İstanbul gibi bir metropolde, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından gerçekleşen açığa almalar, yaşanan süreçte mağdur edilen insanlar, kalabalıkların içinde çok zor fark ediliyor. Fabrikalarda işçilerin gündemlerine bile girmeyebiliyor. Fakat küçük yerlerde bu durumun çok daha farklı olabildiğinin bu bayram tatilinde farkına vardım.
Bayram tatili için gittiğim ilçede bir ev ziyaretinde oturuyorduk. Evde benim dışımda 7-8 kişi daha vardı. Benim için ilginç bir bayram ziyareti olmuştu. Uzun zamandır birbirlerini görmeyen akrabalar, komşular her zaman alışılagelmiş sohbetlerin hiçbirini yapmıyorlardı. Havadan sudan konuşmaların yerini politika almıştı. Özellikle bayram tatiline girerken binlerce Eğitim-Sen’li öğretmenin açığa alınmış olmasının etkileri hissediliyordu. Bu öğretmenler Kürt, Alevi, solcu öğretmenlerdi. Sendikalarının eylem kararlarına uymuş oldukları için cezalandırılıyorlardı. Hükümetin cadı avı “FETÖ”yü çoktan aşmış, Kürtlere ve solculara dayanmıştı. Bu evdekilerin hepsi de 15 Temmuz darbe girişiminin ardından yapılan uygulamaların mağduru ya da yaşanan mağduriyetlerin yakın tanığıydılar. Meselâ evdekilerden biri “FETÖ” gerekçesiyle açığa alınmış bir kadın öğretmendi. Yaşadığı süreci şöyle anlatıyordu:
“İnanır mısınız, Bylock denen programın ismini hayatımda ilk defa soruşturmada duydum. Üstelik Gülen cemaatinden çok çekmiş bir aileyiz biz. Eşimi memurluk yaptığı kurumda yıldırabilmek için yıllarca onunla uğraştılar. Psikolojik baskı uyguladılar. Onunla uğraşan bütün üst düzey yöneticiler tutuklanmış FETÖ’den. Şimdi de hakaret gibi beni FETÖ’cü olmakla itham ediyorlar. Çok zoruma gidiyor. Ben bunun şokunu atlatmaya çalışırken, aynı apartmanda oturduğumuz iki öğretmen arkadaşım bu defa PKK propagandası yapmak gerekçesiyle açığa alındı. Sadece onlar da değil, akrabalarımdan, çevremden tanıdığım başka öğretmenler de var. Bu süreç gerçekten de cadı avına dönüşmüş durumda. Buna karşı haksızlığa uğrayan bütün öğretmenlerin birlikte hareket etmesi gerekiyor. Sendikamızın alacağı kararlar önemli. Geçen gün sendikanın bu konuyla ilgili yaptığı toplantıya katıldım. Mağdur edilen pek çok öğretmen oradaydı. Orada temsilcimiz, kendisini arayan bir öğretmenden bahsetti. Açığa alınan bu öğretmen arkadaş, temsilcimize ‘ben şimdiye kadar hiçbir eyleme katılmadım, zaten sendikalı bile değilim. Hiçbir olayla alâkam yok. Nasıl olur da beni açığa alırlar?’ demiş.” Bu sırada kendi çalıştığı kurumda da açığa almalar beklediklerini söyleyen bir başka kamu emekçisi öfkeli bir şekilde aldı sözü: “Demek ki ‘ben etliye sütlüye karışmam, başıma da bir şey gelmez’ diye düşünüp örgütlülükten uzak kalmak çare olmuyormuş” dedi.
Bizler bunları konuşurken, misafir olduğumuz ev sahibinin İstanbul’da yaşayan kız kardeşi geldi ve ayağının tozuyla kendi mağduriyetini anlatmaya başladı. Eşi büyük bir holdingde çalışırken şirkete kayyum atanmış ve kayyum şirketi adım adım iflasa götürmüş. Şirketin iflas ilan etmesinin ardından eşi ve yüzlerce işçi görüşebilecekleri hiçbir muhatap bulamadan ortada kalmışlar. Ne maaşlarını ne de tazminatlarını alabilmişler. “Şimdi artık ben de eşim de çalışmıyoruz. Küçük bir çocuğumuz var. 1200 lira kirayla İstanbul’da yaşayabilmemiz çok zor. Mecburen memlekete dönüp annemin evine taşınacağız. Bütün yaşamımız altüst oldu. Eşimin tazminat alıp alamayacağı da belli değil. Hadi eşim 2-3 yıldır çalışıyordu. Aralarında 15-20 yıldır çalışanların da bulunduğu yüzlerce işçi var. Kimse tek kuruş alamadı” diyordu kadın.
Bayram boyunca sokakta, ziyaretlerde kime selam versek benzer hikâyeler duyduk. Küçük çarşıda hemen her dükkânda “Öğretmenimi Geri İstiyorum” yazısı asılıydı. Yaşananlar neticesinde mağdur edilen kişilere ailelerini de eklediğimizde saldırının boyutunun ne kadar büyük olduğunu daha net kavradık. Haksız yere açığa alınan öğretmenler, memurlar, çalıştığı şirkete kayyum atandığı için tazminatsız, haksız, hukuksuz işsiz kalan işçiler, “acaba işten atılacak mıyım, sıra bana da gelecek mi?” korkusu yaşayan binlerce emekçi… Fillerin tepişmesinden hiçbir çıkarı olmayan işçi sınıfı askeri darbe girişiminin ardından gelen sivil darbe sürecinin mağduru oldu.
Bu süreçte yaşananlar, burjuva düzen içinde işçilerin, emekçilerin tüm haklarının ancak örgütlü mücadele ile korunabildiği gerçeğini de acı bir şekilde gösterdi, gösteriyor. Kamu emekçilerinin “iş güvencesi” bunun en iyi örneklerinden biri. “Devlete daya sırtını, hiçbir şeyi düşünme, dert etme” anlayışının ne kadar yanlış olduğunu binlerce kamu emekçisinin bir gecede işinden edilmesiyle görmüş olduk. Uzun zamandır 657’yi kaldırmaya çalışan AKP hükümeti, darbe girişimini bahane ederek bunu da fiili olarak gerçekleştirmiş oldu. Böylece başta öğretmenler olmak üzere bütün kamu emekçileri iş güvencelerinin mutlak olmadığını, birlik olup koruyamadıkları sürece ellerinden kolayca alınabileceğini acı bir şekilde gördüler. OHAL’i, baskı ve sindirme politikalarını, işsizlik ve açlık tehdidini bertaraf edecek tek güç, kamu ya da özel sektör ayırt etmeksizin bütün işçilerin örgütlü mücadelesidir.
link: İstanbul’dan bir kadın işçi, OHAL Sürecinde İlginç Bayram Ziyareti, 7 Ekim 2016, https://marksist.net/node/5325
Eğitimde de Eşitlik İçin Kapitalizme Karşı Mücadeleye
“Kapsayıcı Kapitalizm”in Çekim Gücü Nereye Kadar?