Afrika denilince bugün insanların aklına ilk gelen şey açlık, kuraklık, yoksulluktur. Bu kavramlar sanki kara Afrika’nın üzerine kazınmış, onunla bütünleşmiş gibidir. Bu algıyı oluşturan bizzat burjuvazidir. Burjuvazinin oluşturduğu algıya göre, Afrika’da insanların yaşadığı sefaletin kaynağı Afrika’nın doğal yapısının kurak, topraklarının ise verimsiz olmasıdır. Yanı sıra emperyalistlerin duygu sömürüsü yaparak yürüttükleri yardım kampanyaları bu algıyı daha da pekiştirmektedir.
Oysa düzenlenen yardım kampanyalarının ardında tam bir ikiyüzlülük gizlidir. Yardım kampanyaları nüfuz ve pazar alanı kapma yarışının bir bahanesi, bir örtüsü haline getirilmiş durumdadır. Hatırlayacak olursak 2011 yılında bu bahane ile Türkiye Somali’ye bir “yardım çıkarması” gerçekleştirmişti. Dönemin başbakanı, iş adamlarından sanatçılara değin geniş bir kafileyle Somali’ye yardım bahanesi ile arzı endam eylemiş, kafiledekiler gözyaşları eşliğinde ellerindeki bazı yardım paketlerini Somalili çocuklara vererek şovu tamamlamışlardı. Erdoğan’ın yardım kafilesinde “bu milletin … koyacağız” diyen Mehmet Cengiz’le ortağı Nihat Özdemir de bulunuyordu.
Türkiye’de doğayı yağmalayan, aldıkları ballı ihalelerle en cılız dereye bile HES konduran, ormanları katlederek buralarda maden arayan bu burjuvaların amacı açlık ve yoksullukla mücadele eden Somali halkına yardım etmek olabilir miydi? Kaz gelen yerden tavuk esirgenir miydi? Elbette bu “yardımsever” iş adamları yardımlarının karşılığını almalıydılar. Bu ziyaretin sonucunda ilk olarak buraya bir büyükelçiliğin açılması, Türk müteahhitlerin bu elçiliği inşa etmesi, bunun yanı sıra 400 yataklı bir hastanenin restore edilmesi, enerji, yol ve altyapı yatırımlarının yapılması konusunda anlaşmaya varıldı.
Geçen süre içinde Türkiye buradaki nüfuzunu genişletti, ihaleler alan iş adamları yatırımlarını büyüttü, ama ikiyüzlü yardım kampanyaları Somali’nin açlığına, kuraklığına, yoksulluğuna çare olmadı. Ne Türkiye’nin ne de BM veya diğer emperyalistlerin yardımları tabloyu değiştiriyor. Bugün sadece Somali değil pek çok Afrika ülkesi aynı kaderi paylaşıyor. Peki, gerçekten de açlık, yoksulluk, kuraklık Afrika’nın kaderi mi? Bu soruların cevabını doğru bir şekilde vermek için kara Afrika’nın tarihine bakmamız ve şu soruyu sormamız gerekiyor: Afrika hep böyle miydi?
Afrika ve sömürgecilik
Afrika’nın coğrafyasına baktığımızda genel olarak tropikal iklimin hüküm sürdüğü, verimli toprakların olduğu bir yapıya sahip olduğunu görürüz. Aynı zamanda petrol, doğalgaz, elmas, altın gibi pek çok zengin maden kaynaklarına da sahip bulunmaktadır. Fetihlerle birlikte kara Afrika’nın bahtı değişti. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da Osmanlı’nın varlığı, Akdeniz’in ise Osmanlı ve Venedikliler tarafından kontrol edilmesi, gemilerle ticaret tapan tüccarları daha güneye doğru inmeye sevk etti. Baharat yolunun başlangıcını bulmak ve yeni topraklardan değerli madenleri ülkelerine taşımak amacında olan Portekizli denizciler, Doğu Afrika’da Zamberize nehri ağzında, Batı Afrika’da da Angola kıyılarında, Gine Körfezi, Sierra Leone ve Senegal sahillerinde üsler ve limanlar kurdular. Portekizlilerin ardından İspanyollar, İngilizler ve Fransızlar da aynı yolu izleyerek Afrika’nın doğu, batı ve güney kıyılarında kendilerine ait koloniler oluşturdular.
Batı Afrika’dan Lizbon’a her yıl ortalama 700 kilo altın ve 10 bin kadar köle getirilmesi, diğer Avrupa ülkelerinin de ticari ve yayılmacı duygularını tahrik etti. 16. yüzyılda Afrika kıyılarına çöreklenmiş Batılı sömürgeciler arasındaki rekabet üst düzeye çıkmıştı. İlk dönemlerdeki canlılığını giderek kaybeden altın ticaretinin yerini 17. ve 18. yüzyıllarda fildişi, baharat, palmiye yağı ve özellikle köle ticareti aldı. Sömürgeciler kıyılarda kurdukları tarım işletmelerinde köleleştirdikleri yerlileri çalıştırdıkları gibi, Amerika kıtasındaki geniş çiftliklerden ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerinden gelen köle taleplerini de karşılıyorlardı. Batı ve güneybatı Afrika kıyılarında, özellikle “köle kıyısı” adıyla da anılmaya başlayan Nijer nehri ağzı, Luanda ve Altın Kıyısı gibi sahil bölgelerinde köle pazarları kurularak Ulda, Porto Novo ve Badagri gibi önem kazanan limanlardan Amerika ve Avrupa’ya köle yüklü gemiler gönderilmeye başlanmıştı. Portekizlilerin elinde bulunan Angola kıyılarında da önemli köle pazarları kurulmuştu. 17. ve 18. yüzyıl, kolonilerden yağmalanan başta altın olmak üzere değerli madenlerin burjuvaların elinde sermaye birikimine dönüştüğü bir dönemdi. Bu dönemde Afrika’dan Avrupa ve Amerika kıtasına götürülen köle sayısı tahminen 30 milyonu geçmekteydi.
Fetihlerle Afrikalıların kaderi çok acı bir şekilde değişmişti. 18. yüzyıl boyunca burjuvazinin hammadde ve yeni pazar alanları ihtiyacı Afrika kıtasının tamamının işgali ile sonuçlandı. 19. yüzyıl ortalarına kadar kıtanın kıyıları boyunca ticaret merkezleri ve çiftlikler kurmakla yetinen İspanyollar, Fransızlar, İngilizler ve Portekizler yerleşmiş oldukları kıyıların arka bölgelerinin de kendi egemenliklerinde olduğunu iddia ederek içerilere doğru ilerlemeye başladılar. 1875’te kıtanın sadece onda biri sömürge halindeyken 1895’te bu oran onda dokuza yükseldi. Afrika’nın işgal edilmesi, insanların köleleştirilip satılması, en zor işlerde ölesiye çalıştırılması, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yağmalanması, Batı kapitalizminin sıçramalı gelişiminde büyük bir rol oynadı.
Sömürgelerin bağımsızlığı ve SSCB sonrası dönem
Afrika’da bağımsızlık mücadelesi asıl olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında, 1950-1965 yılları arasında güçlendi ve 1980’lere ilerleyen süreçte, SSCB’nin varlığının da etkisiyle Afrika halkları ulusal bağımsızlıklarını elde ettiler. SSCB’nin yıkılıp “soğuk savaş”ın sona erdiği dönemden itibarense Afrika tekrar emperyalist savaşların alanı haline gelmeye başladı. Dikkat edilirse bugün Afrika’da süren iç savaşların ve karışıklıkların yeniden alevlenmesi de 1990 sonrası süreçte başlamıştır. Bir taraftan emperyalistlerin nüfuz ve pazar alanı elde etme yarışı, bir taraftan da yerli egemenlerin iktidar savaşları Afrika’yı bir kez daha savaş ve yağma alanına döndürdü.
1994 yılında Ruanda’da Hutular ve Tutsiler birbirlerine düşürülerek kanlı bir iç savaş başlatıldı. 3 ay içerisinde yaklaşık 1 milyon insan katledildi. Bütün bunlar uygar dünyanın gözü önünde oluyordu ve ne BM, ne ABD, ne de bu işin asıl sorumlusu olan Fransa ve Belçika bir müdahalede bulundular. Savaşın başlamasının ve tırmanmasının altında yatan sebep ise Fransa ve Belçika’nın Hutuları destekleyerek kendilerine yakın bir yönetim oluşturmak istemeleriydi.
Bugün birçok Afrika ülkesi ABD, Çin, Fransa ve diğer emperyalistlerin kapışma alanına dönmüş durumdadır. Bu durum özellikle 2000’li yıllardan sonra büyük bir hız kazanmıştır. Batılı emperyalistlerin dışında Çin de yıllık 100 milyar doları aşan bir ticaret hacmi ile Kenya, Somali, Sudan, Güney Afrika, Nijerya gibi Afrika ülkelerindeki pazar payını büyütmeye girişmiştir. Bu durum emperyalist rekabeti kızıştırdığı ölçüde de Afrika ülkelerindeki çatışmaları kızıştırmakta, yüz binlerce insan bir taraftan savaşın diğer taraftan yoksulluğun, susuzluğun pençesinde can vermektedir. Afrika’da yürüyen her savaşın arkasından ya ABD ya Fransa ya da Çin çıkmaktadır. Örneğin Sudan’da meydana gelen iç savaşta Darfur’da 300 bin kişi bugünkü Sudan başkanı Ömer Beşir’e bağlı güçler tarafından katledildi. Ömer Beşir Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) tarafından savaş suçu ve insanlığa karşı suç işlemekten yargılanmış ve tutuklanmasına karar verilmişti. Sudan’da meydana gelen iç savaşın arkasında yine Çin, ABD ve Batılı güçler vardı. Devlet başkanı Ömer Beşir’in yardımcısı olan ve aynı zamanda Sudan Halk Kurtuluş Hareketi’nin liderliğini yürüten John Garang Sudan petrollerinin işletmesinin Çin ve Malezya’ya verilmesinde rol oynadığı için şaibeli bir helikopter kazasıyla öldürülmüştü. Emperyalist güçlerin kendi aralarındaki rekabet kızıştıkça, kendilerinin isteğine uygun hareket etmeyen, yani petrol, doğalgaz ve diğer madenlerin işletilmesi, paylaşılması meselesinde kendi denetimlerinden çıkan yönetimlere karşı derhal diğer bir grubu destekleyerek yıllarca süren ve yüz binlerce insanın ölümüne neden olan iç savaşların başlatılmasını bir taktik haline getirdiler.
Bu konuda sicili en kabarık ülkelerden biri de Fransa’dır. Çünkü Fransa geçmişte çok sömürgeye sahip ülkelerden biridir. Fransa bugün bile 14 Afrika ülkesinden sömürge dönemi borçları olarak milyarlarca dolar para topluyor ve bu eski sömürgelerini, döviz rezervlerinin %85’ini Fransa Merkez Bankasında tutmaya mecbur bırakıyor.
Görüldüğü üzere, Afrika ülkelerinin siyasal bağımsızlıklarını ilan etmeleri yakalarını emperyalistlerden kurtardıkları anlamına gelmiyor. Emperyalist güçler tarafından yapılan yardımlar savaştan, yoksulluktan, açlıktan bitap düşmüş Afrikalı emekçilere dağıtılmıyor. Her emperyalist güç yardımları kendi desteklediği grup veya hükümetlere yapıyor. Yapılan yardımlar da bu gruplar arasında paylaşıldığı için halkın büyük bir kısmı kendi kaderiyle baş başa kalıyor.
Afrika’da nüfuz alanları oluşturmak isteyen ülkelerden biri de Türkiye’dir. Türkiye de diğer emperyalistlerin yolunu izleyerek, buralara yardım kampanyaları düzenleyerek, bu ülkelerde kendine yakın yönetimleri destekleyerek, pazar payını büyütmeye çalışmaktadır. Türkiye Somali’yle olduğu gibi Sudan ile de yakın ilişki içindedir. Hatta Erdoğan, savaş suçlusu olarak ilan edilmesine rağmen 2009 yılında Türkiye’de İslam Konferansı Örgütü’nün düzenlediği toplantıya Ömer Beşir’i çağırmaktan geri durmamıştı. AB ve ABD tarafından gelen eleştirilere karşı ise Erdoğan şunları söylemişti; “Bizzat Darfur’a gitmiş, sorunlarının hafiflemesi için somut adımlara öncülük etmiş bir başbakanım. Acaba Sudan’la ilgili konuşan liderlerden kaçı Darfur’a gitmiş. Gazze ile Darfur’u karıştırmamak lazım. Bir Müslüman soykırım yapamaz. Varsa böyle bir şey, rahat rahat onu da söyleriz.”
Burada hem Avrupalı hem de Türk egemenlerinin ikiyüzlülüğünün altını çizmek gerekir. Darfur’da yapılan soykırımda en büyük pay Batılı emperyalist güçlerindir. Ömer Beşir’in savaş suçlusu ilan edilmesi bir şeyi değiştirmemektedir. Lafa gelince “siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz” diye İsrail’e efelenenlerin dünyanın gözü önünde yaşanan bir katliamı sırf işine gelmediği için “bir Müslüman soykırım yapmaz” diyerek inkâr etmesi ikiyüzlü bir tutumdur. Nitekim 2012 yılında Sudan ile bir dizi askeri ve ekonomik anlaşma imzalanmış ve böylece AKP’nin katliamcı Ömer Beşir’i desteklemesinin gerçek sebebi ortaya çıkmıştı.
Afrika’dan elinizi çekin, başka ihsan istemez!
Afrika’ya düzenlenen yardım kampanyalarının iç yüzü ortadadır. Afrika, emperyalistlerin lanse ettiği üzere yeraltı ve yerüstü kaynakları kıt olan kurak bir kıta değildir. Son derece zengin petrol, doğalgaz, uranyum, altın, elmas gibi madenlerin olduğu, büyük bir bölümünde tropikal iklimin hüküm sürdüğü verimli tarım alanlarına sahip zengin bir kıtadır. O vakit açlık, yoksulluk, kuraklık niçin Afrika’nın kaderi olsun? Aslında sorunun cevabı kapitalizmin işleyişinde değil mi? Teknolojinin bu kadar geliştiği, her türlü insan ihtiyacını karşılayacak üretimin mümkün hale geldiği bir çağda 800 milyondan fazla insanın açlıkla boğuşmasının sebebi ne ise Afrika’nın açlık ve yoksulluk içinde kıvranmasının sebebi de odur. Emperyalistlerin çıkardığı iç savaşların yanı sıra, tarım alanlarının maden sahalarına çevrilmesi, toprakların tarıma kapatılması, emperyalist tekellerin Afrika’da tarımı baltalaması ve kendi istekleri doğrultusunda sanayide kullanılacak tarım ürünlerinin yetiştirilmesini dayatmaları açlığın ve yoksulluğun asıl sebebidir.
Sorun toprakların verimsiz olmasında değil kapitalist sömürü düzenin kendisindedir. Açlık ve yoksulluğun sebebi yokluk değil tam tersi varlıktır. Kapitalizm aşırı üretim krizinin içinde debelenmektedir. Milyarlarca insana yetecek mal kapitalistlerin depolarında çürümektedir. 400 yıldır insafsızca sömürülen Afrikalı emekçilerin kara bahtı ancak işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle değişebilir. Sınıfların olmadığı sosyalist bir dünyada Afrika’nın verimli toprakları bütün cömertliği ile bu kıtanın cefakâr emekçilerini besleyecektir.
link: Hakan Sönmez, Açlık ve Yoksulluk Afrika’nın Kaderi mi?, 17 Temmuz 2017, https://marksist.net/node/5752
“Gökten Yağmur Yağsa Size Bir Damla Su Vermeyeceğiz”