İnsanlık kapitalizmin şu ana dek yarattığı en büyük krizle karşı karşıya. Bu sadece ekonomik değil, siyasal ve sosyal boyutlarıyla da alabildiğine derinleşmiş bir tarihsel kriz. Egemenlerin bu krizden kurtulmak için attıkları her adım emekçi kitleler için hayatı daha çekilmez hale getiriyor. Milyonlarca insanın canını alan, milyonlarcasını mülteci konumuna düşüren emperyalist paylaşım savaşı, faşizan uygulamaların neredeyse genel bir norm haline gelmesi, artan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, gelir dağılımındaki eşitsizliğin azalmak bir yana katlanarak artması, kronik işsizliğin daha da derinleşmesi, bu sorunu çok daha yüksek oranlarda yaşayan gençlerin umutsuzluk içinde kıvranması, yaşam ve çalışma alanları ellerinden alınan köylüler, kâr uğruna geri dönüşümsüz bir şekilde yağmalanan doğa… Çelişkiler keskinleştikçe ve baskılar arttıkça toplumsal tepkiler de patlama noktasına ulaşıyor. Yeni milenyum, dünyanın dört bir yanında işçilerin, emekçilerin, ekonomik kriz bahanesiyle acımasızca tırmandırılan ekonomik ve sosyal saldırılara, faşizan uygulamalara, yoksulluğa, işsizliğe, ayrımcılığa karşı ayağa kalkışlarına sahne oldu. Kapitalizmin mabedi ABD’de, on yıllardır tanık olunmayan anti-kapitalist protesto gösterileri yaşandı. Bu arada ırk ayrımcılığına ve polis terörüne karşı ayağa kalkan siyahların isyanları da birbiri peşi sıra sökün etmeye devam ediyor.
Burjuvazi, işçi-emekçi kitlelerin biriken öfkesinin ve tepkisinin daha da artmasından ve düzene yönelmesinden korkuyor. Bu nedenle bir yandan ideolojik aygıtlar en incelikli stratejilerle devreye sokulurken, bir yandan da askeri-polisiye önlemler alabildiğine güçlendirilip, amansız bir devlet terörü estiriliyor. Ne var ki zorla bastırmanın da bir sınırı var. Görece küçük ölçekli hareketleri, hatta isyanları zor yoluyla bastırmak mümkün olsa da, toplumsal devrim boyutuna sıçramış hareketlerde bu yöntemlerin hiçbir işe yaramadığını pek çok tarihsel örnekten gayet iyi biliyor burjuvazi. Bu yüzdendir ki, özellikle 2008 krizinin ardından egemenler, dikişleri her yerinden patlayan kapitalizmi “sürdürülebilir” kılmak için neler yapmak gerektiğine her zamankinden fazla kafa yormaya başladılar. Bu bağlamda icat ettikleri “cin fikir”lerden biri de “kapsayıcı kapitalizm”!
Dünyanın sayılı zenginlerinin bir araya geldiği “Kapsayıcı Kapitalizm Koalisyonu” üç yıldır bu temelde konferanslar düzenliyor. Finanstan yatırıma, telekomünikasyondan medyaya, tarımdan enerjiye pek çok alanda faaliyet gösteren dev Rothschild tekelinin CEO’su olan Lynn Forester Rothschild’in öncülüğünde bir araya gelen bu multi milyarderler, söz konusu konferansların ilkini 2014 Mayısında Londra’da gerçekleştirmişlerdi. Prens Charles’ın açılış konuşmasını yaptığı bu toplantıyı bir yıl sonra “eylem yolu” temalı ikincisi takip etmişti. “Geleceği yapmak” temalı üçüncü toplantı ise bu yıl Ekim ortasına doğru yapılacak ve IMF başkanından dünyanın sayılı bankalarının yöneticilerine çok sayıda “seçkin” konuk da konuşmacı olarak bu toplantıya katılacak.
“Sadece zengin bir azınlığın değil herkesin çıkarına bir kapitalizm” teranelerinin havada uçuştuğu bu konferanslarda, multi milyarder elitler, finansal risklerin, küresel eşitsizliklerin, çevre sorunlarının, sisteme olan güvensizliğin ve tüm bunlarla birlikte “toplumsal patlama” (yani devrim!) dinamiklerinin ulaştığı boyutu dile getirip, bunun sistemin sürdürülebilirliği açısından ciddi bir tehdit oluşturduğuna dikkat çekiyorlar. “Kapitalizmin yöntemlerinin değişmesi” gerektiğinden, “akılcı bir değişim”in şart olduğundan dem vuruyorlar. Peki neymiş bu akılcı değişim? “Daha adil ve kapsayıcı” bir kapitalizm! Bu aslında hem bir itirafı hem de büyük bir çarpıtmayı içinde barındırıyor. İtiraf edilen şey, kapitalizmin adaletsiz ve akıldışı bir sistem olduğudur; çarpıtma ise, onun akılcı temellerde dönüştürülerek daha adil ve “kapsayıcı” hale getirilebileceğidir.
Kapsayıcılık ve kapitalizm gibi bir arada olması olanaksız iki olgunun böylesi bir kavramla birleştirilmesi, elbette gerçeklerin üstünü örtme çabasından kaynaklanıyor. Kapitalizm, burjuvazinin üretim araçları üzerinde özel mülkiyet tekeli kurarak ve işçinin emek gücünü sömürerek var olduğu, bu temelde egemenlik sürdüğü ve her türlü eşitsizlik ve adaletsizliğin de bu temelden kaynaklandığı bir üretim sistemidir. Oysa “kapsayıcı”lıktan, yani sadece kapitalistlerin değil emekçilerin de çıkarına olan bir sistemden söz etmek için, sömürünün sona erdirilmesi ve özel mülkiyet denen şeyin ortadan kaldırılarak toplumsal mülkiyet haline dönüştürülmesi gerekir. Ama bu, kapitalizmin kapitalizm olmaktan çıkarak ortadan kalkması, yani sosyalizm demektir. 30 trilyon dolarlık bir varlığa, ya da şöyle diyelim, dünyadaki kurumsal varlıkların üçte birine sahip olan bu beyefendi ve hanımefendilerin bunu asla istemediklerine şüphe olmasa gerek.
Onlar her zaman yaptıkları gibi, bu tür kavramlara başvurarak bir yandan gerçeklerin ve asıl niyetlerinin üzerini örtmeye, ama öte yandan hoş çağrışımlarla emekçi kitlelerin gözünü boyamaya çalışıyorlar. Dünyayı emekçi kitleler için cehenneme çeviren sömürücüler sürüsü, “vahşi kapitalizme hepimiz karşıyız, ancak insancıl bir kapitalizm de mümkündür” diyerek, bir yandan kapitalizmin özellikle 2008 krizi sonrasında “çizilen” imajını düzeltmeyi, öte yandan da sisteme dair hiçbir güvenleri ve umutları kalmayan ve bu yüzden de “patlama” dinamikleri alabildiğine güçlenen emekçi kitleleri boş ümitler pompalayarak baskılamayı istiyorlar.
“Kapsayıcı kapitalistler”, 2008 krizinden bu yana, kapitalizme, geniş tabanlı bir refah yaratmayı başaramamış bir sistem olarak saldırıldığını; bu yüzden ve artan gelir eşitsizliği ve belirsizlik yüzünden “iş dünyasına” güvenin kaybolduğunu; büyük bir bölümünün kendi sorumluluğunu yalnızca hisse değerleriyle sınırladığı görülen iş dünyasının, toplumun tüm üyelerinin güvenini restore etmeye çalışması gerektiğini söylüyorlar. Rothschild’in, hükümete ve “iş âlemine” güvenen Amerikalıların oranının %20’yi geçmediğini söyleyerek bunun “kapitalizm için iyi olmadığını” vurgulaması ve “sorunu çözemezsek sonuçları vahim olabilir” demesi; benzer şekilde “Kapsayıcı Kapitalizm” konferanslarında 2008 krizinin tüm dünyada yarattığı ekonomik altüstlüklere, bununla bağlantılı olarak ortaya çıkan Wall Street eylemlerine ve Arap isyanlarına bolca göndermede bulunulması da aslında bu zengin elitlerin gerçek korkularının ne olduğunu gösteriyor. Bilindiği gibi 2008 krizi, emperyalist sistemin sarsılmaz kalesi gibi görünen ABD’yi bile hallaç pamuğu gibi savurduğunda, yüz binlerce işçi, “biz %99’uz, onlar %1” diyerek sokaklara dökülmüştü. Hareketin mottosu haline gelen bu slogan çarpıcı bir gerçekliğe işaret ediyordu: Biz %99’uz, onlar %1; ama dünyadaki tüm zenginliğin %99’una sahip olan biz değiliz onlar! Burjuvazi bu hareketin öznel ve nesnel sınırlılıkları nedeniyle o an için büyük bir tehdit oluşturmadığının elbette farkındaydı, ancak geleceğe yönelik meydan okuma sinyalleri içerdiğini de güçlü bir şekilde hissetmişti. Nitekim domino etkisiyle yayılan Arap isyanları “toplumsal patlama” sinyallerini çok daha güçlü bir şekilde yaymıştı.
Tam da bu yüzdendir ki, “kapsayıcı kapitalizm” teranesi 2011 sonrasında G20 zirvelerinden IMF toplantılarına tüm emperyalist mahfillerde temel vurgu haline getirildi. Söz konusu toplantılarda, ekonomik büyümenin “kapsayıcı” olması sayesinde gelir adaletsizliğinin önüne geçileceği, sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin azalacağı yanılsamaları pompalanmaya başlandı. 2015’te Türkiye’de yapılan G20 zirvesinde, Erdoğan’ın “Ben de işverenlere tavsiye ediyorum. Biraz az kazanın, kazandıklarınızı dar gelirli insanlarla paylaşın. … Neden? Fakiri tahrik etmeyelim. Ve paylaşımcı anlayışı hayatımıza egemen kılalım” diye konuşması, Ali Koç’un ise daha ileri giderek “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir” şeklindeki açıklamaları da hatırlarda olsa gerek. O günlerde, Ali Koç’un bu çıkışı pek bir ses getirmişti ve Kale Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Zeynep Bodur Okyay da ona destek verenler arasındaydı. Şöyle diyordu Okyay: “Dünyada iyiliğin kötülüğü kovduğu yeni bir iklim oluşturmak zorundayız. Bunun temel yollarından biri de kapsayıcı yani vicdanlı büyümeden geçiyor. Dünyada 1 milyar insan açlık sınırındayken, 1,1 milyar insanın elektriğe, 700 milyona yakın insanın temiz suya erişimi yokken aynı yeryüzünde nasıl mutlu ve huzurlu yaşayabiliriz?”
“Kapsayıcı kapitalizm”in sözcüleri, iş dünyasını sadece kâra odaklanmak yerine, “sorumluluk” üstlenmeye, çalışanlarına, topluma, çevreye dostane yaklaşıp “saygılı olma”ya çağırıyorlar. Ne var ki bu ahlâk şovu kapitalizmin kara duvarlarında gölge bile oluşturamıyor. Kapitalizm gerçekliği bu tür ütopyaların üzerinde tepiniveriyor. Tam da bu yüzdendir ki, yukarıdaki sözleri eden “vicdan” abidesi hanım, hemen sonra şunları söylüyor: “Sistem tabii sorunun parçası ama tümünü ona yüklememek lazım. Kapitalizmin insanileştirilmesi konusunda düşünmek gerekiyor. Bunda ben de hem fikirim. Ama piyasa kuralları var. Ve buna müdahale de doğru olmaz.” Dünyada 1 milyar insan açlık sınırında, 1,1 milyar insanın elektriğe, 700 milyona yakın insanın temiz suya erişimi yok, ama piyasa kuralları var, buna müdahale etmek doğru olmaz, değil mi!
İşte “kapsayıcı kapitalizm”in kapsama alanının sona erdiği nokta burasıdır. “Piyasa kuralları”nın, yani kapitalizmin işleyiş yasalarının başladığı yerde kapsayıcı kapitalizm “çekmez”, vicdandan eser kalmaz olur! Tam da bu yüzden değil midir ki, “anti-kapitalist” Ali Koç’un ağzından bal damlarken, Ford işçileri hepi topu sendika değiştirdikleri için işten atılıyor, amansız baskılara maruz bırakılıyorlardı!
O günlerde kaleme aldığımız bir yazıda, burjuva mahfillerde yayılan “kapitalizmin ıslah edilmesi gerektiği” özlü açıklamaların, gerçekte büyük burjuvazide giderek artan bir korkunun dışa vurumu olduğunu belirtmiştik. “Toplumsal olaylar patlak verebilir” şeklinde kodladıkları şeyin de aslında işçi sınıfının kapitalist düzeni devrimci yoldan tasfiye etmesinden duydukları korkuyu ele verdiğini vurgulamıştık:
“Kapitalist düzeni yıkacak bir proleter devrim tehdidi arttıkça, büyük sermayenin kapitalizmi ıslah etme arayışları da artıyor. Büyük sermayenin kapitalizme dönük eleştirilerinin kapitalizmi ortadan kaldırmaya ve sosyalist bir düzen kurmaya çağrı olarak algılanabilmesi için insanın aklını yitirmiş olması gerekir. Hayır, onlar sanki mümkünmüş gibi, vicdanlı bir kapitalizm, insani bir kapitalizm kuralım çağrısında bulunuyorlar. (…) «Fakiri tahrik etmeyelim», «vahşi kapitalizme son verelim» diyorlar da, vahşilik ile kodlanan şey, kapitalizme içsel olan bir şeydir, onsuz bir kapitalizm düşünülemez. Kapitalizm bir yanda muazzam ve giderek büyüyen bir servetin giderek azalan sayıda kapitalistin elinde birikmesi, bu arada toplumun giderek artan bir kesiminin daha da yoksullaşması ve sefalete doğru yol alması demektir.” (Oktay Baran, Vicdanlı Bir Kapitalizm Mümkün mü?, 6 Aralık 2015)
Kapitalizm doğru bir şekilde işletilseydi tüm sorunlar hallolurdu diyerek, sözde günah çıkartan ama gerçekte bu sömürü sisteminin özünü gözlerden gizlemeye çalışan “kapsayıcı kapitalizm” çığırtkanları, akademisyenlerden, gazetecilerden vb. “kapsayıcı kapitalizm”in faydalarını propaganda eden ikna gücü yüksek materyaller üretmelerini, bunu tüm topluma duyurmalarını istiyorlar. Örneğin bu yönde “emek harcayan”lardan biri de Thomas Piketty’dir. Kendisi yüzlerce sayfalık bir kitap yazmış ve çare olarak hepi topu ücretlerin iyileştirilmesini ve “artan oranlı vergilendirme”yi savunmuştur. Oysa sınıfsal doğaları gereği kârından üç kuruş bile feragat etmeye yanaşmayan kapitalistler, neo-liberal saldırı politikalarında sonuna kadar ısrarcıdırlar ve onların temsilcisi olan hükümetler sermaye üzerindeki vergileri arttırmak yerine daha fazla nasıl düşüreceklerinin ve teşvik vb. adı altında bu asalaklara nasıl daha fazla kaynak aktarabileceklerinin hesabını yapmakla meşguldürler. Aslında, özü bozuk olan kapitalizmin “doğru” işletilmesini ve bunun tüm sorunları çözeceğini beklemenin iflah olmaz bir reformist aptallık olduğunu, burjuvazi üç yüz yıllık tarihi boyunca açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Akıldışılığı ortadan kaldırmak için sosyalizm!
Leydi Rothschild, “eğer bizler iklim değişikliğini durdurabilseydik, işçiler iyi muamele görselerdi, ya da şirketler kısa vadeli kârları uğruna mali piyasaları istikrarsızlaştırmaya son verselerdi herkes kapitalizmi severdi” diyor. “Kapitalizm kapitalizm olmaktan çıksaydı” demek gibi bir şeydir bu! Ama kapitalizm bu “sınırlı” değişimleri bile gerçekleştirmeye engeldir. Onun insanlığı karşı karşıya bıraktığı tablo her açıdan bir akıldışılık manzumesi oluşturmaktadır:
· İşçi sınıfının ürettiği zenginliğe el koyarak semiren bir avuç azınlığın sahip olduğu servet akıl sınırlarını zorluyor. 2010 yılında, dünyanın en zengin 388 kişisinin serveti, dünya nüfusunun yarısının (yani 3,6 milyar insanın) sahip olduğu zenginliğe eşitti. Bu korkunç eşitsizlik tablosu düzelmek yerine her yıl katlanarak arttı ve söz konusu kişi sayısı 2011’de 177’ye, 2013’te 92’ye ve 2015’te 62’ye indi. Öyle ki, aynı hızla ilerlendiğinde, 2020 yılında sayı sadece 11’e inecektir.
· Bir avuç asalağın dünyayı yutup yine de doymadığı kapitalist sömürü sistemi, 800 milyondan fazla insanı açlığa mahkûm etmektedir.
· Kapitalizm, yüz milyonlarca insanı, her birine iki-üç kişinin işini yükleyerek köle gibi çalışmak zorunda bırakırken yüz milyonlarcasını işsizliğe mahkûm etmektedir. Bugün dünyada 200 milyona yakın insan işsizdir. Buna geçici ya da yarım zamanlı işlerde çalışanları eklediğimizde sayı 1 milyara ulaşmaktadır. Yetişkinler çalışacak iş bulamazken, 5-14 yaş arasındaki 250 milyon çocuk kölelik koşullarında çalıştırılmaktadır. Türkiye’de de 6 milyona yakın işsiz varken, çocuk işçilerin sayısı 1 milyona ulaşmıştır.
· Kapitalizm, yüz milyonlarca insanın işsiz kalması pahasına iş saatlerini uzatıyor. Çünkü sermayenin kâr güdüsü bunu dayatıyor. Yapılan hesaplamalar, insanlığın sahip olduğu mevcut potansiyellerle 4 saatlik işgününün şu anda dahi mümkün, 2 saatinse düşünülebilir olduğunu gösteriyor. Ama bunun hayata geçirilebilmesi için özel mülkiyete ve kâra dayalı bu sömürü sisteminin yıkılması gerekiyor.
· Burjuva devletlerin savaş harcamaları her yıl daha da artıyor. Dünyada askeri harcamalara ayrılan para son on yılda neredeyse iki katına çıkarak 1,8 trilyon dolara yükseldi. Tüm dünyanın temiz su ihtiyacının karşılanması, atık su sistemlerinin sıhhi hale getirilmesi, çocukların aşılanması, okuma-yazma bilmeyenlerin eğitilmesi için gereken toplam miktar yılda sadece 45 milyar dolarken, silahlanmaya yüz milyarlarca dolar akıtılmakta ve bu silahlarla milyonlarca insanın canı alınmaktadır. Sadece Suriye’de dört yılda 200 binden fazla insan hayatını kaybetti. “İstikrar geldi” denen Irak’ta ise devam etmekte olan çatışmalar nedeniyle son iki yılda 19 bin kişi yaşamını yitirdi. Yani her gün ortalama 25 kişi bombaların, kurşunların kurbanı olmakta.
· Dünyada 15 milyondan fazla insan mülteci konumunda. Savaştan, şiddetten ve çeşitli türden insan hakları ihlalleri yüzünden yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalanların sayısı ise 60 milyonu aşmış durumda. Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaştan ve Afrika’daki açlık ve çatışmalardan kaçan milyonlarca insanın Batı’nın sınırlarına dayanmalarının Avrupa ve ABD’yi nasıl tir tir titrettiğini biliyoruz.
· İnsanın sömürüsünde sınır tanımayan kapitalizm doğanın sömürüsünde de sınır tanımıyor. Kapitalist kâr güdüsüyle doğal kaynaklar acımasızca yağmalanıyor, ormanlar katlediliyor, yeraltı ve yerüstü sularının yanı sıra soluduğumuz hava da zehirleniyor. Aşırı karbon salımı ozon tabakasını deliyor. Tüm bunlar yerkürenin iklimini de değiştiriyor; bir tarafta kuraklık ve çoraklaşma, diğer tarafta aşırı yağış yüzünden oluşan seller, heyelanlar.
Tüm bu olguların işaret ettiği gerçeklik, insanlığı ve dünyayı yok oluşa sürükleyen bu sistemin yıkılmasının yaşamsal bir zorunluluk haline gelmiş olduğudur. Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi,
“Kapitalizmden kurtulmayı isteyen devrimi istemek zorundadır. Çünkü ne denli köhnemiş olursa olsun, kapitalizm tarih sahnesini asla gönül rızasıyla terk etmeyecektir. Tam tersine, bu sömürü sistemi yaşlanıp çürüdükçe geçmiş dönemlere nazaran işçi haklarına çok daha büyük bir saldırı, çok daha derin ölçekli bir siyasal gericilik, çok daha kanlı savaşlar üretmektedir. Kapitalizmin yıkıcı krizleri tüm dünyada toplumsal yaşamı temellerinden sarsmakta ve tabir caizse hemen her ülkenin çivisi yerinden çıkmaktadır. Günümüzde yaşanan gerçeklik işte bunlardır. Ama kapitalizmin krizleri ne denli şiddetli olursa olsun, kapitalizm bu krizler neticesinde kendiliğinden çökmeyecektir. Kapitalizmin reformlar yoluyla ıslah edilmesi veya kapitalizm altında daha iyi bir dünya yaratılması asla mümkün değildir. Kapitalizmden kurtuluş devrimi gerektirir. Komünist Manifesto, işçi sınıfını bu tarihsel eyleme çağıran ve bu devrimci eyleminde ona yol gösteren mücadele programıdır.” (Manifesto’nun Sönmeyen Ateşi, Eylül 2007, marksist.com)
link: Zeynep Güneş, “Kapsayıcı Kapitalizm”in Çekim Gücü Nereye Kadar?, 7 Ekim 2016, https://marksist.net/node/5327
OHAL Sürecinde İlginç Bayram Ziyareti
Suriyeli Mülteci ve Kürt Yoksul Çocuklara