Dünya Enerji Konseyinin açıkladığı “Küresel Senaryolar Raporu”na göre enerji sorunları açısından insanlığın önünde üç ihtimal var. Raporun akademik dilini bir tarafa bırakıp şöyle özetleyebiliriz; ya kapitalizm aklını başına toplayacak ve fosil yakıt kullanımını azaltarak doğaya ve insana zarar vermeyen “temiz” enerji kaynaklarını kullanmaya başlayacak ya da mevcut durumu devam ettirerek işi iyice içinden çıkılmaz ve geri dönülemez bir hale sokacak. Yahut ikisinin ortası bir durum oluşacak, yani fosil yakıt kullanımı “biraz” azalırken yeni ve “temiz” enerji kaynakları belli oranda devreye girecek, böylece kaçınılmaz son “biraz” daha ertelenmiş olacak.
Raporu hazırlayanlar orta halli senaryonun gerçekleşeceğini düşünüyorlar ama dedikleri gibi olsa dahi, bu ertelemenin insanlığın geleceği açısından pek bir olumluluk ifade etmediği açıktır. Bilim insanları, çevreciler ve daha pek çokları onyıllardır Küresel İklim Değişikliğinden ve doğanın nasıl tahrip edildiğinden, yerküremizin ayarlarıyla nasıl oynandığından, insanlığın nasıl da adım adım kaçınılmaz sona sürüklendiğinden dem vuruyorlar. Geçenlerde yayınlanan bir rapor, küresel ısınmanın ilk kez “geri dönülemez” denilen sınırı geçtiği tespitini yaptı. Her yıl onlarca belki de yüzlerce kongre, seminer, sempozyum toplanıyor, rapor üstüne rapor yayınlanıyor, kapitalist devletler göstermelik toplantılarda bir araya geliyor ve çeşitli protokoller imzalıyor, yalan üstüne yalan söylüyor ama gerçek anlamda ciddi bir adım atmıyorlar.
Bu apaçık gerçekliğe rağmen, yukarıda bahsettiğimiz raporun da sunulduğu ve geçtiğimiz ay İstanbul’da toplanan Dünya Enerji Kongresine katılanlar nispeten pembe bir tablo çizmeye çalışmaktan geri durmadılar. Nispeten diyoruz çünkü söylenebilecek yalanların da sonuna yaklaşılmış durumda. Aralarında çeşitli ülkelerin enerji bakanlarının, devlet başkanlarının, dev petrol tekellerinin CEO’larının ve bir medya ordusunun da bulunduğu, toplamda üç binden fazla katılımcının yer aldığı kongrede 250 konuşmacı söz aldı. Çoğu da fosil yakıtların zararlarından, yeni ve “temiz” enerji kaynaklarının yaygınlaşması gerektiğinden bahsettiler. Zaten kongrenin temasını da “Yeni Ufukları Kucaklamak” sloganı oluşturuyordu. Kongreye bir açıklamada bulunan Dünya Enerji Konseyi, dünya ekonomilerinin (yani büyük kapitalist devletlerin ve tekellerin) karbon emisyonunu azaltmak için yeterince çaba sarf etmediklerine dikkat çekti ve küresel enerji sektörünün enerjiye yeni bir anlayışla yaklaşması, bu konuda derhal harekete geçilmesi gerektiğinin altını çizdi!
Peki, kürsüde sarf edilen bu tumturaklı laflardan sonra ne oldu dersiniz? Burjuva devlet adamları ve şirket yöneticileri bol bol yeni enerji anlaşmaları imzaladılar! Yani bu burjuva baylar kürsüden kamuoyunun duymak istediği sözleri söyledikten sonra dönüp her zamanki gibi asıl işlerini yürüttüler. Karbon emisyonunun azaltılması, fosil yakıtların terk edilmesi, doğanın ve çevrenin tahrip edilmemesi gibi sözler ise birkaç idealist bilim insanı ve çevrecinin dışında kimsenin aklında kalmadı bile…
Enerji sorunu neden çözülemiyor?
Dünya Enerji Konseyinin raporuna göre, sürekli artan küresel enerji talebi 2030 yılında tavan yapacak ve ardından da düşmeye başlayacak. Küresel düzeydeki düşük büyüme hızlarından dolayı halihazırda enerjiye olan talebin artış hızının da giderek yavaşladığını belirten rapor, şu anda enerji üretiminin %4’ünü oluşturan güneş ve rüzgâr enerjilerinin 2060’a kadar büyük gelişme kaydedip enerji üretiminin %20 ve %39’luk kısmını oluşturacağını söylüyor. Yani o kadar da üzülmemize gerek yok diyor rapor, karbon emisyonunu arttıran ve küresel ısınmaya sebep olan fosil yakıtların kullanımı giderek azalacak!
Ancak “Büyük Dönüşüm” adını taşıyan ve 25 ülkeden gelen 70’den fazla uzman tarafından hazırlanan bu rapor önemli çelişkiler içeriyor. Birincisi mevcut göstergelerde fosil yakıt kullanımının azaldığına ya da orta vadede azalacağına dair pek fazla emare yok. Aksine dev petrol tekelleri hummalı bir şekilde petrol çıkarmaya ve yeni petrol yataklarını kullanıma açmaya (veya kaya gazı, kaya petrolü gibi epeyce pahalı ve zararlı fosil yakıt üretimine) devam ederken petrole yönelik talep de artmaya devam ediyor. Ayrıca oranlardaki değişim, meselâ güneş ve rüzgâr enerjisinin oranının artıp petrol veya kömür kullanımının oranının azalması, mutlak olarak üretimin ve kullanımın azaldığı anlamına gelmiyor. Çünkü genel olarak enerjiye olan talep artıyor ve fosil yakıtların toplam içindeki oranı azalsa bile (ki bu ciddi bir oranda olmuyor) mutlak olarak halen artış söz konusu. Mevcut fosil yakıt kullanımı bile dünyanın giderek mahvına sebep olabilecek düzeydeyken, bu miktarın artması, oran azalsa bile yeterince olumsuzluk oluşturuyor. Yani raporu hazırlayan uzmanların tahminlerini neye dayandırdıkları pek açık değil. Aksine farklı raporlarda ters yönde tahminler yer alıyor. Kapitalizmin küresel ekonomik krizinden kaynaklı olarak enerjiye olan talebin görece azalması faktörü bir yana bırakılırsa, rapordaki tahminleri destekleyen açık veriler bulmak zor. Zaten rapordaki ifadelerin veya Dünya Enerji Konseyinin benzer içerikteki açıklamalarının asıl amacı da kapitalistleri yeni ve “temiz” enerji kaynaklarına yatırım yapmaya teşvik etmek. Bunun ne kadar mümkün olduğu ise epey tartışılır bir konu.
Kimsenin sorgulamadığı, fakat aslında meselenin özünü oluşturan diğer bir husus ise enerjinin kimin için üretildiği ve talebin neden arttığıdır. Konsey raporunu hazırlarken enerji talebini veri olarak almış ve bu enerjiyi kimin ne için talep ettiğine hiç bakmamıştır. Bu noktanın önemini bir başka alandaki örnek üzerinden daha iyi anlatabiliriz. Örneğin çelik üretiminin artması iktisatçılar tarafından genelde iyi bir şey olarak görülür ama üretilen bu çeliğin silah yapımında mı yoksa evsiz insanlara ev yapımında mı kullanıldığına bakılmaz. Enerji üretimi ve kullanımında da aynı sorun mevcuttur. Acaba artan enerji talebi insanlığın yararına malzemeler üreten bir fabrika için midir yoksa insanlığı yıkıma götürecek silahlar üreten bir fabrika için mi? Benzer şekilde, uzmanlar sürekli artan enerji talebini nasıl karşılayacaklarını düşünüyorlar ama enerji talebindeki artışın normal veya mantıklı olup olmadığına bakmıyorlar. Oysa kapitalizmin sadece daha fazla kâr elde etmek için yaptığı ve üretilen şeye insanların gerçekten ihtiyacı olup olmadığına bakmadığı göz önüne alındığında, sürekli artan enerji talebinin de sorgulanması gerektiği açıktır.
Son olarak değinebileceğimiz bir husus da şudur; her şey iyi gidip 2060’ta öngörüldüğü gibi gerçekleşse bile, dünyamızın 2060’a kadar ne hale geleceğine raporda değinilmiyor bile… Oysa pek çok farklı rapor ortaya koymaktadır ki, küresel iklim değişikliği bu hızla devam ederse 2050’de dünya yaşanılmaz bir yer haline gelecek. Örneğin çeşitli raporlara göre 2050’den itibaren, ortalama 100 senede bir görülen sel, kasırga, kuraklık gibi büyük doğa felâketleri her sene görülmeye başlanacak. Kuraklık ve sel felâketlerinin artmasına, ortalama su seviyesinin yükselmesine bağlı olarak gıda fiyatlarında aşırı artışlar ve kıtlıklar meydana gelecek. İçilebilir su kaynakları hızla tükendiğinden su kıtlığı ve buna bağlı sorunlar yaşanacak. Türkiye dâhil Avrupa’nın tamamında tarımsal üretimin önemli ölçüde azalacağı öngörülüyor. 2100 yılına kadar ozon deliğinin tüm dünyayı kapsayacağı tahmin ediliyor. Kuraklık ve aşırı sıcaklığa bağlı göçler meydana gelecek. Hava sıcaklığının artması sıtma gibi bazı salgın hastalıkların da artmasına neden olacak. Listeyi uzatmak mümkün ama gerek yok…
Bu berbat tablonun temel sebebi, yanlış enerji üretimi ve kullanımına bağlı olarak karbon emisyonunun artması ve buna bağlı olarak gerçekleşen küresel ısınma olduğu halde, Dünya Enerji Kongresinde konuşan büyük kapitalist ekonomilerin patronları yarım ağızla gevelemekten öteye gitmemiştirler. Yani en iyi senaryoya göre bile 2060’ta güneş ve rüzgâr enerjisi, toplam enerji kaynaklarının yarısını ancak bulacak. Hatta Türkiye gibi tamamen ters yönde kürek çeken ülkeler de mevcut. Rusya’yla yaşadığı siyasi krizden kaynaklı doğalgaz arzı sıkıntıya giren, petrol fiyatlarının artması ve arzın kısıtlanması gibi sebeplerle büyüyen enerji ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklarını kara kara düşünen Türkiyeli burjuvalar çareyi kömür üretimini arttırmakta arıyorlar. Kongreye sunduğu bir tebliğde bunu dile getiren Türk heyeti, enerjide dışa bağımlılığı kömür üretimini arttırarak aşmayı düşündüklerini dile getirdi. Bunun doğa ve insanlar için anlamı açıktır.
Sorunun kaynağı kapitalizmdir
Oysa birçok araştırma doğaya olabilecek en az zararla dünyanın tüm enerji ihtiyacını karşılamanın hiç de sanıldığı kadar zor olmadığını ortaya koymaktadır. Meselâ sadece %20 verimlilikle çalışan ve İspanya kadar bir alanı kaplayan güneş panelleri ile dünyanın tüm enerji ihtiyacını karşılamak mümkündür! Bu büyüklükte bir alanın (diyelim ki Sahra Çölünde) güneş panelleriyle kaplanması ise birkaç yılda mümkündür. Yani birkaç yılda dünyamız tüm fosil yakıtlardan kurtularak, çevreyi neredeyse kirletmeyen ve doğayı yıkıma sürüklemeyen sonsuz bir enerji kaynağına kavuşabilir. Ama Dünya Enerji Konseyinin raporunda bu tür bilgiler yer almadığı gibi, güneş enerjisine geçişin neden bu denli yavaş ve sınırlı olacağı sorusu da cevaplanmıyor. O halde cevabı biz verelim; sebep kapitalizmdir.
İster güneş panelleri ister başka çözümler yoluyla olsun, insanlığı ve doğayı korkunç sondan kurtarmak pekâlâ mümkündür ama bir şartla, önce kapitalizm ortadan kaldırılmalıdır. Çünkü fosil yakıtların kullanımını bu denli yaygınlaştıran da, çevreye zarar verici biçimde kullanan da, daha temiz enerji kaynaklarının hızlı biçimde devreye girmesini engelleyen de kapitalizmin kârı öne alan mantığı ve insanlığın ulus-devletler sisteminin deli gömleğine sokulmasıdır.
18. yüzyılın sonlarına doğru başlayan sanayi devrimine kadar dünyamız çevre kirliliği ya da küresel ısınma gibi olgularla tanışmamıştı. Ancak sanayi devrimiyle birlikte kapitalist sistem yaklaşık 250 yıl içinde dünyayı mahvetti. Küresel ısınmaya sebep olan sera gazlarının oranı, bu süre zarfında yaklaşık %40 oranında artmıştır. Bu artışın birinci sebebi fosil yakıtların kullanılması, ikinci sebebi de ormanların yok edilmesidir ki ikisi de kapitalizmin direkt sonuçlarındandır. Fosil yakıtların tüm enerji kaynakları içindeki kullanım oranı yaklaşık %80 civarındadır. Fosil yakıtlardan kaynaklı sera gazı emisyonunun da %43’ünü kömür, %36’sını petrol ve %20’sini doğalgaz oluşturmaktadır. Dünyamızın ortalama yüzey sıcaklığı 1850’den beri yaklaşık 1 derece artmıştır ve bu hızla gidilirse 2100’e kadar 4 derece artmış olacaktır. Oysa geri dönülemez noktayı anlatmak için kullanılan maksimum sıcaklık artış değeri 2 derecedir. Yani kapitalizmin doğayı tahrip hızı da giderek artmaktadır ve büyük felâket kapımızın eşiğindedir.
Tablo giderek kötüleştiği halde kapitalistlerin bunu pek de umursamadığının göstergelerinden biri de kuzey ve güney buzullarındaki erimenin sonuçlarına bakışlarıdır. Bilim insanları ve çevreciler, buzulların giderek erimesinin yaratmaya başladığı ve daha da yaratacağı felâketleri anlatmaya uğraşadursunlar, emperyalist güçler buzulların erimesini fırsat bilerek kuzey kutbundaki petrol, doğalgaz ve diğer yeraltı kaynaklarını ele geçirmenin kavgasına girişmişlerdir. Eskiden buzullarla kaplı olduğu için deniz ticaretine ve endüstriyel faaliyetlere büyük oranda kapalı olan bu bölgelerde şimdi hem deniz trafiği hem de diğer faaliyetler o denli hızlı artmıştır ki, bizzat bu olgu bile buzulların erimesini hızlandıracak bir faktöre dönüşmüştür. Ama emperyalist güçlerin ve tekellerin gözünü kâr hırsı bürümüş durumdadır ve bunu zerrece umursamamaktadırlar.
Üstelik kutuplardaki paylaşım kavgası, enerji kaynakları ve nakil yolları üzerine verilen kavgaların sadece son örneğidir. Geçmişteki iki dünya savaşının ve halen devam eden üçüncüsünün temel sebeplerinden biri de hiç kuşkusuz enerjidir. Emperyalistler arası paylaşım kavgasına konu olan bölgelerin aynı zamanda enerji kaynaklarına ve/veya nakil yollarına ev sahipliği yapıyor oluşu tesadüf değildir. Bu olguyu sanayi devrimine yani kapitalizmin ilk dönemlerine kadar götürmek mümkündür.
Sanayi devrimiyle birlikte üretim de hızla artmaya başlamış ve buna paralel olarak enerji talebinde de katlamalı artışlar yaşanmıştır. Böylece, artan enerji ihtiyacının karşılanması, kaynakların ve nakil yollarının güvence altına alınması da emperyalistlerin başlıca sorunlarından biri haline gelmiştir. Bu yüzden 20. yüzyılın başlarından itibaren enerji savaşları da başlamıştır denilebilir. 20. yüzyılla kömür yerini petrole bırakmış ve petrol yataklarının olduğu bölgeler de hızla emperyalist savaşın alanı haline gelmiştir. Ortadoğu coğrafyası en bariz örnektir. 19. yüzyılın sonlarına doğru petrolün bulunmasıyla beraber Ortadoğu savaşlardan kurtulamamış, günyüzü görememiştir. Çünkü yeterli enerji olmadan güçlü ekonomi olmayacak, güçlü bir ekonomi olmadan da dünya hâkimiyeti kurulamayacaktır. İşte emperyalist savaşlarla enerji arasındaki en özet bağlantı budur.
Emperyalizm çağıyla birlikte enerji meselesi salt ekonomik bir faktör olmaktan çıkmış, hem savaşların sebebi hem de rakipleri dize getirmenin bir aracı haline dönüşmüştür. Emperyalistler bir yandan enerji kaynaklarına hâkim olmak için birbirleriyle savaşırken, diğer yandan da önemli enerji kaynaklarını ve nakil yollarını kontrolleri altına almak yoluyla rakiplerini bu enerjiden mahrum bırakmaya ya da kendilerine mecbur kılmaya uğraşmaktadırlar. Meselâ ABD’nin Çin’in ilerleyişini durdurmak için izlediği temel taktiklerden biri budur.
Bu yüzden de bugün tüm dünyada, en başta da ABD’de, büyük enerji şirketleriyle silah şirketleri birbirleriyle derin ve güçlü ilişkiler içindedirler ve oluşturdukları bloklarla çoğu zaman ülkelerin kaderlerine de yön vermektedirler. Hatta uluslararası politikalar bile bu tekellerin-blokların ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir. Petrol ve silah tekelleri, iktidarları devirip rejimleri değiştirebilmekte, savaşlar çıkartıp milyonlarca insanın ölümüne yol açabilmektedirler. Bu tekeller dünyanın en büyük sermaye gruplarını oluşturmaktadırlar ve diyebiliriz ki dünya kapitalizmine de bunlar yön vermektedirler.
İşte tam da bu gerçekler kapitalistler tarafından iyi bilindiği içindir ki, Dünya Enerji Kongresine muhalif basın mensupları sokulmamış, yoğun güvenlik önlemleri alınarak en ufak bir protesto gösterisine dahi izin verilmemiş, Dünya Enerji Konseyinin Türkiye ayağını oluşturan milli komitenin yönetimine hemen kongre öncesinde korsan biçimde el konularak muhalif seslerin çıkması engellenmiştir. Temiz enerjiden dem vurulan bu kongrede nutuklar atan TC Enerji Bakanının bizzat bir petrol taşıma şirketinin ortağı olması da ikiyüzlülüğün bir diğer çarpıcı örneğidir.
Kimsenin görmezden gelemeyeceği denli ciddi bir hal almış sorunlara karşılık Konseyin ortaya koyduğu çözüm önerisi ise “inovasyon”a yani teknolojik yeniliklere daha fazla yatırım yapılması olmuştur. Konseye göre böylece “sürdürülebilirlik, güvenlik ve erişim”den oluşan “trilemma” aşılabilecek, dünya daha temiz enerjinin kullanıldığı bir yer haline gelebilecektir. Bize göreyse ortada tek bir sorun vardır, o da kapitalist üretim tarzıdır, çözümü de tektir…
link: Kerem Dağlı, Kapitalizmde “Temiz Enerji” Olmaz, 10 Kasım 2016, https://marksist.net/node/5379
Güneşin Çocukları