Dünyanın yeni bir emperyalist savaş sürecine girdiği ve devrimci işçi sınıfı tarafından önü alınmadıkça bu sürecin bir üçüncü büyük savaşa doğru yol aldığı artık uzun boylu tartışma gerektirmeyecek kadar belirgin. Afganistan ve Irak'a yönelik emperyalist saldırganlık, Irak'ta halen sürmekte olan emperyalist işgal, Lübnan'a yönelik son İsrail saldırısı gibi somut savaş süreçleri zaten yeteri kadar veri sunmaktaysa da, bu gidişin önemli göstergelerinden biri de militarizmin ve onun temel bileşenlerinden biri olan silahlanma çabalarının hız kazanmakta oluşudur. Belli başlı bütün emperyalist-kapitalist güçlerin militarizasyon ve silahlanma çabalarındaki artış mesut bir barış döneminin belirtisi olmasa gerek.
Temelde resmi kaynaklara dayandığı ve 'iç güvenlik' kapsamına sokulan harcamaları içermediği için eksik olan verilere göre 2005 yılında dünya ölçeğinde 1 trilyon doları aşan (1,12 trilyon dolar) askeri harcama yapılmış durumda. Bu, yeryüzünde neredeyse 1 milyar insan açlıkla boğuşurken, her 100 doların en az 2,5 dolarının bu alana gittiğini göstermektedir. Boeing ve Lockheed Martin gibi dev silah şirketlerinin ciroları yeryüzündeki birçok ülkenin gayrisafi hasılasını geçmiş durumda.
Biz esas olarak eğilime bakalım. Gorbaçov'un 1986'da SSCB'de başa gelmesinden sonra başlattığı silah azaltma ataklarının baskısı nedeniyle, silahlanma harcamaları dünya genelinde 90'ların ortalarına kadar zoraki bir iniş süreci yaşamış ve 750 milyar dolar civarına inmişti. Ancak o günlerden bu yana bu eğilim tersine dönmüş ve tekrar 80'lerin ikinci yarısı düzeyine ulaşılmıştır. 1996 yılından bu yana istikrarlı bir artış söz konusudur ve gelinen nokta itibariyle toplam harcamanın aşağı yukarı yarısı (yüzde 48) tek başına ABD tarafından yapılmaktadır.
Hatırlanacağı gibi emperyalist jandarma ABD'nin devasa askeri bütçesi, büyük bir askeri güce sahip olan ve 'şer imparatorluğu' olarak sunulan SSCB'nin varlığına dayandırılıyordu. SSCB'nin çöküşü bir yandan zafer nidalarıyla kutlanmıştı, ama diğer yandan emperyalist stratejistleri dev askeri bütçeleri halka nasıl yutturacağız tasası almıştı. Zira öcü ortadan kalkmıştı. Ne var ki kısa bir bocalamanın ardından 'medeniyetler çatışması' gibi safsata teoriler, 'asimetrik savaş' gibi tezler ve 'haydut devletler', 'uluslararası terörizm', 'radikal İslam', 'İslamofaşizm' gibi yeni düşman adayları sökün etmekte gecikmedi. Bununla birlikte dev nükleer cephaneliği ve uzayda ABD ile başa baş yürüttüğü rekabetle Sovyetler Birliği hiç olmazsa kalıbını dolduran bir korkuluk iken, yeni düşmanların çelimsizliğinin bir inandırıcılık sorunu yarattığı aşikârdır. Ve tam da bu inandırıcılık açığını kapatmak için 11 Eylül gibi sansasyonel eylemler gerekmiştir.
Bu durum, her şeyden önce, gerçek ya da sahte düşman yaratmanın hiç de zor olmadığını, bu tür 'düşmanların' her daim silahlanma ve militarizasyonun bahanesi olarak mevcut olduğunu göstermektedir. Yeni öcülerini yaratmış olan ABD emperyalizmi, Reagan döneminde dayatılan, ama bütçe onayı alamayan ve sonra rafa kaldırılan 'uzay savaşları' projesini bugün yeniden telaffuz etmekte, yeni tipte küçük çaplı atom silahları geliştirme yönünde girişimlerde bulunmaktadır.
Ama bu kadarı yine de işin daha çok 'halkla ilişkiler' boyutunu oluşturmaktadır. Halkı ikna etmek önemli olsa da mesele bundan ibaret değildir. Halkı sürekli olarak savaşlara, militarizme ve silahlanmaya ikna etme ihtiyacı, düzenin bunlara sürekli olarak ihtiyaç duyduğunu, yani şu ya da bu arızi sebebin ötesinde, bunların düzenin doğasından kaynaklandığını gösterir. Nasıl bunalımlardan azade bir kapitalizm hiç var olmadıysa, aynı zamanda bu bunalımlarla da ilişkili olarak savaş, yıkım ve vahşetten azade bir kapitalizm de hiç var olmadı. Savaş durumu elbette hiçbir ülke için sürekli olamaz. Ama savaş ihtimali her zaman vardır ve bu olduğu müddetçe militarizm ve silahlanma da hep vardır.
Savaşlar kan görmek isteyen manyakların eseri değildir. Son tahlilde sermayenin doğasında var olan rekabetin salt ekonomi alanında kalmasının olanaksızlığının ifadesidirler. Marksizmin kurucularının da sıkça andıkları Clausewitz'in ünlü sözünü hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor: Savaşlar politikanın başka araçlarla, yani şiddet araçlarıyla sürdürülmesidir. Her savaşın arkasında bir politika vardır ve Marksistler de zaten savaşlar karşısındaki konumlarını örneğin 'şiddet karşıtlığı' gibi soyut ilkelerden hareketle değil bu somut noktayı esas alarak belirlerler. Ama politika da kendinden menkul bir şey değildir, son tahlilde ekonomik çıkarlara ulaşmak için yapılır. 'Politika yoğunlaşmış ekonomidir' sözü bunun veciz bir anlatımıdır. Dolayısıyla savaşlar da birçok dolayımdan geçerek sonuçta belirleyici olan ekonomi alanının bir yansımasıdırlar. Ekonomi rekabete dayalıysa, bu kendisini siyasi, diplomatik ve askeri rekabet olarak da, yani militarizm, silahlanma ve savaşlar biçiminde de dışa vurmak zorundadır. Hele hele rekabet emperyalizm çağını karakterize eden tekelci rekabet halini almışsa.
Silahlanma üzerinden gidecek olursak daha somut bağlantılara da işaret etmek mümkün. Silah üretimi ve ticaretinin bizzat kârlı bir sektör oluşturması ve hatta giderek ekonominin bütünü üzerinde yabana atılmaz bir etkisinin olması gerçeğini ilk başta vurgulamak gerekiyor. Yukarıda askeri harcamaların çapına ve dev silah tekellerinin cirolarının büyüklüğüne dikkat çekmiştik. Ama daha önemlisi günümüzde inanılmaz ölçüde dallanıp budaklanmış işbölümü ve muazzam bir oynaklık kazanmış olan mali sermaye olgusu nedeniyle silah ve 'güvenlik' sektörünün çok geniş bir ekonomik ağ yaratmış olmasıdır. Silah teknolojileri işin doğası gereği bilimsel teknolojik gelişmenin en yüksek noktasında yer alırlar. Bu da silah üretiminde yer alan öğelerin çeşitliliğini başka herhangi bir alana göre çok daha arttırır. Madencilik, demir-çelik, elektronik, kimya, aerodinamik, uzay, meteoroloji ve tıptan tutun psikoloji ve dilbilime varıncaya kadar inanılmayacak genişlikte bir alanda araştırma ve projeler söz konusudur. Örneğin ilk atom bombasının yapımı sırasında yüz binlerce insan çalışmış, uygulamalı fizikçilerin en yetenekli kesimi sadece bu bombanın yapımı işine koşulmuştu. Proje o zamanın parasıyla 2 milyar dolar yemişti. Günümüzde araştırma ile uğraşan bilim insanlarının yüzde 45'inin, fizikçi ve mühendislerin ise yarıdan fazlasının askeri işlerle uğraştığı tahmin edilmektedir. Bu da beyin gücünün önemli bir bölümünün yapıcı faaliyetler yerine yıkıcı faaliyetlerle uğraştığını göstermektedir.
Ama hepsinden önemlisi, bu unsurların hiçbirisi olmasaydı bile, orduların işçi sınıfı ve emekçi halka karşı bir avuç sömürücü azınlığın ve çanak yalayıcılarının çıkarlarını koruyan iç savaş aygıtları olarak var olma zorunluluğudur. Kapitalizmin de ötesinde, nerede sömürülü-sınıflı bir toplum varsa orada sömürücü azınlığın çıkarlarını zor yoluyla koruyacak bir silahlı aygıtın bulunması kuraldır. Kapitalizm ve onunla birlikte acımasız sömürü ve baskı koşulları geliştikçe bu ihtiyaç da dev adımlarla büyümüş, daha vazgeçilmez bir hal almıştır.
Demek ki silahlanma ve militarizm konularını kapitalizmden bağımsız olarak ele almak olanaksızdır. Ama hal böyleyken bu hata çok çeşitli biçimlerde yapılmaktadır. Örneğin Bush ve ekibinin ABD'deki silah ve petrol tekellerinin çıkarlarını güttüğü çok sık biçimde söylenmektedir. Bu önerme kısmen doğrudur. Ama özellikle günümüzdeki savaş karşıtı hareketi yönlendiren çeşitli renklerden liberaller bu teze mutlak bir belirleyicilik atfetmekte ve böylelikle resmin bütününün görülmesine mani olmaktadırlar. Bu da savaş karşıtı mücadelenin Bush ya da 'neo-con' karşıtı dar bir alana hapsolmasına ve böylece kitlelerin aldatılmasına yol açmaktadır. Bush ve ekibi gittiğinde ABD emperyalizminin siyasetinin ana çerçevesi değişecek midir? Tabii ki hayır. Daha ötesini düşünmeye zahmet etmeyenlerin bile, sadece Demokratların bu savaş süreci boyunca izledikleri siyasete bakmalarının yeterli olması gerekir.
Rekabetin kızışıp silahlı çatışma düzlemine gelmesi genellikle sistemin ağır bunalım dönemlerinde söz konusu olur ve günümüzde dünya kapitalizminin ağır bir bunalım yaşamakta olduğu bir sır değildir. Mesele silah ve petrol tekellerinin kesimsel çıkarlarından öte sistemin bütünü ile ilgilidir. Kesimsel çıkarları şu ya da bu ölçüde zedelenen turizm, uçak taşımacılığı gibi kimi sektörler dışında, izlenen politikalar egemen sınıfın böylesi şartlardaki genel çıkarlarının ifadesidirler. Ama liberaller ve diğer düzen yanlıları olsun, küçük-burjuva sol muhalefet olsun bunu anlamak istemezler. Bunun yerine aynen geçmişte dönek Kautsky'nin yaptığı gibi sisteme akıl hocalığı yapmaya kalkarlar.
Silahlanma ve militarizmin kapitalizmin doğasından geldiğini ve bu eğilimlerin büyük bir savaşa doğru gidişin habercisi olduğunu anlamayan ya da yeterince anlayamayanların günümüzde ileri sürdükleri bir hatalı düşünce de, her şeye rağmen büyük bir savaşın ihtimal dışı olduğudur. Oysa geçmişte benzer süreçler yaşanmış ve büyük savaşlarla sonuçlanmıştı. Kautsky'nin sisteme akıl hocalığına soyunduğu Birinci Dünya Savaşı (1914-18) günleri öncesinde de hummalı bir silahlanma yarışı yaşanmıştı. Büyük güçlerin 1880 yılındaki silahlanma harcamalarının toplamı 132 milyon sterlin iken, yıllar içinde istikrarlı biçimde artarak savaşın başladığı 1914 yılında 397 milyon sterline, yani üç katına çıkmıştı. Daha çarpıcısı, bu 24 yıllık sürenin sadece son dört yılında 110 milyon sterlinlik artış olmasıydı. Bu militarizasyonu daha erken basamaklarında teşhis eden Engels yaklaşan dünya savaşını öngörmüştü. Keza uluslararası sosyalist hareket de 1900'lü yılların başlarındaki çeşitli kongrelerinde bu eğilimi tespit etmiş ve yaklaşan savaşa karşı kâğıt üstünde de olsa devrimci bir mücadele perspektifi tayin etmişti. Sosyalist hareketin dışında burjuva kamuoyunda da savaş sorunu sıkça tartışılıyor ve genel olarak bunun tehlikelerine karşı uyarılar yapılıyordu. Hatta daha sonra ortaya çıkan belgeler ve yapılan araştırmalar, bu güç oyununda yer alan devlet adamları ve diplomatların bile, gerilimler ve belki küçük çaplı çatışmalar olabilse de, büyük bir savaşa pek ihtimal vermediklerini, sorunların genel olarak diplomasi, güç gösterileri vb. ile çözülebileceğine inandıklarını gösteriyor. Bu nokta özellikle önemli, çünkü savaşların, karar verici konumundaki yöneticilerin iradi tercihlerini de aşan nesnel eğilimlerin sonucu olduğunu göstermektedir. Militarist mekanizma bir kez çalışmaya başladı mı, sistemin çarkları içinden onu durdurmak pek mümkün değildir.
Nükleer silahlar
Günümüzde büyük çaplı bir savaşa ihtimal vermeyenler, İkinci Dünya Savaşının bitiminde nükleer silah çağının başlaması nedeniyle, kökten farklı bir durumun oluştuğunu savunagelmişlerdir. Buna göre, evet daha önceki silahlanma ve militarizm eğilimleri iki dünya savaşı doğurmuş olabilirdi, ama yeni bir dünya savaşı bir nükleer savaş olacağından durum tümüyle değişmekteydi. Zira bir nükleer savaşın galibi olamayacağına ve savaşan ülkelerin toptan imhasıyla sonuçlanacak bir felâket doğacağına göre kimse böyle bir şeye kalkışmaya cüret edemezdi.
Gerçekten de nükleer silahların böyle 'barışçıl' bir işlevi olup olmadığını anlamak için, günümüzde özellikle İran sorunu nedeniyle de gündemde olan bu nükleer silahlar meselesini genel olarak ele almak gerekiyor. Bilindiği gibi insanoğlu ilk kez İkinci Dünya Savaşının bitiminde ABD'nin Japonya'ya karşı kullandığı iki atom bombası sayesinde bu yeni dehşet silahlarıyla tanıştı. Bu bombalamalar sonucu 220 bin civarında insan can verdi. Bu bombalar Japonya'nın teslim olmasını hızlandırmak için atılmış gibi sunulsa da gerçekte Japonya zaten teslim olmak üzere ABD ile gizli görüşmeler yapmaktaydı. Bu bombaları atan ABD'nin asıl maksadı savaşta kendi müttefiki olan Sovyetler Birliği'ne gözdağı vermek ve gelecekte Asya'da Sovyetler Birliği benzeri rejimlerin kurulmasının önünü almaktı. Sonradan ortaya çıkan belgelerle, ABD'nin daha o sıralarda 20 Sovyet şehrine de atom bombası atarak yerle yeksan etme planları yaptığı, ama sonra bundan vazgeçildiği ortaya çıktı. Benzer bir vahşet, atom bombası şeklinde olmasa da, İngilizler tarafından savaş bitiminde, Almanya teslim olmak üzereyken Dresden'de gerçekleştirildi. Kent taş üstünde taş bırakmayacak şekilde ve kasıtlı biçimde sivil nüfusun imhasını amaçlayarak hunharca bombalandı.[1] Bu da, Alman halkının insanlık dışı bir biçimde cezalandırılmasının yanı sıra, kente doğru ilerlemekte olan müttefik Sovyet ordusuna verilen bir başka gözdağıydı. Bu örnekler emperyalistlerin vahşet ve yıkım konusunda hiçbir sınır tanımadıklarını yeterince anlatmaktadır.
Hiroşima ve Nagazaki'de görüldüğü üzere, nükleer silahların yıkım araçlarının tarihinde önemli bir sıçrama noktası olduğuna şüphe yoktur. Bir bombayla koca bir şehri ve yüz binlerce insanı yok edebilme gücünün ABD'nin elinde olması, başta Stalinist SSCB olmak üzere diğer tüm büyük güçleri aynı silaha sahip olma yolunda şevklendirdi. Kısa sürede SSCB, İngiltere ve Fransa da kendi atom bombalarına sahip oldular. ABD ve SSCB çok daha yıkıcı hidrojen bombalarını da geliştirdiler. Takip eden yıllarda da bu vahşi yıkım teknolojisi yeni yeni 'atılımlar' yaptı: sadece canlıları yok eden nötron bombaları, füze sistemleri, nükleer denizaltılarâ?¦
Böylece İkinci Dünya Savaşının tüm galipleri nükleer silahlarına kavuşmuş oldular. Ama doğal olarak iş orada duramazdı. Küresel ve bölgesel ölçekteki çekişmeler hiçbir zaman ortadan kalkmadığından, gücü yeten ve fırsatını bulan başka ülkelerin de bu 'nimetten' faydalanmak istemesi kaçınılmazdı. Kaldı ki büyük güçler Soğuk Savaş sürecinde kendilerine edindikleri müttefiklere bu konuda bizzat yardımcı oldular. İlk örnek Sovyetler Birliği'nin yardımlarıyla 60'ların başlarında nükleer silah sahibi olan Çin oldu. Çin'in bölgesel bir çekişme ve çatışma içinde olduğu Hindistan da 70'lerde kendi emeline ulaştı. Ardından Hindistan'la tarihi husumeti olan Pakistan, bu kez Çin'in yardımlarıyla kendi bombalarına kavuştu. Çin'in silah sahibi olmasıyla birlikte nükleer tekellerinin kırılma sürecinin başladığını gören büyük güçler onu da yanlarına alarak kendilerini meşru nükleer silah sahipleri olarak ilan edip, yayılmanın önlenmesi için dünyanın geri kalanına bunu men etme kararı aldılar. Bunun sonucu, 1968'de Birleşmiş Milletler'de (BM) imzaya açılan ve 1970'te yürürlüğe giren Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT) oldu.
Halen yürürlükte olan bu anlaşmanın izlediği seyir, kapitalizm ve nükleer silahlar ilişkisinin niteliğini anlama konusunda temel bir ölçü olacak niteliktedir. Bu anlaşma yalnızca söz konusu beş ülkenin (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin) nükleer silah sahibi olmaya hakkı olduğunu, başkalarının sahip olmasının uluslararası hukuk ihlali olduğunu tescillemektedir. Eşitsizliği böylesine açıkça tescil ettirmek isteyen bir anlaşmayı diğer ülkelerin koşulsuz kabul etmesi elbette mümkün değildi. Yine bu anlaşmanın bir parçası olarak, onlara bu beş ülkenin de zaman içinde bu silahları tümüyle tasfiye edeceği vaat edildi. Böylece birkaç ülke dışında (Hindistan, Pakistan, İsrail gibi) hemen tüm BM üyesi ülkeler bu anlaşmayı imzaladılar. Bugün imzacı ülke sayısı 188'dir.
Nükleer Kulüp denilen beş ülke, başka ülkelere bu alanda teknoloji transfer etmeyecek, anlaşmayı imzalamayan ülkeler ve silah sahibi olmaya çalışanlar da yaptırımlarla karşılaşacaklardı. Kapitalizm özürcülerinin anlayışı doğru olsaydı, aradan geçen 36 yıl içinde bu anlaşmanın nükleer silahsızlandırmayı sağlamış olması gerekirdi. Ne gezer! Tam da rekabet ve güç ilişkilerine dayalı kapitalist dünya sisteminin doğasına uygun olarak, anlaşma esasen 'beş kız kardeşin' kendi ayrıcalıklı tekellerini korumalarına hizmet etmiştir. Beşli çetenin dışında Hindistan, Pakistan, İsrail, Güney Afrika ve Kuzey Kore gibi nükleer silah geliştiren ülkeler olmuşsa da, Hindistan dışında bunların hepsi, şu ya da bu aşamada beşli içinden doğrudan ya da dolaylı gizli destek alarak bunu sağlamışlardır. Kaldı ki ABD anlaşmayı hiçe sayarak Almanya, Hollanda, Belçika, İtalya ve Türkiye gibi ülkelere yüzlerce nükleer silah yerleştirmiştir. Keza ABD yıllarca yaptırımlara maruz bıraktığı Hindistan'a karşı tutumunu da şimdilerde değiştirmektedir. Geleceğin büyük düşmanı olarak gördüğü Çin'e ve Rusya'ya karşı Hindistan'la yakınlaşma çabası içinde, ona nükleer malzeme temin etmek üzere anlaşma imzalamıştır. Gelinen noktada ABD, bu tutumun NPT'nin açık ihlali anlamına geldiğini saklama gereğini bile duymamaktadır. ABD sözcüsüne bunun bir 'çifte standart' olduğu söylendiğinde, 'evet öyle, ama gerekli bir çifte standart' demiştir. Ama zaten Hindistan'a gelene kadar başta İsrail olmak üzere NPT ile ilgili hemen tüm noktalarda bu 'çifte standart' yok muydu? Bunu kapitalizm hakkında iyimser hayaller besleyen liberaller cevaplasın.
Uzun bir süredir ABD emperyalizminin hedefi konumundaki İran gibi ülkeler de oyunun kuralı gereği nükleer silah geliştirmeye yöneliyor. Ya da Kuzey Kore gibi ülkeler NPT'den çekiliyorlar. Bu koşullarda İran ve Kuzey Kore'nin durumunun ABD tarafından tehdit malzemesi yapılması tam bir emperyalist ikiyüzlülüktür. Yeryüzündeki nükleer yıkım silahlarının ezici çoğunluğu büyük emperyalist güçlerin elindedir ve insanlık için tehdidin büyüğü bunlardan gelmektedir. Ama bu böyledir diye Hindistan ya da İran gibi orta boy kapitalist güçleri mazur ve mazlum göstermeye çalışmak da bir başka yanılgıdır. Bunların hepsi dünyanın her yerindeki ezilen ve sömürülen emekçi yığınların azılı düşmanlarıdır. Gündemdeki İran konusunda özellikle dikkat edilmesi gereken bir nokta daha var. ABD'nin tek derdinin saldırı bahanesi yaratmak olduğu ve tam ikiyüzlülükle hareket ettiği tartışmasız bir gerçek olmakla beraber, bu hiç de bu sürtüşmede İran'ın resmi tezlerinin doğru olduğu anlamına gelmez. Gırtlağına kadar petrolle dolu olan İran'ın sadece nükleer enerji elde etme niyetiyle hareket ettiğini düşünmek saflık olur. Aynı zamanda bölgesel hâkimiyet peşinde koşan İran gibi güçlerin nükleer silah sahibi olmayı istemeleri işin kuralıdır. Aynen, uzun vadede için için bunu arzulayan Türkiye gibi.
Hiroşima ve Nagazaki'den bu yana test ve gösteri amaçlı 2000'den fazla nükleer patlama gerçekleştirildi. Bu patlamaların yarattığı nükleer serpintiye tüm dünya maruz kaldı ve kalıyor. 1980 yılında yayınlanan bir BM raporuna göre o günlerde toplam başlık sayısının yaklaşık 40.000, toplam patlama gücünün ise 13.000 megaton olduğu tahmin ediliyordu. Sovyetler Birliği'nin çöküşü ve bütçe kısıtlamaları nedeniyle dünya nükleer cephaneliği bugün 31.000 başlık ve yaklaşık 5000 megatonluk patlama gücüne inmiş durumdadır. Ancak bu inmiş haliyle bile mevcut patlama gücü Hiroşima'ya atılan bombanınkinin 330.000 katından fazladır. Bunun uygarlığı ve insan soyunu yok etmeye yeteceği, ve hatta gezegen üzerindeki canlı hayatın büyük bölümünü de yok edeceği hesaplanmaktadır.
Bugün gelinen noktada nükleer başlık sayısı azaltılmış olmakla birlikte bu süreci oluşturan anlaşmalardan yalnızca bazıları yürürlüktedir. Esasen ABD açısından başlık sayısını azaltmak, yaşlanan cephaneliği ayıklama ve 'kaliteyi' arttırma anlamına gelmektedir. Her halükarda eldeki nükleer silahların tümüyle yok edilmesi şimdiye kadar söz konusu olmadığı gibi artık hiç söz konusu değildir. Daha önce Kısmi Deneme Yasağı Anlaşmasını onaylayan ABD senatosu 1999 yılında Kapsamlı Deneme Yasağı Anlaşmasını onaylamayı reddetmiştir. Keza başlangıçta belirttiğimiz gibi ABD yeni tip 'mikro nükleer silah' araştırmalarına niyetlenmiş durumdadır.
Böylece başta ABD olmak üzere büyük ve orta boy güçlerin nükleer silahlardan vazgeçmek gibi bir niyetlerinin olmadığını, tüm riyakârlıklarıyla birlikte bu korkunç yıkım araçlarını gerektiğinde kullanmak üzere ellerinin altında tutmakta kararlı olduklarını görüyoruz. 20. yüzyıl tarihi ve bunun bir parçası olan nükleer silahların tarihi, emperyalist güçlerin vahşetin hiçbir çeşidinden kaçınmadıklarını yeterince göstermektedir. Nükleer silahların varlığının yeni bir büyük savaşı olanaksız kıldığını savunanlar, bu tarihe gözlerini yummaktadırlar. Bu zevat kapitalizmin anarşik ve mantıksız doğasını kavrayamamakta, ona aklıselim bahşetmektedir.
Nasıl kapitalizm altında genel olarak askeri rekabet ve silahlanma son bulmazsa, bunun doğal bir sonucu olarak, günün teknolojisinin mümkün kıldığı en yüksek ölüm ve yıkım araçlarının varlığı da son bulamaz. Trajik bir gerçek olsa da nükleer silahlar işlevleri bakımından konvansiyonel silahlara göre oldukça 'ucuz' silahlardır. Fırsatı olan hiçbir kapitalist güç bu 'verimli' ölüm makinelerinden mahrum olmak istemez. Kapitalizmin gerçekliği budur. Aslına bakılırsa belki de başka hiçbir şey kapitalizmin çürümüşlüğünü ve tarihin çöp tenekesine müstahak olduğunu nükleer silahlardan daha iyi göstermemektedir. Üretici güçlerin düzeyi bir yeryüzü cennetini vaat ederken, kapitalizm insanlığı bir uçurumun kıyısında dolaştırıyor. Bu uçurumdan kurtuluşun tek yolu tüm sorunların kaynağında yatan kapitalizmi uçuruma yuvarlamaktır. Bu da ancak işçi sınıfının kapitalizme karşı devrimci mücadelesiyle mümkün olabilir. O nedenle, bugün savaş karşıtı mücadelenin silahlanma ve militarizasyon çabalarını hedef tahtasına oturtması ve anti-kapitalist devrimci bir perspektifle yürütülmesi gerektiği yeterince açık olsa gerek.
[1] Bu bombalama tarihte eşine ender rastlanır cinsten bir kitle katliamıydı. O gün Dresden'de bulunan halkın büyük bir bölümü, ince hesaplarla kentin belirli noktalarına atılan yangın bombalarının yarattığı yangın fırtınasının havadaki oksijeni belirli yönlerde emmesi sonucu boğularak ve 1500 santigrat dereceye kadar ulaşan yüksek sıcaklıkta bedenleri eriyerek can verdi. Kentin bazı yerleri eriyen insan bedenlerinden oluşan balçıkla dolmuştu. Yangın fırtınasının yarattığı dev hava akımları yüzünden bazı insanların göğe uçup parçalar halinde kilometrelerce öteye savrulduğu görüldü. Bu vahşette ölenlerin sayısının 150 bin civarında olduğu tahmin ediliyor.
link: Levent Toprak, Silahlanma, Nükleer Silahlar ve Kapitalizm, 3 Ekim 2006, https://marksist.net/node/5434
Sendikal Mücadelede İlkeli Tutum
Beyinlerin devrimi