Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı yapıtında anlattığı bir efsane vardır: Mankurt Efsanesi. Juan Juan adlı barbar bir topluluk tutsak ettiği insanları her türlü işi yaptırabileceği köleler haline getirmek için onların hafızalarını silermiş. Böylece onları geçmişlerini bilmeyen, geleceklerini hayal edemeyen birer yarı insan haline getirirmiş. Juan Juanlar tutsak ettikleri köleleri bağlar, kafalarını tıraş edip saçlarını köklerinden tek tek çekerlermiş. Sonra bir deveyi kesip, özellikle boyun kısmındaki kalın deriyi alır, deri henüz yaşken tutsağın kafasına geçirirlermiş. Üzerini sıkıca sarıp açılmayacak şekilde bağlar, tutsağı güneşin alnında bekletirlermiş. Kuruyan deri tutsağın kafasını bir mengene gibi sıkmaya başlar, tutsağın yeni çıkan saçları bir çıkış yolu bulamadığı için ters dönüp kafasına saplanırmış. Korkunç acılar çeken tutsakların çoğu hayatını kaybedermiş. Sağ kalanlar ise artık geçmişlerine dair hiçbir şeyi hatırlayamaz, her denileni yapan birer mankurt halini alırmış. Bu tutsaklar artık sahibinin dediğinden çıkmayan köle mankurtlardır. Geçmişini hatırlatmaya çalışanları ise efendisinin ve kendisinin düşmanı olarak görürler. Bu mankurtların efendisi, gerekirse onları bir zamanlar en yakın oldukları akrabalarına, arkadaşlarına saldırmaları için kullanabilir.
Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Ağzı var, dili yok, itaatkâr bir hayvandan farksız, kaçmayı düşünmeyen, bu yüzden de hiç tehlike arz etmeyen bir köle imiş. Köle sahibi için en büyük tehlike, kölenin başkaldırması, kaçmasıdır. Ama mankurt isyanı, itaatsizliği düşünemeyen tek varlıkmış. Efendisine köpek gibi sadık, onun sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünemeyen bir yaratık... En pis, en güç işleri, büyük sabır isteyen çekilmez işleri gık demeden yaparmış. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş. Açlıktan ölmemesi için yiyecek, donmaması için eski püskü giyecek verdiniz mi, başka bir şey istemezmiş...
Aslında bu hikâyeyi bir yönüyle işçi sınıfının tarihsel hafızasının silinmeye çalışılmasına benzetebiliriz. Örneğin Türkiye’de 12 Eylül faşizmi toplumun bilinci ve hafızası üzerinde bir mengene işlevi gördü. İşçi sınıfının üzerine çöken bir karabasan olarak bilinçleri felçleştirdi. Onun geçmişle bağını kopardı. Türkiye işçi sınıfı dün olduğu gibi bugün de faşizmin etkisiyle mankurtlaştırılmak isteniyor. İşçiler sınıf penceresinden bakmak yerine düşmanları olan patronlar sınıfının penceresinden bakabiliyorlar. Bir sınıf olmanın bilincinden yoksun kalan işçiler, hak arayan, tepki gösteren, sendikalaşan, mücadele eden işçi kardeşlerini garipseyebiliyor, onlardan uzak durabiliyor. Bir sınıfın üyesi olduğunu, diğer uluslardan işçilerle kardeş olduğunu bilmiyor.
Dünyanın birçok ülkesinde Türkiye’dekine paralel olarak milliyetçilik horlatılıyor. Kapitalist toplumda milliyetçilik, milli değerler, milli şuur ve vatan aşkı söylemleri sermaye sınıfının elinde, emekçi sınıfına karşı kullanılabilecek bir mengeneye dönüşür. Sermayenin çıkarları, işçilerin kendi çıkarlarıymış gibi işçilere aşılanır. Oysa gerçekte işçilerin vatanı bütün dünyadır. Gerçek olan, işçilerin dünya işçi sınıfının birer müfrezesi olmaları ve bir dünya düzeni haline gelmiş kapitalizme karşı ortak çıkarlara sahip olmalarıdır. Fakat sınıf bilinci olmayan işçiler çizilen sınırların içine hapsedilip, milliyetçilik ile de zapt ediliyorlar. Farkında olmasalar da aslında milliyetçilik işçilerin baş belâsıdır. Kapitalizmin devam etmesi için burjuvazinin ve onun destekçilerinin en büyük aracıdır. Burjuvazinin çıkarları için kullanılabilecek bir zehirdir adeta. Bu zehir, özellikle kapitalizm krizlere girdiğinde dozu arttırılan bir zehirdir. Bu zehrin hezeyanlarıyla “Büyük Türkiye”, “Büyük Almanya”, “Büyük İtalya”, “Büyük Amerika”… hayalleri pompalanıp emekçiler felçleştirilir. Türkiye büyür, Almanya büyür, İtalya büyür, Amerika büyür ama işçi sınıfının hakları küçülür.
Krizin derinleştiği ve beraberinde olağanüstü rejimlerin inşa edildiği dönemlerde de burjuvazi için en can alıcı silahtır milliyetçilik. Kitleleri savaşta kendileri gibi emekçilere karşı, her türlü vahşeti yapabilecek birer caniye dönüştürür ırkçılık ve milliyetçilik. Emperyalistlerin elinden bırakmadığı, dillerinden düşürmediği bu motifler kitleleri adeta mengeneye sıkıştırarak kıpırdayamaz hale getirir.
Savaşların döl yatağı olan kapitalizm işçilerin, emekçilerin canı, kanı üzerinden yaşamaya devam ediyor. Savaşın alevleri arasında kalan emekçileri yaşadıkları coğrafyadan göç etmek zorunda bırakıyor. Mülteci konumuna itilen milyonlarca emekçi gittikleri ülkelerde ya doğrudan o ülkenin kolluk güçleriyle ya da milliyetçi emekçileriyle karşı karşıya kalıyorlar. Yoksulluğun, işsizliğin kaynağı göçmenler olarak gösteriliyor. Ortam iyice kızıştırılıyor, bunun sonucunda da işçiler birbirlerinin boğazına yapışıyor.
Dünyanın her tarafında kapitalistler benzer sınıf refleksleriyle hareket ederek emekçileri birbirine kırdırtmaya çalışır. Amaç işçileri bölmek, mücadeleden alıkoymak, onların itaatkâr köleler olarak kalmalarını sağlamaktır. Onları yarış atı gibi koşturarak rekabet ettirir. İşçiler örgütlenmeye başladığında ilk olarak yaptıkları şey onları bölerek sınıf kardeşlerine düşmanlaştırmaktır. Gün gelir kapitalizm krizlerle boğuşurken işçi ve emekçiler cephelere gönderilerek birbirine boğazlatılmaya çalışılır. Oysa işçiler dünyanın her tarafındaki işçilerle aynı çıkarlara sahiptirler. İşçi sınıfı bunu mücadeleye girdiğinde daha iyi anlayacaktır. Bilinçli işçiler milliyetçi duygulara tutsak olmak yerine bilinçlenip enternasyonalizme güç vermeye çalışırlar. Hikâyede anlatıldığı gibi egemenlerin bizleri mankurtlaştırmasına izin vermemeli, dünya işçi sınıfının mücadele tarihini hafızalarımıza kazımalı ve bu temelde enternasyonal mücadelemizi sürdürmeliyiz.
link: İstanbul’dan bir işçi, Kapitalizm “Mankurt” Bireyler İstiyor!, 23 Ekim 2017, https://marksist.net/node/5975
DİB: “Demokrasi İçin Bir Aradayız, Yılmayacağız”