Bugün Türkiye’de inşa edilmekte olan totaliter rejim, ideolojik olarak kendisine Türk-İslam sentezi denebilecek bir çerçeveyi esas almaktadır. Bu Türk-İslamcı zihniyetin oluşturduğu ideolojik kasnak içinde, somutta muhtelif argüman ve söylemlerle bir kumaş işlenip dokunmaktadır. 15 Temmuz’un bir tür yeni kurucu mitoloji haline getirilme çabası bu kumaşta bir motif ise, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki 1915 Çanakkale muharebeleri, Sarıkamış faciası, Kut’ül Amare savaşı; 1071 Malazgirt savaşı; Osmanlı’nın kuruluşu, İstanbul’un fethi gibi tarihsel olay ve süreçlerin yeni bir düzlemde mitolojik biçimde diriltilmesi de bir diğer motif kümesini oluşturmaktadır. Ama motifler bunlardan ibaret değil. Rejimin gerçek karakterini ideolojik planda en dolaysız biçimde yansıtan bir tanesi var ki özellikle tehlike arz ediyor: “Bu toprakların asıl sahipleri” söylemi. Bu söylem sadece bu biçimiyle değil, muhtelif varyasyonlarıyla önümüze çıkıyor. Örneğin, “ilk kez bu toprakların gerçek sahipleri iktidarda”, “milli irade” gibi ifadeler bolca telaffuz ediliyor. Yeni rejimin reisi de, yamakları da, ideoloji memurları da bu söylemi sık sık kullanıyorlar. “Gerçek sahipler” vurgusuyla genelde dindar Sünni-Müslüman-Türk kimliğine üstü kapalı bir gönderme yaparak, “Osmanlı’nın yıkılışından bu yana ilk kez” diyorlar, “bu toprakların asıl sahipleri iktidardadır”.
Böylesi bir söylemin temel özelliği, iktidar sahiplerinin kendilerini, belirli özelliklere sahip homojen bir halk (ya da onların dilindeki eşdeğer anlatımla “millet”) ile özdeşleştirmeleri ve bu belirlemenin dışında kalanların varlığının doğal ya da normal olmadığını ihsas etmesidir. Bu söylemin sonucu olarak, her nasılsa var olan diğer toplum kesimleri, asli olmayan, varlığına bir biçimde katlanılan, meşruiyeti sorgulanır, “gayri milli” vb. unsurlar olarak damgalanmaya çalışılırlar. Doğal olarak var olan toplumsal çeşitlilik, farklılıklar bu tasavvurda elden geldiğince dışlanmaya çalışılır. Bunun bir sonucu olarak, siyasette, “asıl millet” denilenlerin sözde temsilcilerinin oluşturduğu eğilimin dışında kalan eğilimler de, “yabancı” (“bu topraklara yabancı”, “bu toprakların değerlerine yabancı”, “milletin değerlerine yabancı”), “bizden olmayan”, “ajan”, “dış güçlerin taşeronu” gibi değişik ifadelerle hedef alınırlar. Böylece farklı siyasal eğilimler toplumda az ya da çok karşılığı olan ve anayasal olarak eşit siyasal tanınma görmesi gereken varlıklar olmaktan çıkıp, özü temiz addedilen vücuttaki mikroplar ya da urlar olarak gösterilirler. Demokratik haklar ve normlar hiçe sayılarak, kendini üstün ve olması gereken kalıcı unsur pozisyonuna çıkartarak karşı taraf düşman ilan edilir. Siyaset “ülkenin gerçek sahipleri” denilenler ile “yabancı” sayılanlar arasında adeta bir savaş haline sokulur. Örneğin, geçenlerde AKP sözcülerinden birisi 2019 seçimlerinin “vatanseverlerle vatan hainleri arasında” olacağını söyledi. Üstelik bunu birkaç haftadır süren, yumuşama görüntüsü vererek toplumu aldatma çabalarının hüküm sürdüğü günlerde yapmış oldu.
Aslında Türkiye’de hayli sık duyduğumuz için bu söylemler karşısında bir tür kanıksama halinin oluştuğu söylenebilir. Ne var bunda, vaka-i adiye diyenler olabilir. Doğrudur, Türkiye’nin burjuva siyaset tarihi ve pratiğinde buna benzer söylemler şu ya da bu ölçüde zaman zaman kullanılmıştır. Ancak buna bakarak arada önemli bir fark olduğunu görmemek ciddi bir yanılgı olur. Türkiye’de olağan burjuva demokrasisi denebilecek dönemlerin zaten sınırlı olduğu ve bu dönemlerde de genel olarak güdük bir burjuva demokrasisinin olduğu gerçeği bir yana, burada söz konusu olan, bir politik parti ve liderin ideolojik olarak sistematik biçimde ve ana ideolojik eksenlerden biri olarak buna başvurmasıdır. Günümüzde bir totaliter rejimin kurumsallaşma sürecine tanıklık ediyor ve bunun karanlık tecrübesini yaşıyoruz. Bu rejimin kitleleri yönetmede kullandığı söylemlerin, özellikle de temel eksen oluşturanların iyi anlaşılmasının büyük önemi var. Zira söz konusu söylemin belli unsurları bir evrensellik arz ediyor ve benzer gelişme eğilimlerinin olduğu başka ülkelerde de benzer söylemleri görüyoruz. Otoriterleşme süreçlerinin açık bir ivme kazandığı, bu eğilimlerin iktidara yükseldiği Macaristan’da, Polonya’da, ABD’de bunları görüyoruz. Keza Batı Avrupa’da yükselen aşırı sağ ve faşist hareketlerin söylemlerinde bunu görüyoruz.
Bu ve benzeri söylemler tam da otoriterleşme süreçlerinin, faşist hareketlerin, aşırı sağ hareketlerin tipik, sistematik söylemleridir. Dolayısıyla görüldüğü yerde neredeyse şaşmaz bir semptom olarak ele alınmalıdır.
Tek tip toplum sevdası
Bu söylemin temel bir özelliği olarak, burjuva demokrasisinin olağan çerçevesi içindeki siyasi mücadele ve çekişmelerden farklı olduğunu, bu eğilimi taşıyanların, siyasi mücadeleyi, “ülkenin gerçek sahipleri” denilenler ile “yabancı” sayılanlar arasında adeta bir savaş haline soktuğunu söyledik. Dolayısıyla bu eğilim önümüze, burjuva demokrasisinin olağan normuna zıt olarak, siyasette çoğulluğa düşman, yani anti-plüralist bir eğilim olarak çıkar.
Bu söylemi sistematik biçimde kullananlar için halkın/milletin tek ya da gerçek temsilcisi kendileri olduğundan, kendilerini desteklemeyenler “gerçek” halktan değildirler, dolayısıyla ortada dışlayıcı bir kimlik politikası söz konusudur. Bunun hayat bulması için, tam da toplumun emekçi çoğunluğunu bu çizgiler üzerinden yapay olarak bölen, kışkırtıcı, kutuplaştırıcı bir siyaset tarzı izlerler. Gerçekte böyle bir “gerçek” halk ile gerçek olmayan halk diye bir ayrım olmadığı için, kutuplaştırma ve gerilim yapay, keyfi ve zorla oluşturulmuş bir sonuçtur. Çünkü kutuplaştırma bir kez başarıldığında, şartlanan kitlenin başka seçim yapması güçleşir. Bu sonsuza dek oynanabilecek garantili bir oyun olmasa da, belirli şartlar altında kullananların pek işine yarayan elverişli bir yöntemdir. Bu bir gerilim stratejisidir. Gerilimi genelde yüksek tutarak kitlelerin sakin kafayla düşünmelerine engel olma gibi bir sonuç üretir ki, tüm olağanüstü rejimlerin ve böylesi rejimlere heves edenlerin temel hedefidir.
Geçmişte Almanya’da Nazilerin propagandasının önemli bir boyutu buydu. Onlar da “gerçek Almanların” temsilcisi olduklarını, Alman’ın bünyesine yabancı Yahudi unsurunun, komünistlerin vb. Almanya’yı takatsiz bıraktıklarını, temizlenmeleri gerektiğini söylüyorlardı. Onlar Almanya’ya yabancı unsurlardı, “gerçek Alman” olamazlardı. Buna benzer ya da akraba söylemleri, günümüzde Trump’ın ağzında, Macaristan’da Orban’ın ağzında, Polonya’daki iktidar partisinin sözcülerinin söylemlerinde görüyoruz. Sayısız örnek arasından sadece birini vermek gerekirse, bugün Polonya’da iktidarda olan ve Erdoğan gibi medyayı, yargıyı vs. tekeline alma yolunda hızlı adımlar atan Kanun ve Adalet Partisinin başındaki Kaczynski, muhalefet edenlerin “eski seçkinlerin” çırpınışlarını ifade eden hainler olduklarını, “genlerinde ihanet taşıyan en kötü Polonyalı türü” olduklarını söylemektedir.
Aynı türde eğilim ve söylemleri Hollanda’daki Wilders’te, Fransa’daki Ulusal Cephe’de, İngiltere’deki Nigel Farage’da da görüyoruz. Birçoğunda bu söylem dolaysızca ırkçı bir boyut da kazanmaktadır. Batı Avrupa örneklerinde bu durum, başka unsurların yanı sıra, göçmenleri “asıl olanın” dışında, “yabancı” olarak damgalamak biçiminde kendisini göstermektedir. Birkaç nesil boyunca o ülkelerde yaşayan ve yurttaş olan, emeği dizginsizce sömürülerek sırtından nice zenginlik elde edilmiş olan milyonlarca emekçi, ülkeye düşman yabancı unsurlar olarak hedef tahtasına konmaktadır.
Ancak bu dışlayıcı kimlikçi söylemin ille de ırkçı olması gerekmiyor. Her ülkedeki somut koşullara göre, hem “asıl” olanlar hem de buna göre “yabancı” sayılan kesimler farklı esaslara göre tarif ediliyor. Nitekim Türkiye’de günümüzde iktidar sözcülerinin dilinde bu dışlayıcı karşıtlaştırma ağırlıklı olarak sosyo-kültürel farklılıklar üzerine kurulmakta. Buna göre “asıl” olanlar, ülkenin gerçek sahipleri olanlar dindar-muhafazakâr kesimler iken, bu topraklara “yabancı” denilenler de genellikle seküler Batı tipi hayat tarzını benimsemiş kesimler oluyor. Hayrettin Karaman gibi mevcut iktidarın İslami bilirkişisi konumundaki ideologlar da, bu ayrım temelinde artık iktidarda olan asılların, diğerlerinin varlığına “tahammül göstereceklerini” belirtiyorlar. Bir İslam toplumunda değil de çoğulcu bir toplumda yaşamaktan hayıflanan Karaman’ın kendi ifadelerine bir örnek olarak şu verilebilir: “… çoğulcu bir toplumda yaşayan Müslümanın farklı olanlarla zorunlu ilişkisinin adına ben ısrarla «hoşgörü» değil, «tahammül» diyorum.” Karaman çeşitli vesilelerle, bu meselede, peygamber döneminde Yahudilere tahammül gösterilmesinin örnek alınması gerektiğinden söz etmektedir.[*]
Toplum ya da “milletin” tek tip olarak tasarlanması, içinde ideolojik sahtekârlığın daniskasını barındırır. Bu iki yönden böyledir. İlk olarak, bu tarz bir “biz” söylemi sınıf ayrımlarını gözden saklar. “Biz” dedikleri kitle sanki sınıfsız, imtiyazsız, ayrımsız, homojen bir kitleymiş gibi sunularak, bu kitlenin ezici çoğunluğunu oluşturan geniş işçi-emekçi kitlenin bir sınıf bilinci kazanması önlenmeye çalışılır. Aynı zamanda bu kitlenin egemenlerin egemenliklerini hüsnüniyetle kabullenmeleri ve onlara minnet duymaları sağlanmak istenir. Yine Hayrettin Karaman’ın son dönemde “Müslümanlar kardeştir, aralarında sınıf ayrımı vb. yoktur” temalı yazıları, hayatın gerçekleri karşısında İslami kimlikli egemenlerin ideolojik bastırma çabasını ifade etmektedir. Tepedeki burjuva azınlık dışında bu sözde “biz”in kitlesini esasen sefalet koşullarında yaşayan, büyük bir eşitsizliğe tabi, tepedekilerin sefasını sürdüğü nimetlerden bırakalım mahrum olmayı bunları rüyasında bile göremeyen işçi-emekçi kitleler oluşturmaktadır.
İkinci olarak, sınıfsal ayrımlar dışında da, bir homojenlik hiçbir şekilde söz konusu değildir. Bu topraklarda Müslüman-Sünni-muhafazakâr-dindar-Türk profilinin dışında kalan toplum kesimleri çok geniş bir kitle ve çeşitlilik oluştururlar. Kürtler, Aleviler, seküler yaşam tarzını benimseyenler, başta gayrimüslimler olmak üzere sayıca daha az birçok farklı kesim, bu toprakların köklü unsurları olup toplamda yarıya yakın bir büyüklük oluştururlar. Böylesine geniş bir çeşitliliğin olduğu ve tarihsel olarak tam bir kavimler kavşağı konumuyla kültür harmanı olan bir ülkede gerçekte nüfusun yarısını dışlayan bir tarzda “bu toprakların asıl sahiplerinden” söz etmek tam bir aldatmaca, tam bir beyin yıkama çalışmasıdır.
Geçmişe bakarsak, çok değil sadece yüz yıl kadar önce bu topraklarda yaşayanların yüzde 25-30 kadarının gayrimüslimlerden oluştuğunu, geri kalan çoğunluğun içinde de önemli oranda Kürt ve Arap olduğunu hatırlamak bile yeterince anlamlıdır. Benzer biçimde, Türkiye coğrafyasındaki nüfus söz konusu olduğunda, Orta Asya denince pek hislenen milliyetçiler için de hayli hazin bir etnik-ırksal profil karşımıza çıkmaktadır. Son dönemlerde yapılan genetik çalışmalar, Türkiye insanının büyük oranda civar coğrafyanın insanıyla benzerlik gösterdiğini ve buna mukabil Orta Asya insanıyla sadece yüzde 3 oranında genetik yakınlığın olduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca bu çalışmalar genel olarak Anadolu’nun dünyada insan gen çeşitliğinin en yüksek olduğu coğrafyalardan biri olduğunu göstermiştir.
“Asıl millet”, “gerçek halk” gibi nitelemelere konu olan kesimlerin çok büyük bir çoğunluk oluşturdukları, geri kalanların olsa olsa küçük ve marjinal varlıklar oldukları izlenimini vermek, söz konusu söylemin önemli bileşenlerinden biridir. Türkiye örneğinde ülkenin yarıya yakın bölümünün bu kıskaca sokulmaya çalışıldığını yukarıda belirttik. Geçmişte iktidara yükselmiş bu tür hareketlerin en şiddetlisi olan Nazi hareketinden de küçük bir hatırlatma yapabiliriz. Naziler iktidara geldiklerinde bile, toplumun çoğunluğunun desteğine sahip değillerdi. Hitler’in iktidar yürüyüşünü tamamlamasına ramak kala yapılan 1932 Kasım seçimlerinde dahi Komünist Parti ile Sosyal Demokrat Parti toplam olarak Nazilerden daha fazla oy almışlardı. Nazilerin “gerçek Alman” saymadıkları çoğunluktaydı! Ancak izlenen ihanet politikalarının sonucu olarak işçi sınıfının paralize edilmesiyle Naziler iktidara yükselebilmişlerdir.
Tekrar Türkiye gerçekliğine dönecek olursak, “bu toprakların ruhu”, “bu milletin gerçek değerleri” gibi tabirlerle ifade edilen değerlere değinmek de yerinde olacaktır. Bu değerler ne ölçüde İslamcıların yansıttığı anlamda bir çoğunluk anlayışını ifade etmektedir? Burada büyük ölçüde din faktörünün kastedildiği açıktır. Doğal durumunda halkın önemli bir kesiminin kendisini dindar saydığı elbette doğrudur. Ancak bunun AKP’li İslamcıların “dindarlık” tasavvuruyla bağdaştığı söylenemez. Gerçekte AKP İslamcılığı, halkın kendi dinini yaşadığı doğal mecrayı ve dengeleri yukarıdan zorlama müdahalelerle ısrarla bozmakta, bu anlamda da toplumun dokusunu zedelemektedir. Başka tezahürleri bir yana, bugün sadece cemaat yurtlarında, sıbyan okullarında, Kuran kurslarında yaşanan rezilliklerin sıradan halkın dindarlığıyla hiçbir ilgisinin olmadığını uzun boylu anlatmaya gerek yoktur. Özetle AKP’nin dayattığı anlamda bir İslam anlayışının toplumun ezici bir çoğunluğu tarafından benimsendiği ya da bunun öteden beri toplumun geleneği olduğu doğru değildir. Doğrusu bu topraklar, bırakalım İslamcılığa ya da hatta İslama indirgenmeyi, bizzat İslamın da etkilenip şekillendiği çok geniş bir kültürel harmanla yoğrulmuştur.
Aslında şu son haftalarda Atatürkçülük meselesi etrafında yaşananlar bir yönüyle Erdoğan’ın stratejisinin, tüm zorlamaya ve zorbalığa rağmen, Türkiye’nin mevcut koşullarında tam olarak başarılı olamadığının kısmi bir itirafıdır. Bu elbette kısmi ve taktik bir geri adımdır. Onun güç ve iktidar mantığı, stratejik amacı değişmeden yerli yerinde duruyor. Ama gerçek şu ki, Erdoğan, tüm çabasına rağmen, kendisine Atatürk’ü bir sembol olarak benimsemiş ciddi büyüklükte bir kitleyi ne eritmeyi başarabilmiştir ne de tümüyle yok sayarak arabasını yürütmeyi.
Anti-elitizm
Ele aldığımız eğilim ve söylemde çoğunlukla “gerçek” ya da “asıl” denilen halk/millet karşısında sürekli lanet okunan “elitler” vardır. Bu anti-elitizm yukarıda Polonya’daki Kaczynski’den aktardığımız örnekte kendisini gösteriyordu. Erdoğan’ın sıkça “Boğaz’da içkisini yudumlayanlardan” dem vurması tipiktir. Söylemin taktik hesaplarla yumuşatılıyormuş gibi gösterildiği son günlerde bile Erdoğan şunları söylemekten çekinmemiştir: “Gazete köşelerini tutmuş, televizyon ekranlarına ipotek koymuş, kültür ve sanat dünyasını esir almış bir avuç millet düşmanının ülkemizin ortak değerlerini sömürmesine sessiz kalmayacağız.” Kendisi en zenginlerden birisi olmasına rağmen Trump’ın da sıkça benzer söylemleri kullandığı biliniyor.
Bu liderler “halkçı” geçinerek daima seçkinleri eleştirirler. Elitizm karşıtı bir söylem bu tür tüm hareketlerin ve liderlerin ortak bir özelliğidir. Bunlar “bizden biri”, “içimizden biri” gibi yaparlar, öyle oldukları izlenimini vermeye çalışırlar, ki bu da anti-elitist söylemin bir yönünü oluşturur. Elif Çağlı bu noktaya şöyle dikkat çekiyordu: “Sivil faşizm örneklerinde, faşist güçler egemen demagojilerini o toplumda geniş kabul gören tarihsel-toplumsal temalardan hareketle oluşturarak süreç içinde aşağıdan kitle desteği sağlamakta ve bu sayede iktidara yürüyüp iktidara yerleşmektedirler. Bu çeşitlemelerinde faşizm, ortalama insanın nabzına göre verilen şerbet kıvamına getirilmiş (gerçekte acı) yalanlarla kendini «onların iktidarı» olarak yutturabilmektedir.” (Faşizmin Panzehiri Devrimci Dirençtir)
Seçkinlere yönelik kınamalara genellikle ahlâki bir ton eşlik eder. Seçkinler, özellikle de entelektüeller, daima ahlâken bozukturlar, düşüktürler, çürümüştürler. Genel cehalet ve bilinç eksikliği koşullarında sıradan insanın seçkinlere dönük içsel tepkisi, özellikle ahlâki vurgularla, kültüre, aydınlara, ortalamaya uymayanlara dönük bir nefrete dönüştürülmeye çalışılır. İçki içmek, kadınlı erkekli eğlenmek vs. gibi toplumsal yaşamın olağan pratikleri, mazbut aile yaşamı normuna denk düşmeyen yaşam tarzları, ibadet etmemek vb. koyu bir ahlâki kınamaya tâbi tutulur. Bunlar “halkın gerçek değerlerine”, “milli manevi değerlere” aykırı unsurlar olarak, çürümüşlük, ahlâki yozlaşmışlıkla malûl ilan edilirler.
İçeriği çoğu durumda hayli belirsiz ve kaypak olan, uyduruk tarzdaki bir seçkinler ve “gerçek halk” karşıtlaştırması bazen akla ziyan boyutlara vardırılır. Böyle durumlarda bir ülkenin belirli bölgelerinde yoğunlaşan geniş toplum kesimleri toptan seçkinlermiş gibi gösterilir ve adeta şeytanlaştırılmaya çalışılır. Örneğin ABD’de doğudaki ve batıdaki geniş ve yoğun nüfuslu iki sahil şeridinde yaşayanlar, Trump gibiler tarafından bu şekilde gösterilmekte, buna mukabil, içerlek bölgelerin ortalama insanı “gerçek Amerikalılar” diye yüceltilmektedir. Benzer bir durum Türkiye’de de söz konusudur. Bu yönüyle söylem, genellikle daha gelişmiş ve dışa açık bir kent yaşamının, kültürün vs. olduğu görece daha eğitimli kıyı bölgelerinin insanına bir karşıtlık içinde kurulur. Göreceli olarak daha kapalı, tutucu ve çorak bir kültür ikliminin hâkim olduğu iç (karasal) bölge insanının önyargıları pekiştirilerek körüklenir ve siyasal çıkara tahvil edilmek istenir. Bu muhafazakâr tasavvurda söz konusu kıyı bölgelerin insanları, “gâvur İzmir” nitelemesinde tipik olduğu üzere, yozlaşmış, ahlâken bozulmuş, ruhsuzlaşmış, içkiye, işrete düşmüş vb. insanlar olarak kurgulanır. Çoğu durumda kültürel hayatın da merkezleri olan bu bölgeler anti-entelektüalizmin, anti-elitizmin de hedeflerinden birini oluştururlar.
Fakat sözde elitlere düşmanlık sergileyen bu söylemin daha önemli yönü yine sahtekârlığıdır. Bu söylemi ağızlarına pelesenk edip, bu temelde gerici, faşist siyasi hedeflere ulaşmaya çalışanlar, kendilerinin toplumun tepelerindeki zenginlerin bir parçası oldukları gerçeğini gözden saklarlar. “Bu toprakların asıl sahipleri” sıfatıyla “artık iktidarda” olanlar, gururu okşanan muhafazakar emekçi yığınlar mıdır, yoksa onlar da dahil tüm emekçileri sömüren bir avuç muhafazakar burjuva mı? İktidar, hakikaten, “gerçek halk”ın, “gerçek millet”in, “milli irade”nin eline mi geçmiştir? Hayır! İktidarda olanlar, geçmişte olduğu gibi zenginliklerine zenginlik katan burjuva elitlerdir. Geçmişte iktidar tümüyle Kemalist seçkinler diye suçlanan burjuva kesimlerin elindeyken, şimdi İslami renklere bürünmüş seçkin burjuva kesimlerin elindedir. Her iki halde de, hangi alt kimliklere, yaşam tarzlarına sahip olurlarsa olsunlar, dindar olsunlar ya da olmasınlar, işçi-emekçi sınıflar asla iktidarda olmamışlardır. Gerçeklik bu olunca tepedekilerin aşağıdakilere yukarıdan kibirli bakışı elbette zaman zaman dile de vurmadan edemiyor. Örneğin bir keresinde Erdoğan’ın “ne yani, ayaklar baş mı olacak” diye buyurduğunu hatırlayalım. Ezilen emekçi kitleler ancak uysal biçimde boyun eğdiklerinde bu sözde “gerçek millet” temsilcilerinin gözünde makbul olabilmektedirler, o da ancak sözde.
Anadolu’nun görece iç kesimlerindeki ve buralardan büyük kentlere gelmiş geniş muhafazakâr emekçi halk kitleleri bugün kendilerini mevcut iktidarla özdeşleştiriyorlar. Geçmişte izlenen kimi gerçekten seçkinci politikalar bu sonucun oluşmasında rol oynamıştır. Halkın içinde bulunduğu genel yoksulluk ve mahrumiyet koşulları temelinde din faktörünü kullanan İslamcı-muhafazakâr burjuva kesimler bundan yararlanmış ve uzun yıllar sonra iktidara yükselmişlerdir. Bu kesimler aslında sadece geçmişte yürüttükleri güç ve iktidar mücadelesini kaybetmişlerdi. Osmanlı’nın çözülüş sürecinde meşhur deyimle “üç tarz-ı siyaset” diye adlandırılan üç ana akımdan biriydi İslamcılık. Diğer ikisi Türkçülük ve Osmanlıcılık olan bu siyasi çizgiler, halkla hiçbir ilgisi olmayan biçimde, kendi tasavvurları doğrultusunda, çökmekte olan imparatorluğu hangi yolla kurtarabilecekleri, emekçi halk sınıflarının sömürüsü temelinde egemen sınıfın egemenliğinin nasıl sürdürülebileceği meselesinde ayrışmışlardı. Bu mücadeleyi, sonunda Kemalizm biçimini alan Türkçülük akımı kazandı, Osmanlıcılar ve İslamcılar kaybetti.
İşte İslamcılık Türkiye’de uzun yıllar boyunca bu iktidar mücadelesindeki yenilgisini halkın mezalime uğraması kılığında bir mağduriyet öyküsüne dönüştürmeye uğraştı. Gerçekten de bu söylemin kuruluşunda, Müslümanların bu topraklarda büyük zulümler gördükleri iddiası önemli bir yer tutmaktadır. Bu iddia, başka kimlik ve siyasi çizgilerin bu topraklarda maruz kaldıkları zulümlerle karşılaştırıldığında hayli mütevazı kalan dindarlara dönük baskıların ölçüsüzce abartılması anlamına gelmektedir. Vicdan sahibi birinin, bu topraklarda, kimliklerinden dolayı Ermenilere, gayrimüslimlere, Kürtlere, Alevilere; siyasi çizgilerinden dolayı komünistlere, sosyalistlere yapılanları hiçe sayarak, dindarlara yapılanları efsaneleştirmesi açık bir izansızlıktır. Bu topraklarda örneğin Aleviler gibi inançları nedeniyle ciddi zulümlere uğrayanlar gerçekten de vardır, ama bunlar arasında Türkiye’de büyük çoğunluğu oluşturan Sünni Müslüman inancını saymak gerçeğe uymaz. İslamcı akımların, cemaatlerin, tekkelerin baskılandığı doğrudur, ama bu inanan halkın dini inanç ve ibadetlerinin baskılandığı, insanların namazlarını kılamadıkları, kurban kesemedikleri, camiye gidemedikleri, köylerine cami yapamadıkları vs. anlamına gelmemektedir. Elbette bu kapsamda da kimi işgüzar yöneticilerin münferit aşırılıkları olmuştur, ama bunların sistematik bir zulüm politikası olduğu söylenemez. Bu konuda üniversitelerde ve kamuda kadınlara başörtüsü yasağı dışında dişe dokunur bir baskıdan pek söz edilememektedir.
Bugün kendi tarzında bir İslamcılık iktidar konumuna yükselmiştir. Bu akımın önde gelenleri giderek palazlanıp zenginliklerine zenginlik katmakta, tüm iktidar konumlarını istila etmekte, yolsuzluğun binbir türüne pişkin bir edepsizlikle batmakta, kendileri gibi olmayan kesimlere olmadık baskıları uygulamaktadırlar. Bu uygulamalar, geçmişte Kemalizmin “toplum mühendisliği” yapıyor diye eleştirildiği uygulamaların fersah fersah ötesine geçmekte, Elif Çağlı’nın “toplumun dokusunu bozmak” dediği bir düzleme ulaşmaktadır. Yeni rejim gerçekten de toplumun dokusuyla, kumaşıyla tehlikeli biçimde oynamaktadır. Doğrusu İslamcılığın bugün geldiği durum hakkında bu cenahtan gelen Mücahit Bilici’nin yaptığı değerlendirme aktarılmayı hak ediyor: “İslâmcılık zaten alttayken bir hınç ideolojisiydi. Şimdi üstteyken bir faşizm halini almıştır, alıyor.”
Tüm varyasyonlarıyla “bu toprakların asıl sahipleri” söylemi kategorik olarak mahkûm edilmesi gereken bir söylemdir. Devrimci işçi sınıfının bakışında şu ya da bu topraklar hiç kimsenin malı olmayıp, barındırdığı tüm zenginliklerle gezegenin tamamı, üzerinde yaşayan milyarca işçi-emekçinin ortak malıdır. Diğer taraftan mesele “bu topraklara” ait olmak değildir. Mesele tarihin ve toplumsal hayatın asıl derin belirleyeni olan sınıf meselesidir, hangi sınıftan olduğundur, hangi sınıfın yanında durduğundur. Onun için biz sınıf devrimcileri sıkça “sınıfın bil safa gel” deriz.
[*] Medine’de Yahudiler ve putperest Araplar karşısında yeni dine inananların sayısının henüz azınlıkta olduğu dönemde Muhammed, bu farklı kesimlerle, sonradan Medine vesikası olarak anılacak olan bir sözleşme oluşturmuştu. Ancak İslam daha sonra güçlenip çoğunluğu oluşturmaya başlayınca Medine vesikası unutulup çöpe atıldı ve mesele artık bir İslam devletinde iktidar sahiplerinin diğerlerine “tahammülü” ve sınır çizmesi şeklini aldı. Artık onlara hangi şekilde giyinip giyinemeyeceklerini dikte etmekten tutun, silah taşıyıp taşıyamayacaklarına, yeni ibadet yerleri açıp açamayacaklarına, geleneklerini kamusal planda sergileyip sergileyemeyeceklerine kadar sayısız konuda sınırlar çizilmeye başlandı. Bu sistem, özü aynı kalmak üzere, belirli değişikliklerle daha sonraki İslam devletlerinde esas alındı ve Osmanlı’da da son olarak “millet sistemi” denilen sistem haline getirildi.
link: Levent Toprak, “Bu Toprakların Gerçek Sahipleri”, 29 Kasım 2017, https://marksist.net/node/6083
Karanlığınız Sonsuza Dek Hüküm Sürmedi, Sürmeyecek
İnsanlık Tarihi ve İktidarın Tarih Körlüğü