Şemdinli halkı, suçüstü yakaladığı kontracılarla, hem kapitalist devletin karanlık yüzüne bir kez daha ışık tuttu, hem de başbakanın sözde Diyarbakır açılımlarından sonra bir kez daha unutturulmaya çalışılan Kürt sorununu bir şamar gibi düzenin suratına çarptı. Olay sonrasında gelişen süreçte bölge halkının gösterdiği siyasal etkinlik düzen temsilcilerinin eteklerinin bir kez daha tutuşmasına yol açtı. Medya köşelerindeki akıl hocaları yine yana yakıla ne yapılacağını tartışıyorlar.
Bıraktık liberal muhalifleri, genelde tutucu bir tutum takınanlar bile, Erdoğan’ın Ağustostaki Diyarbakır gezisinden bu yana, verilen sözler doğrultusunda aylardır hiçbir adım atılmadığından dem vurur hale geldiler. Olayın patlak vermesinden sonraki ilk günlerde tartışma gündemine, “derin devlet”, “çeteler”, “Susurluk” gibi konular hâkim olduysa da, gerçeğin gücü, tartışmaları hızla Kürt sorununa getirdi. Bir komediye dönüşen “alt kimlik-üst kimlik” tartışmaları da bu çerçevede alevlendi. Her geçen gün daha da yakıcı biçimde görülüyor ki, özellikle Güney Kürdistan’da bağımsız bir devlete doğru ilerleyen sürecin hızlanmasıyla birlikte, Türkiye’deki Kürt sorunu, düzenin dikiş yerlerini daha çok zorlayan bir nitelik kazanıyor.
Şemdinli olayları ve sonrasındaki süreç, güneydeki gelişmelerle de bağlantılı olarak Kürt kitlelerin sabrının giderek azaldığını bir kez daha ortaya koymaktadır. Tam da bu nedenledir ki, başbakan, burjuva medyanın nitelemesiyle bölgeye “yangın söndürmeye” gitmek zorunda kaldı. Ancak bunun pek bir işe yaramayacağı ve tepkileri bir an olsun azaltmak için hemen somut ve acil bir şeyler yapılması gerektiği o denli açıktı ki, düzen cephesi belki de ilk defa, talepler karşısında bir kurban vermek zorunda kalarak, bölge halkının büyük tepkisini çeken Hakkâri valisini bölgeden aldı. Üstelik başbakan, ziyaretindeki konuşması sırasında, vali konusundaki talepleri sloganlarla dile getiren halka bu konuda efelenmesine rağmen bunu yapmak zorunda kaldı. Tüm bunlar düzenin Kürt sorunundaki sıkışmışlığını ve özellikle de geleneksel inkâr ve imha siyasetinin iflâsını bir kez daha gözler önüne sermiş bulunuyor.
Gelişmelerin arka planı
Tam da bu sıkışmışlığın bir ifadesi olarak, Şemdinli’yle birlikte artık hiçbir tereddüde yer bırakmayacak biçimde açığa çıkan gerçek şu ki, düzen içinde bir kanat, Kürt halkına karşı kirli savaşı bir kez daha tırmandırmaya çalışmaktadır. Gerçekte bu tırmanışın birçok işaretleri mevcuttu ve buna zaten daha önce de değinmiştik. Bugün bu nokta artık büyük bir kesinlik kazanmış bulunuyor. Şemdinli’ye gelmeden önceki birkaç aylık süreçte bölgede yaşanan “esrarengiz” bombalamalar zaten aşağı yukarı Newroz’dan beri yürürlükte olan savaşı tırmandırma operasyonunda yeni bir evreye girildiğini gösteriyordu. Ama Şemdinli’deki bombalamanın ardından halkın ele geçirdiği arabada açığa çıkan işaretli ölüm listesi ve diğer deliller, Kürt halkına karşı yeni katliamlar tezgâhlanmakta olduğu gerçeğini tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.
Ele geçen şeylerin önemi, halkın nezaretinde metazori tetkik yapmaya gelen savcı ve emniyet müdürünü dahi gözden çıkaracak şekilde, tetkik yapanların üzerine panzerden ve jandarma otosundan ateş açılmasıyla anlaşılıyor. Yine Şemdinli’deki bombalamadan çok değil birkaç gün sonra, Silopi’de Cumhuriyet Başsavcısının makam aracının bombalanmasının ve ardından İlçe Emniyet Müdürlüğünün önünde eş zamanlı olarak iki bombanın patlatılmasının da, olayın kurcalanmaması için verilen mesajlar olduğu anlaşılıyor. Bu arada, bu son eylemleri gerçekleştirenlerin, aralarında kontrgerilla, itirafçı ve korucuların bulunduğu JİTEM elemanları olduğu da açığa çıktı. Besbelli ki tüm bunlar, hükümetin Şemdinli bombalamasının ardından “olayın üzerine gideceğine” dair mesajlarına karşı da bir gözdağı niteliği taşıyor.
Bu tırmandırma stratejisinin nereye kadar götürüleceği ya da düzen cephesi içindeki farklı eğilim ve yönelimler açısından ne gibi çelişkiler taşıdığı tümüyle ayrı bir sorundur. Gerçek olan, en azından düzen cephesinin bir kanadının bu stratejiyi izlemekte olduğudur. Kürt hareketinin, Güney Kürdistan’daki gelişmelerle de bağlantılı olarak, buna nasıl karşılık vereceği sorununu bir an için kenara bırakırsak, düzen cephesindeki diğer güçlerin bu stratejiye karşı koyma niyetine sahip olup olmadığı ya da bu gücü ne ölçüde göstereceği belirsizdir. Biz gerçeklere bakalım. Kimi tutucu düzen sözcülerinin bile, fiiliyatta sorunun çözümü adına şu ana kadar hiçbir ciddi adım atılmadığını kabul ettiğini yukarıda belirttik. Bunun gerçekliğin isteksizce bir itirafından başka bir şey olmadığını söylemeye bile gerek yok.
Ama savaşı tırmandırma yanlısı kanadın kontrolsüzce hareket ettiğini düşünmek saflık olur. Pek muhtemelen, inisiyatif alarak yeni bir durum yaratmak ve isteksizler de dahil tüm düzen cephesini bu yeni duruma uyarlanma mecburiyetinde bırakmak istemektedir. Öte yandan dünya ölçeğindeki emperyalist hegemonya mücadelesinin karmaşık ve belirsizliklerle dolu ilerleyişinin, bu statükocu kesimler için yeni olasılıklar açabileceğine dair hesaplar da yapılıyor olsa gerek. Örneğin, Büyükanıt’ın Aralık ortalarına doğru ABD’yi ziyaret edecek olması anlamlıdır. Bu ziyaretin bir yönünü Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna oturma öncesi icazet almak oluşturuyorsa, bir yönünü de önemli pazarlıkların oluşturacağı muhakkaktır.
Diğer taraftan devletin Irak Kürt egemenleriyle ilişkilerinde bir politika değişikliğine gitme hazırlıkları yaptığına dair işaretler bulunuyor. Geçtiğimiz günlerde, MİT müsteşarının ABD gezisi öncesinde Barzani’yi ziyaret etmiş olduğu ortaya çıkmış ve öte yandan Genelkurmay Başkanı bile, “artık Irak’taki yeni duruma göre davranmak ve Barzani ve Talabani’ye eskinin aşiret reisleri gözüyle bakmamak gerektiği”ni söylemiştir. Yine, bunlarla ilintili olarak, geçtiğimiz günlerde Dışişleri Bakanlığının hazırlayıp Başbakanlığa sunduğu rapor Barzani’yle işbirliği yapılmasını önermektedir. Bütün bunlar elbette bir realitenin kabulü ve “kırmızı çizgi” siyasetinin süngüsünün düşmesidir. Diğer taraftan kimi milliyetçilerin Türkiye’de “Barzaniciliğin güçlendirilmeye çalışıldığını” vurgulamaları da aynı resme oturuyor. Kürt hareketine günahını bile vermeyecek bir şovenizmle karakterize olan Perinçekçi İP’in, Şemdinli olaylarının altında yatan nedenlerden biri olarak, “Türkiye içinde çözüm arayan çizginin tasfiyesi ve Barzaniciliğin güçlendirilmesi operasyonunu” göstermesi düşündürücüdür.
Tüm bunlar, kombinasyonlar değişse de, devletin Kürdü Kürde kırdırma siyasetinden vazgeçmeye pek niyetinin olmadığını gösteriyor. Ve yine görünen o ki, her halükârda düzen cephesinin bütünü, mevcut haliyle PKK’nin bir şekilde tasfiyesinde hemfikirdir. Bir kısım, bu tasfiyeyle birlikte ya da sonrasında Kürt halkına birtakım kırıntılar verilmesinden yanayken, diğer kısım, değişik biçimler alabilirse de özünde geleneksel Kürt politikasının devamından yana.
Egemenler arasındaki kapışma ve oyunların seyri ne olursa olsun, sonuç olarak Şemdinli’deki bombalama, en geniş anlamda Kürt halkına karşı güdülen geleneksel inkâr ve imha politikasının bir sonucudur. Düzen bir bütün olarak bundan sorumlu olduğu gibi, düzenin Kürt sorununu gerçek niteliğine uygun olarak, yani bir ulusal sorun olarak, kendi kaderini tayin (yani ayrılma) hakkının tanınması çerçevesinde gerçek bir çözüme kavuşturmayı telaffuz eden bile yoktur. En keskin liberal sözcüler dahi bunu ağızlarına almamaktadırlar.
Türkiye işçi hareketinin mevcut zayıflığı koşullarında Kürt halkı, olabilecek bu tek samimi müttefikten ne yazık ki henüz yoksundur. Bu durumda Kürt halkının kendi gücüne ve örgütlülüğüne güvenmekten başka seçeneği yoktur. Her ne kadar Kürt halkı AKP’ye bir kredi açmış ve bunda hayli cömert davranmışsa da, artık Başbakanın taklalarına bel bağlanmadığı çok açık görülüyor. Valinin bölgeden çekilmesi ve başlangıçta serbest bırakılmış olan kontracı iki astsubayın sonradan tutuklanarak cezaevine konması bir yönüyle bu gerçeğin AKP tarafından idrak edildiğini gösteriyor. Ama Başbakanın sonraki açıklama ve tavırları (Roj TV meselesi, ifade özgürlüğü hakkındaki inciler, “Şemdinli halkının tanıklığına güvenilemeyeceği” yolundaki skandal açıklamalar vb.), bunların göstermelik niteliğini hemen ortaya koyuverdi. Benzer bir durum AB’nin tutumu için de geçerlidir. AB sözcüleri tüm yaşananlara rağmen bölgedeki “istikrarsızlığın” baş sorumlusu olarak PKK’yi gösteren açıklamalar yapıyorlar.
Ülke genelindeki ve bölgedeki tüm gerici güçlerin Kürt halkını boğazlamak için birbirinden melun senaryolar üzerinde çalıştıkları açıktır. Ancak gelinen noktada, Kürt sorununu bir daha toprağa gömmek mümkün değildir. Statükocu-şovenist güçlerin hiçbir olası senaryosu onları bu sorundan kurtaramayacaktır. Dört ülkeye yayılmış 20-30 milyonluk bir kitleyi oluşturan Kürt halkı, mevcut tarihsel evrede geri döndürülemez biçimde bir ulusal kimlik kazanmış durumdadır ve bu temeldeki politizasyonun önümüzdeki dönemde daha hızlı ilerleyeceği bellidir.
Derin devlet değil burjuva devlet
Olayın hemen ardından en popüler tartışma başlıkları, “derin devlet”, “Susurluk”, “çeteler” vb. oluverdi. Doğrusu hadisenin tam da Susurluk’un yıldönümü anılırken patlak vermesi ilginç bir tesadüf oldu. Tabii bildik liberal yaveler yine ortalığa saçıldı. “Devlet içinde yuvalanmış çeteler”den, “karanlık odaklar”dan dem vurularak, “şeffaf devlet”, “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü”, “temiz toplum” ayinleri yapıldı.
Bu liberal devlet tasavvuruna göre “temiz bir devlet mümkündür ama birtakım kötü niyetli unsurlar zaman zaman devlete sızarak karanlık işler çeviriyorlar. Yapılması gereken, devleti bu kanundışı karanlık unsurlardan temizlemektir”! Devlet hakkında öne sürülen bu liberal saçmalıkların hepsi gerçekte devletin kapitalist sınıfın diktatörlük aygıtı olduğunu gizleme çabasıdır. Liberallerin burjuva devlet kavramının dışına atmaya çalıştıkları “karanlık organizasyonlar” aslında burjuva devletin temel varlık sebebini oluşturan işlevlerini yerine getirirler. Bu işlevler olmaksızın genel olarak devlet, özel olarak da burjuva devlet olamaz. Burjuva demokrasisi tiyatrosunda işler aksamadığı sürece varlığı pek hissedilmeyen bu organizasyonlar, burjuva demokrasisinin burjuvazinin çıkarlarını şu ya da bu biçimde zedeleme ihtimalini doğurduğu hallerde sahnede belirirler. Burjuva devlet var olmaya devam ettikçe onun bu tür yapılanmaları hep olacaktır. Liberallerin pek imrendikleri gelişmiş kapitalist ülkelerde de bu tür yapılanmalar, hem de daha gelişkin biçimde mevcuttur. (Bu konuda bkz. Serhat Koldaş, Derin Devlet mi, Burjuva Devlet mi?, Marksist Tutum, no:3)
Tam da işin özüne ilişkin bu temel gerçeklik nedeniyle bu “pisliğin temizlenmesi”, ancak işçi sınıfının bir proleter devrimle burjuva devleti ortadan kaldırması ve kendi iktidarını kurmasıyla mümkün olacaktır. Bu nedenle liberallerin “temizlik” söyleminin anlamı, bu tür olaylarda, bir kısım alt kademe görevlilerin yanı sıra en azından birkaç üst düzey yetkilinin de ifşa ve mahkûm edilmesinden ibarettir. Bunlar, kusuru gizlenemeyecek biçimde açığa çıkanın cezalandırılması veya istifa etmesini isterler. Aslında bunun anlamı bundan sonra bu işlerin daha usturuplu ve “denetimli” yürütülmesidir. Böylece liberal vicdan rahat edecektir. Şu soruyu sormak gerekiyor: Hangi liberal, devletin gizli “istihbarat” örgütlenmelerinin mantığını sorgular? Hiçbirisi. Onlar sadece, bunların faaliyetlerinin düzenin bütünü açısından risk doğurabilecek şekilde, çok göz önünde ve “ölçüsüz” olmasını istememektedirler.
Bu görüş açısına sahip olanlar, bir yandan, “Susurluk temizlenseydi bugün bunlar olmazdı” diye dövünürken, diğer yandan da, Şemdinli’yi o çok arzuladıkları “temizlik” için bir fırsat olarak değerlendirmekteler. Oysa ne Susurluk temizlenebilirdi, ne de Şemdinli “temizlenecektir”. Hatta liberallerin istediği kadarının bile olmasının mevcut durum ve güç dengeleri içinde pek mümkün olmadığı görülüyor. Olayın patlak vermesinden itibaren yaşanan tüm süreç, bariz kanıtlara rağmen örtbas girişiminin tam gaz yürümekte olduğunu göstermektedir. En alt kademede işlerin içinde olan astsubayların bile sorgulanıp tutuklanabilmesi ve olayın “çete” kapsamına alınabilmesi zorlukla olabildi. Bunda da hükümetin, düzen cephesindeki iktidar kavgasında bir mevzi kazanma hesabı etkili olmuştur. Buna rağmen ve bu düzeyde bile, gün geçtikçe işin tavsatılması ya da o astsubayların bile aklanması büyük olasılık olarak görünüyor. Nitekim tam da aynı günlerde “Yüksekova Çetesi” davası sanıkları beraat ettiler ve Yargıtay-Çakıcı ilişkileri skandalı nedeniyle sürmekte olan soruşturmada da aynı şekilde kirli ilişkiler aklandı. Şemdinli’ye ilişkin olarak da, başka alâmetlerin yanı sıra, Başbakanın, “Oradaki vatandaştan tanık olarak istifade edemezsiniz. Çünkü her an tehdit altında. Orada bölücü örgütün istemediği bir şey söylerse yanmıştır. Çünkü tehdit altındadır” şeklindeki skandal sözleri de buna işaret etmektedir. “Ora”daki vatandaşın gerçekte kimin tehdidi altında olduğu, görmek isteyen gözler için çok açık ve nettir.
Hükümetin gözünde bu mesele en iyi durumda, bir tarafı olduğu düzen içi iktidar kapışmasında mevzi kazanma, hadiseyi bir fırsata dönüştürme meselesidir. Burada elde edilecek bir başarının vaat ettiği başka bir sonuç da, Kürt halkının gönlünü çelip zaman kazanmaktır. “En iyi durumda” diyoruz, çünkü işaret etmiş olduğumuz gibi, olayın ardından gelişen sürece bakıldığında sözde “kararlılık” mesajlarını her adımda geleneksel devlet politikalarını ifade eden tutumlar takip etmektedir.
Bu vesileyle yeniden sahneye çıkan imzacı aydınlara da geçerken değinmek gerekiyor. Bunlar bir kez daha soyut şiddet karşıtlığı söylemiyle arzı endam etmiş durumdalar. Şemdinli gerçeğinden sonra bile bölgede yaşanan zulmün gerçek sorumlusunun devlet olduğunu söylemekten acizler. İşin gerçeği şu ki, bu sol liberaller, Kürt sorunu gibi dikenli sorunların olmadığı halim selim bir solculuk hayaliyle yanıp tutuşuyorlar. Bunlar dünyanın her yerinde aynıdırlar. Bu gibilerin Türkiye’deki temennisi “ah şu Kürt sorunu olmasa”, Fransa’daki temennisi ise “ah şu sağı solu ateşe veren göçmenler olmasa”dır. Bu “temiz” solculuğun devrimcilikle ilgisi yoktur ve bu anlayışın teşhisinde en küçük bir hata yapılmamalıdır.
* * *
Önümüzdeki süreç politik arenada çelişkilerin daha da keskinleşeceğine işaret ediyor. Gelinen noktada devletin Kürt hareketinin birtakım asgari taleplerini bile karşılamaktan aciz olduğu açıkça görülüyor. Kürt hareketi ve geniş Kürt kitleleri için en acil talep konumuna gelmiş olan, Öcalan’ın tecrit koşullarının kaldırılması konusunda bile hiçbir adım atılmamış olması bunun sembolik bir ifadesini oluşturuyor.
Yeni bir şoven dalgaya karşı Marksistlere düşen görev değişmiyor. Bir yandan, işçi sınıfını enternasyonalist bir ruhla donatarak, şovenizmi etkisizleştirmek ve ulusal sorunun gerçek çözüm yolunu bıkmadan usanmadan göstermek, diğer yandan da, devletin niteliği konusundaki liberal saptırmacaları teşhir ederek, “pisliği” temizlemenin tek gerçek yolunun proleter devrim olduğunu göstermektir. Devletlerin bu tür pisliklerinin nasıl açığa çıkarıldığına ilişkin en güzel örneği 1917 Ekim Devrimi vermiştir. Devrimci işçi hükümeti, yıkılan Çarlık devletinin yaptığı gizli anlaşmaları ve gizli polisin arşivlerini teşhir etmişti. İşçilere olduğu kadar ezilen halklara da kan kusturan burjuva devlet denen pisliği temizleyecek olan tek güç devrimci işçi sınıfıdır.
link: Deniz Moralı, Şemdinli Olaylarının Gösterdiği, 3 Aralık 2005, https://marksist.net/node/548