ve dolayısıyla «dışa bağımlı» iken, zengin kaynaklara sahip ülkelerin çok azı refahı yüksek ülkelerdir. Bu konuda Japonya özellikle çarpıcı bir örnektir. Dünyanın ikinci büyük ekonomisi olmasına ve refah düzeyi en yüksek ülkelerden biri olmasına rağmen bu ülke temel enerji kaynakları ve yeraltı zenginlikleri açısından acınası derecede çorak ve «dışa bağımlıdır». Öte yandan örneğin başta Suudi Arabistan olmak üzere petrol zengini diye anılan Ortadoğu ülkelerine baktığımızda muasır medeniyetçi mühendislerimizin hiç de gıpta etmeyeceğini bildiğimiz bir tablo mevcuttur. Demek ki enerji kaynaklarında «dışa bağımlı» olmak ya da olmamak hayatın ve ekonominin temel gerçekleri açısından belirleyici bir önem taşımıyor.”[2]
Küresel bir sistem olan kapitalizm, ekonomik bağımlılığı tüm dünya genelinde karşılıklı kılmış ve bugün emperyalizm çağında bunu çok daha derinleştirmiştir. Böyle bir sistem altında, “dışa bağımlılığı” azaltma, “dışa bağımlılık”tan kurtulma gibi argümanların daha sık kullanılıyor olması, kapitalistlerin milliyetçilik silahına duydukları ihtiyaçla yakından ilişkilidir. Dün daha farklı bir siyasi atmosfer hâkimken uluslararası ekonomik ilişkileri allayıp pullayanlar, bugün dillerine “dışa bağımlılığı azaltma” gerekçesini dolayarak, işçilerin ve doğanın tahribatının üstünü “milli çıkar” söylemiyle örtmeye çalışmaktadırlar. İktidarların, ülkelerinin başına “güçlü” kelimesini yerleştirip, “bu uğurda …” diye devam ettirdikleri cümleler, burjuvaların arzuları, çıkarları doğrultusunda izlenecek politikaların işçi-emekçi kitlelere kabullendirilmesi açısından kullandıkları söylemlerdir.
Üstelik bu durum sadece Türkiye’de değil tüm dünyada geçerlidir. İçinden geçtiğimiz kriz döneminde, benzer söylemler ve politikalar benimseyen milliyetçi, aşırı sağ partiler güç kazanıyor. İktidara gelen, meclise giren bu partilerin ülkenin kalkınması, işsizliğin azalması, ülke kaynaklarının etkin kullanılması, refah düzeyinin artması gibi ortak vaatleri bulunuyor. Ve bu vaatler milliyetçi temellere dayandırılarak pazarlanıyor. Örneğin Trump’ın “Amerikan rüyasını yeniden kuracağız”, “güçlü ABD” sloganları, işsizliğin, güvencesiz ve kötü çalışma koşullarının yaygın olduğu ABD’de ciddi bir karşılık buldu. Bu vaatleri yerine getirebilmek için ekonomik politikalarda radikal değişikliklere gidilmesinin zorunlu olduğunu ifade eden Trump, bu gerekçeyle Paris İklim Değişikliği Anlaşmasından da çekilmişti. Çünkü ABD’de de kömür tüketimi arttırılmak isteniyor. Kapitalist üretimin neden olduğu kirliliğin doğaya olumsuz etkilerinin düzeltilmesi adına yapılan İklim Anlaşması, göstermelik de olsa, katılan ülkelere çeşitli sorumluluklar yüklemektedir. Ancak Trump Başkanlığında ABD, yaptırım gücü olmayan ve esasen toplumda oluşan tepkinin gazını alma aracı olarak işlev gören bu dar kapsamlı anlaşmaya bile tahammül edemedi. Enerji alanında yerli kaynaklara dönülmesinin hem istihdam yaratacağını hem de ekonomiyi canlandıracağını söyleyen iktidarlar, doğanın ve insanın tahribatını hiçe sayıyorlar. Zaten kapitalizmin doğası gereği, dikkate alması gereken insan ve doğa faktörü değil, kârdır.
Kapitalizm, pek çok kez belirttiğimiz üzere uluslararası bir sistemdir ve dünya üzerinde herhangi bir ülkenin ekonomik anlamda bir bağımsızlığından söz edilemez. Kömür üretimini gazlamak isteyen Türkiye’den yola çıkarsak, sürekli artan dış borcu bir bağımlılık yaratmıyor mu meselâ? Ya da enerji alanından pek çok sektöre dek uluslararası sermayeye özelleştirilen işletmeler “yerli” olup, herhangi bir bağımlılık ilişkisi oluşturmuyor mu? İşçi-emekçiler açısından bu soruların gayesi, “yerli” ya da “yabancı” sermaye ayrımı yaratmak ve bir tercihe indirgemek değil elbet. Bir dünya sistemi olan kapitalizmle birlikte, işçi sınıfı da enternasyonal bir kimlik kazanmıştır. Dolayısıyla işçi sınıfı için sermayenin yerli ya da yabancı olması, “yerli” burjuvazinin daha da palazlanmasını tercih etmesi söz konusu değildir. Yapılması gereken şey; tüm sorunların esas kaynağı olan kapitalizmi bir bütün olarak hedef tahtasına koymaktır. Doğanın akıl almaz tahribatı ve işçi-emekçilerin gerçek sorunları olan düşük ücretler, iş kazaları, iş cinayetleri, yoksulluk, iklim değişikliği ve yaşanan felâketler, emperyalist savaşlar ancak işçi sınıfı tarihsel rolünü oynayarak bu kahrolası sistemi maziye gömdüğünde son bulacaktır.
[1] Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı, Kömür Madeni İşletmelerinde Verimlilik ve İş Güvenliği, Temmuz 2014
[2] Deniz Moralı, Radyoaktif Kapitalizm, Tarih Bilinci Yay., Ekim 2014
link: Pınar Şafak, Madenlerin Özelleştirilmesinde Gerçek Niyetler, 19 Şubat 2018, https://marksist.net/node/6226
Medya Çağının Salgın Hastalıkları
Haft Coffee Hizmete Başladı!