Türkiye’nin dış politikasında giriştiği manevralar 15 Temmuz darbe girişiminin ardından yeni gelişmelere sahne oldu. Darbe girişiminin hemen öncesinde Rusya ve İsrail ile bozulan ilişkilerin düzeltilmesi için çeşitli adımlar atılmıştı. Bir dönem “rol model” olarak lanse edilen Türkiye’nin ABD ile ittifakı ise Suriye sorunu ve Kürt sorunu üzerinden giderek bozulmuştu. 15 Temmuz sonrasında ABD’nin tutumu, Gülen’i iade etmeye yanaşmaması, Rusya’nın hamleleri, Türkiye’nin Batı’ya yönelik eleştirileri, darbe girişiminin arkasında ABD’nin olduğu iddiaları, idam tartışmaları gibi konular “Türkiye Batı kampından, NATO’dan çıkıyor mu?” sorusunu ve tartışmaları gündeme getirdi.
15 Temmuz sonrasında tartışmaların odağında olan NATO, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde en önemli role sahip kurumların başında geliyor. Kısaca hatırlarsak Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere’nin tüm girişimlerine karşın savaşa girmeyip tarafsız kalmış, savaşın akıbeti belli olduktan sonra savaşın bitimine birkaç ay kala kâğıt üstünde Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmişti. Türkiye’nin bu politikasının amacı savaş sonrası kurulacak yeni dünyada ABD emperyalizminin başını çektiği Batı kampının yanında yer tutabilmekti. TC daha kuruluşundan itibaren Batı kapitalizminin safında “muasır devletler” seviyesine çıkmayı arzuluyordu. Ancak 1929 krizi ve ardından gelen emperyalist savaş, kurucu bürokrasinin önüne koyduğu planları değiştirmesine sebep oldu. İçe kapanan Türkiye, devlet kapitalizmi altında sermaye birikimini gerçekleştirmeye girişti. İkinci Dünya Savaşının ardından ise Türkiye kapitalizminin atılım yapmasını sağlayacak koşullar oluşmuştu. Tek parti diktatörlüğünün ardından gelen Menderes döneminde Türkiye’nin emperyalist düzendeki yeri ABD’nin yanı oldu. On yıllar boyunca Türkiye sermayesinin Batı ile kurduğu ilişkiler, bugünkü Türkiye’nin temelini attı. Dolayısıyla, daha baştan belirtmek gerekiyor ki, Türkiye’nin Batıdan uzaklaşması anlamına gelecek NATO’dan ayrılması öyle basit bir mesele değildir.
Mehmet Sinan Türkiye siyasi tarihini ele aldığı yazı dizisinde İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki siyasi tabloyu şöyle özetliyordu:
“İkinci Dünya Savaşının bitiminden hemen sonra, değişen dünya koşullarını değerlendiren CHP içindeki liberal burjuvazinin temsilcileri, tek parti diktatörlüğüne karşı çıkmaya başladılar. Bunlar esasen bürokrasinin vesayetinden kurtulmak ve kendi ekonomik ve siyasal projelerini hayata geçirmek istiyorlardı. Fakat bunu kendi başlarına ve kendi güçleriyle yapamayacaklarının da bilincindeydiler. Bu konuda kendilerine destek olacak ve «hamilik» yapacak dış kapitalist güçlere (emperyalist odaklara) ihtiyaç duyuyorlardı. Nitekim liberal burjuvazinin bu konuda da şansı yaver gidecekti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan uluslararası konjonktür, Türkiye’de liberal burjuvaziye hem beklediği «hamiyi», hem de ekonomik ve siyasal desteği sunacaktı.”
“Burjuva siyasal rejimde meydana gelen bu «zihniyet» ve «siyaset» değişikliği, emperyalist Batı’nın izlediği savaş sonrası stratejiyle de uyum içinde olduğu için, Batı tarafından da hararetle desteklendi. ABD ve müttefikleri, savaşın bitiminden hemen sonra gündeme getirdikleri ve uygulamaya başladıkları «soğuk savaş» stratejisinde, jeopolitik konumu nedeniyle Türkiye’ye de çok önemli bir rol biçtiler. Bunun karşılığında DP iktidarı da kendisini ekonomik ve siyasal bakımdan destekleyecek ve koruyacak yeni bir hamiye (ABD) kavuşmuş oluyordu!” (Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar/5, marksist.com)
İşte bu koşullar Türk burjuvazisinin nasıl bir politik hat üzerinden yoluna devam edeceğini de belirlemiş oluyordu. Mihver devletleri karşısında aynı kampta yer alan ABD ve Rusya, sıcak savaştan sonra “soğuk savaş” döneminin iki düşman süper gücü haline geleceklerdi. Savaşın yarattığı yıkımın kapitalizmin gerçek yüzünü kitlelere göstermesi, Nazi barbarlığına karşı en güçlü direnişin komünistlerin önderliğinde gerçekleşmesi ve SSCB’nin Nazilerin nihai yenilgisine yol açan zaferi, kapitalist dünyanın altındaki platformu sarsıyordu. Komünist Manifesto’nun üzerinden yaklaşık yüz yıl geçmişken “komünizm” heyulası yeniden Avrupa’nın üzerinde dolaşıyor ve emperyalist-kapitalist sistem için tehlike çanları çalıyordu. SSCB “sosyalist bloku” temsil ederken, ABD ise emperyalist kapitalizmin hegemon gücüydü. SSCB’nin hemen güneyinde yer alan Türkiye, ’29 buhranının ve ardından gelen savaşın sebep olduğu aradan sonra, Batı’nın yardımıyla kapitalist gelişimine devam edebileceği ortamı buluyordu. ABD’nin Türkiye’ye, Türkiye’nin de ABD’ye ihtiyacının olduğu, eşitsiz ama her iki tarafın da karşılıklı çıkar ilişkileri temelinde memnun olduğu bir ilişkinin temelleri atılıyordu.
ABD’nin öncülüğünde, “sosyalist” bloka karşı 9 Nisan 1949’da Washington Antlaşması ile NATO kuruldu. Kore’ye asker göndererek rüştünü ispatlayan Türkiye’nin NATO üyeliği başvuruları, sonunda 1952 yılında kabul edildi. Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle birlikte ABD ile hem siyasi hem de askeri bağları çok daha sıkılaşacaktı. Öyle ki, imzalanan anlaşmalar sonucunda ABD’nin Türkiye’de üs kurması ve personel bulundurması kabul edildi. Esasen Avrupa’yı kalkındırmak ve böylece komünizm tehlikesini bertaraf etmeyi amaçlayan Marshall Planı ve Truman Doktrininin uygulama alanına Türkiye de dâhil edildi. Bu süreçte, sosyalist fikirlerin Türkiye’de taban bulmasının ve işçi hareketinin yükselmesinin engellenmesi için de çeşitli kurumlar örgütlendi. Örneğin Türk-İş, bizzat ABD’nin de desteğiyle, daha baştan devlet güdümlü bir sendika olarak kuruldu. Yine, diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de NATO, “komünizmle mücadele” amacıyla Gladio tipi bir örgüt olan Özel Harp Dairesini kurmuştu. Böylece bir taraftan sermayenin ilişkileri Batı ile giriftleşirken, diğer taraftan devlet ve ordu yapılanmasında NATO’nun etkinliği artıyordu. Yani her bakımdan (ekonomik-siyasi-ideolojik) emperyalist Batı ile entegrasyon süreci ilerliyordu. Ancak bu her şeyin pürüzsüz ilerlediği anlamına gelmiyor. Meselâ 1964 yılında Kıbrıs sorunu yüzünden ABD başkanı Johnson’un İsmet İnönü’ye gönderdiği mektup, yine Kıbrıs’ın işgalinden sonra Türkiye’ye uygulanan ambargo ‘80 öncesinin ABD-Türkiye ilişkilerinde gerilime sebep olan önemli olaylardır. AKP döneminde ise Suriye ve İran konusunda Türkiye’nin farklı tutumu ve Çin’den füze alma girişimleri ilk akla gelen örnekler. İpler zaman zaman gerilse de o günlerden bugüne kadar Türkiye’nin yeri hep başını ABD’nin çektiği emperyalist Batı’nın yanı oldu.
Alt-emperyalistleşen Türkiye ve “eksen kaymaları”
Türkiye’nin büyük sermaye kesimleri zaman zaman krizler ve gerilimler patlak verse de, başından beri kapitalist Batı’yla entegrasyon temelinde yol almak istemişlerdir. Bunun önemli ayaklarından birisi Türkiye’nin AB serüvenidir. Uzun yıllar AB kapısında bekletilen Türkiye burjuvazisi, nihayet AKP iktidarı ile birlikte AB düşlerinin gerçekleşeceğini umdu. Gerçekten de AKP, kısa sürede daha önce hiçbir hükümetin yapamadığını başardı ve müzakerelerin başlamasını sağlayan koşulları oluşturdu. Ancak bu bahar havası kısa sürecek ve Türkiye-AB ilişkileri yeniden rölantiye alınacaktı. AB’nin Türkiye’nin yerine getirmesini istediği şartları bahane olarak gören iktidar, Türkiye’nin AB’ye muhtaç olmadığını daha yüksek sesle dillendirmeye başladı. Bu dönem, tam da AKP’nin kendine güveninin arttığı ve bölgenin efendisi olma heveslerinin depreştiği sürece denk düşüyordu elbette. Orta Asya ve Ortadoğu’yu etnik, kültürel bağlarla Türkiye’nin arka bahçesi haline getirme niyetleri gelişiyordu. AKP hükümeti, yüzünü Batı yerine bu bölgelere çevirebileceği mesajlarını Batı’ya vermeye çalışıyordu. Örneğin, Erdoğan, 2013 yılı başlarında şu cümleleri sarf etmişti: “AB bizi unutmak istiyor ama çekiniyor, unutamıyor. Hâlbuki bir açıklasa biz rahatlayacağız. Oyalayacağına bizi, açıklasın biz de işimize bakalım (…) böyle olumsuz bir şekilde gidince siz de ister istemez 75 milyonun bir başbakanı olarak başka arayışlar içerisine de giriyorsunuz. Onun için geçenlerde Sayın Putin’e onu söyledim, «bizi Şanghay Beşlisi içine alın» dedim. Alın bizi Şanghay Beşlisi içine, biz de AB’ye «allahaısmarladık» diyelim, ayrılalım oradan. Bu kadar oyalamanın ne anlamı var?”[*]
Erdoğan’ın bu çıkışı “Türkiye AB’den vaz mı geçiyor?” tartışmasına sebep olsa da bu sözlerin AB’ye bir mesaj olduğu açıktı. Nitekim gerek devletin çeşitli kademelerinden yapılan açıklamalarda, gerek kendisinin sonraki açıklamalarında, gerekse de NATO’nun açıklamalarında Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ile ilişkisinin bir alternatif veya çelişki olmadığı belirtilmiştir. Elbette bu açıklamaların diplomatik yönünü akıldan çıkarmamak gerekiyor. Türkiye gibi NATO üyesi olan ve jeopolitik önemi yüksek olan bir ülkenin, hem NATO üyeliğinin devam etmesi hem de ŞİÖ üyesi olması olağan bir durum olmazdı. Zaten Türkiye’nin bir anda Batı kampından ayrılarak diğer tarafa geçmesi mümkün değildir. Bu, çok kritik gelişmelerin yaşanmasını ve büyük değişim ve dönüşümlerin gerçekleşmesini şart koşuyor. Türk sermayesinin uluslararası ilişkilerine baktığımızda bunun sebebini daha açık bir biçimde görebiliriz.
Türkiye sermayesi yönünü Batı’ya doğrultmuşsa da, büyüdükçe farklı pazarlara girme ihtiyacı hâsıl olmuştur ve Türkî cumhuriyetler, Ortadoğu ve Kuzey Afrika gibi hinterlandını oluşturan bölgelerde faaliyetlerini özellikle AKP iktidarı ile birlikte katlamalı bir biçimde arttırmıştır. Bugün AKP’nin kanlı bıçaklı olduğu Gülen cemaati büyük sermayenin bu atılımında adeta lokomotif rolü oynamıştır. Ekonomik veriler Türkiye burjuvazisinin bu gelişimine ışık tutuyor. Ekonomi Bakanlığı’nın verilerine göre Türkiye’nin ŞİÖ üyesi olan ülkelerle ticaret hacmi AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte sıçramalı bir büyüme göstermiş. Birliğin üyeleri olan Çin, Rusya, Tacikistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ile ticaret hacmi 2002 yılında 7,5 milyar doların biraz üzerinde ve bunun 6 milyar dolara yakın bir kısmını ithalat oluşturuyor. 2013 yılına baktığımızda ise, toplam ticaret hacminin 67 milyar dolara yaklaştığını, ihracatın 13 milyar dolara, ithalatın ise 54 milyara çıktığını görüyoruz. Bu istatistiklere göre 10 yıl içerisinde ticaret hacmi 9 katına çıkmış. ŞİÖ’ye üye altı ülkeden Rusya ve Çin, Türkiye ile yapılan ticaretin ezici çoğunluğunu oluşturuyor. Çin ve Rusya’nın Türkiye’ye ihracatı 2015 yılında toplam 45 milyar dolar civarında. Türkiye’nin bu iki ülkeye ihracatının toplamı ise 6 milyar dolar civarında. (Emperyalist emellerine ulaşabilmek için maceracı adımlar atmaktan çekinmeyen Türkiye, Rus uçağını düşürmesinin faturasını ödüyor. 2016’nın ilk altı ayında Türkiye’nin Rusya’ya ihracatı 839 milyon dolarlara kadar düşmüş durumda.)
Ancak Türkiye’nin alt-emperyalist bir ülke düzeyine gelmesiyle birlikte ŞİÖ üyesi ülkelerle yapılan ticaretin hacmi artmış olsa bile, duruma daha geniş ölçekten bakıldığında Türkiye’nin ekonomisinin nereye daha bağımlı olduğu ortaya çıkıyor. Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’nın son açıkladığı verilere göre Haziran ayı itibariyle Türkiye’nin ihracatında Avrupa Birliği’nin payı yüzde 48,5 seviyesine yükseldi. Eurostat’ın verilerine göre de, AB ülkeleri 2015 yılında 79 milyar avroluk ihracat yaptığı Türkiye’den 61,6 milyar avroluk ithalat gerçekleştirdi. Bu, AB ile yapılan ticaret hacminin ŞİÖ ile yapılanın 2,5 katına denk geliyor.
Sadece ihracat değil doğrudan yatırım açısından da AB’nin Türkiye ekonomisinde önemli bir ağırlığı bulunuyor. 30 Haziran itibariyle Ekonomi Bakanlığı’na kayıtlı yaklaşık 50 bin yabancı şirketin 23 bini AB menşeli. TC Merkez Bankası’nın verilerine göre Mayıs ayı itibariyle bu şirketler Türkiye’deki doğrudan yatırımların yüzde 64’ünü gerçekleştirdi. 2002-2016 Mayıs aralığındaki doğrudan yatırımların büyüklüğü dikkate alındığında ise AB’nin Türkiye’ye yapılan yatırımlardaki ağırlığının yüzde 92 olduğu ortaya çıkıyor.
15 Temmuz öncesi ve sonrası
15 Temmuz tarihi aynı zamanda Türkiye’nin dış siyaseti bakımından da kritik bir tarihtir. 15 Temmuza gelinen süreçte, İsrail ve Rusya ile bozulan ilişkileri tekrar rayına oturtmak için gerekli girişimler yapılmış ve Türkiye karşılıklı mutabakata varmıştı bu ülkelerle. İlişkilerin sorunlu olduğu diğer ülkelerle de benzer adımların atılması bekleniyordu. 15 Temmuz bir taraftan AKP’ye dış politikadaki başarısızlığın üstünü örtme fırsatı sunarken, diğer taraftan Rusya ile ilişkilerde de yeni bir kapı açıyordu.
15 Temmuz gecesi başlangıçta Kerry’nin ABD adına yaptığı muğlâk açıklamaya karşın, Rusya’nın açık bir şekilde Erdoğan’ın yanında yer alması uluslararası dengeler açısından yeni bir durumun işaretiydi. Tarafların açıklamalarından bunun sinyalleri net bir biçimde alınıyordu. Erdoğan, Gülen’in iadesi üzerinden ABD’ye yükleniyor ve “ya FETÖ, ya Türkiye” diyerek ABD’yi bir tercih yapmaya çağırıyordu. Diğer taraftan Batı medyasında ise darbe girişimini püskürten Erdoğan’ın bunu bir fırsata çevirdiğine yönelik eleştiriler yer aldı ve bu eleştiriler halen devam ediyor. Ayrıca başlatılan tasfiye ve idam tartışmalarından yola çıkılarak, Türkiye’nin NATO üyeliğinin tehlikede olduğuna dair önde gelen Batılı gazetelerde haberler yapıldı. NATO ve ABD, Türkiye’nin üyelikten çıkarılmasının söz konusu olmadığını ve Türkiye’nin önemli bir müttefik olduğunu açıklamak zorunda kalsa da, “demokrasi” vurgusu yapmaktan imtina edilmedi. Ayrıca ABD’li bir generalin “muhataplarımız tutuklanıyor” demeci de boşuna değildir. Erdoğan iktidarı ise ABD’nin darbe girişimindeki rolüne dair açıktan bir ithamda bulunmak yerine imalarda bulunuyor, ama AKP medyasında darbeler tarihinde sicili bozuk olan ABD’nin açıktan Erdoğan’ı öldürmeye kalkıştığı bile yazılıyordu. Rusya ise bu durumdan istifade etmeye, rakibi ABD’nin elini zayıflatmaya çalışıyordu. Her ne kadar Rusya’nın Ortadoğu politikası Türkiye ile çelişse de, ABD ile ilişkileri bozulmuş bir Türkiye daha çok işine geliyor. Örneğin, NATO’nun darbe istihbaratını aldığı halde Türkiye’ye bilgi vermediğini söylüyordu Rus sözcüler.
9 Ağustosta Erdoğan’ın Rusya’da Putin ile görüşmesi de Türkiye-Rusya ilişkilerinde yeni bir döneme işaret ediyordu. 15 Temmuz sonrasında Batı ile ilişkileri bozulan, Rusya’yla ise ilişkilerini düzelten bir Türkiye görüntüsü oluştu. Oysa Türkiye’nin emperyalist Batı’dan kopup Rusya’ya yanaşması söz konusu değildi. Erdoğan iktidarı, pazarlıkta elini güçlendirmek ve ABD’den taviz koparabilmek için Rusya’ya yanaşıyor ve bunu bir koz olarak kullanmaya devam edecektir. Ne NATO açısından Türkiye kolay vazgeçilebilir bir ülkedir, ne de Türkiye NATO’dan bir anda çıkabilir. Ancak NATO’sundan AB’sine tüm Batı emperyalizmi için Erdoğan’ın Türkiye’si güvenilir değildir. Karşılıklı resmi açıklamaları bir kenara bırakacak olursak ki bunlar gerçek durumu ifade etmezler, taraflar kendi çıkarları için hamleler yapıyorlar ve sonucuna göre yeni adımlar atıyorlar.
Sonuç olarak, son zamanlarda ABD ile Türkiye’nin arası Ortadoğu sorunları üzerinden açılmış olsa da, ABD ve AB’den Erdoğan’a yönelik eleştiriler giderek artsa da, buna karşılık Erdoğan ve AKP Batı’ya sesini yükseltse de, bu gelişmeler henüz köprülerin atılmasına yol açacak nitelikte değildir. Alt-emperyalist bir ülke olan Türkiye’nin gücü henüz bölgede bile kendi başına oyun kurmaya yeterli değildir. Bu yüzden küresel güçlerden birisinin yanında yer alarak pozisyon tutmaktan başka bir seçeneği yoktur. Türkiye bugünkü pozisyona gelmeyi de bugüne kadar ABD’nin yanında yer alarak başarabilmiştir. Türkiye güçlendikçe, ABD ile ters düşme pahasına farklı adımlar atmayı göze alabilmiş ve hatta kimi zaman maceracı girişimlerde de bulunmuştur. Dış politikada riskli adımlar atılmıştır. 15 Temmuz sonrası tasfiyelerle birlikte arka planında ABD karşıtlığı olan kadrolar önemli kademelere getirilmiştir. Ancak bu gelişmelere rağmen Türkiye’nin geleneksel olarak Batı kampının bir parçası olduğu unutulmamalıdır.
[*] Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan tarafından 1996 yılında kurulmuştur. Kurucu beş üyesinden dolayı Şanghay Beşlisi olarak da bilinir. Sonradan bu birliğe Özbekistan da dâhil olmuştur. Türkiye de 2005 yılında ŞİÖ’ye üyelik için başvurmuştur fakat üyeliği kabul edilmemiştir. Özellikle Türkiye’nin NATO üyeliği ve Rusya’ya bazı bölgelerde rakip olma potansiyeli başvurusunun reddedilmesine sebep olmuştur. Türkiye 2012 yılından beri Diyalog Ortağı pozisyonundadır.
link: Suphi Koray, Türkiye NATO’dan Çıkar mı?, 20 Eylül 2016, https://marksist.net/node/5297
Suriye Ağıdı
Gözlerimde Tütüyorsun