Küresel iktisadi kriz, burjuva iktisatçılarının tüm yatıştırıcı söylemlerine rağmen devam ediyor, dahası derinleşiyor. Giderek azgınlaşan bir emperyalist paylaşım savaşı bu tabloya eşlik ediyor. Gerek krizin derinliği gerekse de emperyalist savaşın doğurduğu askeri-siyasal-toplumsal “risk”ler, tüm kapitalist ülkelerde bir otoriterleşme eğilimini de beraberinde getiriyor. Bu otoriterleşme eğiliminin temel dinamiği, egemenlerin burjuva düzene karşı gelişecek toplumsal tepkiyi daha baştan kontrol altına alma kaygısıdır. Bu toplumsal tepki olasılığının bir yanını giderek artan ve daha da azacağı belli olan emperyalist savaşa karşı emekçi kitlelerde biriken savaş karşıtı duygular oluşturuyor. Diğer taraftan derinleşen ekonomik kriz, tüm ülkelerde kapitalist egemenleri, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarına daha geniş ve kapsamlı saldırılar örgütlemeye itiyor. Bu saldırıların işçiler tarafından sessizlikle karşılanmayacağının bilincinde olan burjuvazi, daha bugünden, özellikle “terör” bahanesiyle devletin baskı aygıtlarını güçlendirici ve demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı adımlar atıyor. Sendikal ve demokratik haklarını korumak için mücadele eden işçilerin önüne dikilen burjuva devletin baskı aygıtları pekiştiriliyor.
Otoriterleşme ile işçilerin haklarına dönük saldırılar arasındaki doğrudan bağın en bariz ve tarihsel örneklerinden birini Şili faşizmi sergilemiştir. Şili’de seçimlerle iktidara gelen reformist sosyalist Allende hükümetini 1973’te askeri bir darbeyle deviren General Pinochet’nin inşa ettiği faşist diktatörlük, Şilili emekçilere nice acılar yaşatmış ve Şili işçi sınıfını sefalete sürükleyen politikaları hayata geçirmişti. 80’lerden itibaren tüm ileri kapitalist ülkelerde uygulamaya sokulan neo-liberal kapitalist saldırı politikalarının ilk ve en kapsamlı uygulama alanı olmuştu faşist Şili. Türkiye’deki egemen sermaye çevreleri de Şili’dekine benzer şekilde ve aynı amaçlarla TC ordusunun 12 Eylül 1980’de gerçekleştirdiği faşist darbenin önünü açmışlardı. Faşist darbeyi takiben işçi sınıfının tüm siyasal ve mücadeleci sendikal örgütleri ezilmiş, Türk-İş adeta devletin bir aygıtı olarak yeniden örgütlenmiş ve işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarına dönük kapsamlı saldırılar gündeme sokulmuştu.
Otoriterleşme eğilimi güçlendikçe işçi sınıfının haklarına dönük saldırıların da arttığının çıplak bir örneğini bugünün Fransa’sında da görmek mümkün. Paris’te gerçekleşen IŞİD saldırılarından sonra olağanüstü hal ilan eden Fransız burjuvazisi, Avrupa’nın çeşitli kentlerinde gerçekleşen saldırıları bahane ederek bu olağanüstü hal uygulamasını uzattıkça uzatıyor. Bu arada, yarattığı korku ve pasifikasyon atmosferinde, her türlü gösteriyi yasaklayarak, işçi sınıfının haklarına dönük yeni saldırılar gerçekleştiriyor. Ne var ki yasa değişiklikleri meclisten geçmesine rağmen, Fransız burjuvazisinin hesabı tutmamış görünüyor. Haftalardır Fransız işçi sınıfı ve öğrenci gençlik, iş yasalarında yapılan değişiklikleri protesto etmek için kentlerin sokaklarını dolduruyor. Olağanüstü hale rağmen gerçekleşen bu dev protesto gösterileri polisle yoğun ve şiddetli çatışmalara sahne oluyor. İktidarda sözümona sosyalist bir partinin bulunması, bu partiye bağlı sendikaların ihanet çizgisi, diğer sendikaların bürokratik pasifizmi ve kitlelere yol gösterecek denli güçlü bir devrimci örgütlülüğün olmaması gibi temel faktörler yüzünden bu militan direniş henüz hedeflerine ulaşabilmiş değil. Tüm bunlara rağmen, işçi sınıfının ve gençliğin militan mücadelesi, tüm dünya işçi sınıfına, otoriterleşme eğilimine boyun eğmemenin ve sınıf temelli güçlü bir direniş hattı inşa etmenin mümkün ve zorunlu olduğunu gösteriyor.
Günümüz Türkiye’sinde de otoriterleşme eğilimi ile işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarına dönük saldırıların yoğunlaşması iç içe geçmiştir. İktidara geldiği ilk günden itibaren, AKP hükümeti burjuvazinin istekleri doğrultusunda işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarına dönük sistematik bir saldırı kampanyası geliştirmiştir. Ama özellikle 2008 krizinden sonra artan baskılar ve otoriterleşmeyle birlikte işçi sınıfının haklarına dönük saldırılar katlanarak artmıştır. Gerçek ücretlerdeki düşüş, uzayan iş saatleri, taşeron çalışmanın görülmedik biçimde yaygınlaşmasıyla kadrolu çalışmanın hayal oluşu, güvencesiz çalışma biçimlerinin yaygınlaşması, emeklilik yaşının uzatılması, parasız eğitim ve sağlık haklarına getirilen sınırlamalar, katliam boyutlarına ulaşan iş cinayetlerindeki ve kazalarındaki artışlar, hükümet eliyle yürütülen sendikasızlaştırma saldırısı, kamu çalışanlarının haklarının budanması… Ve nihayet AKP hükümeti otoriterleşme yolunda mesafe aldıkça gündeme getirilip yasalaştırılan kölelik büroları anlamına gelen özel istihdam büroları. Sırada, bugüne dek gelen tepkiler nedeniyle yasalaştırmadıkları ama önümüzdeki dönemde yasalaşacağına kesin gözüyle bakılan kıdem tazminatının fiilen tasfiye edilmesi duruyor. Ayrıca 45 yaş altı tüm işçilerin, ücretlerinden her ay 100 lira kesilerek zorunlu olarak bireysel emeklilik sistemine geçirilmesi de gündemde. AKP’nin 2009’da benimsediği politikaların özü, emeğin ve doğanın sınırsızca talan edilmesi için sermayenin önündeki tüm dizginleyici engellerin kaldırılmasıdır. Tam da bu nedenle, bu süreçte “terör” yasalarında yapılan değişikliklerle fabrikalardaki işçi eylemlerinin de istenildiği takdirde “terör” kapsamına sokulması mümkün hale getirilmiştir.
Tüm bu süreç boyunca sendikalara, sosyalist parti ve örgütlere dönük baskılar katmerlenerek artmıştır. AKP hükümeti güdümündeki sendikacılar eliyle mevcut sendikaların çok önemli bir kısmı yürütülen türlü manevralarla hükümetin çizgisinde hizaya çekilmiş, baştan bu yana hükümet borazanlığı yapan Hak-İş’in yanına Türk-İş de eklenmiştir. KESK ve DİSK gibi muhalif sendikalar ise polis operasyonları da dahil olmak üzere çok yönlü baskılarla ağır bir kıskaç altına alınmıştır. Görülüyor ki faşizm yolunda hızla ilerleyen AKP hükümeti, sendikaları faşist devletin bir aygıtına ve korporatif devlet sendikacılığının nüvelerine çevirmek istemektedir.
AKP önderliğinde ilerleyen faşistleşme sürecinin işçi sınıfının başına nasıl belâlar açacağı hususunda Alman ve İtalyan faşizmleri güçlü bir ışık tutuyor. Kısaca hatırlayalım.
Alman ve İtalyan örneklerinde faşizm ve işçi sınıfı
Faşizmin ilk ve klasik örnekleri olan İtalya ve Almanya’da, faşist tırmanış sürecinin ya da aynı anlama gelmek üzere faşistleşme sürecinin tamamlanması ve faşizmin zafer kazanması, işçi sınıfının devrimci güçlerinin yenilgisi anlamına geliyordu. Kuşkusuz işçi sınıfının devrim tehdidi karşısında düzen güçlerinin faşist saldırısının başarıya ulaşması, öncesinde, işçi sınıfı cephesinde bir dizi yenilgiyi şart koşuyor. Ardından zafer kazanan karşı-devrim anlamına gelen faşizm, işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünden başlayarak, onun en temel sendikal örgütlülüklerine kadar her türlü bağımsız işçi örgütlülüğünü ortadan kaldırıyor, ta ki işçiler tümüyle atomize edilmiş bir yığın haline gelinceye kadar.
Almanya’da faşizmin iktidara gelmesiyle birlikte, işçi sınıfının örgütlülüğüne dönük muazzam bir saldırı kampanyası başlatılmıştı. Faşist rejimin ilk işi komünist ve sosyal-demokrat partileri ve örgütleri yasadışı ilan edip kapatmak olmuştu. Ardından milyonlarca işçiyi kucaklayan dev sendikalar kapatıldı. Toplu sözleşme hakkı ortadan kaldırıldığı gibi grevler de yasaklandı. Çalışma karnesi sistemi getirildi, devlet, iş uzlaşmazlıklarında tek ve zorunlu hakem haline getirildi. Faşist rejim, Nazi Partisine bağlı olarak kurduğu Alman Çalışma Cephesine tüm işçileri zorla üye yaptı.
Faşist terör, iktidara yükseliş döneminde öncelikle işçi sınıfının siyasi örgütlerini hedef tahtasına oturtmuştu. Komünistlerin ve sosyalistlerin kitle gösterileri, parti büroları ve bağlı kurumlar sürekli olarak faşist saldırılara maruz kalıyordu. Bu belirgin bir pasifikasyonu da beraberinde getirdi. Sosyalist ve komünist işçiler seçimlerde bu partileri destekleseler de giderek aktif mücadeleden çekilerek evlerine kapandılar. Sokaklarda görünür hakimiyet faşistlerin eline geçiyordu.
Bu pasifikasyon dalgasına artık Stalinizmin etkisi altına girmiş “komünistler”in ama daha da önemlisi sosyal-demokratların ideolojik çıkmazı da eşlik edince faşist propaganda karşısında geniş emekçi kitleler savunmasız kaldılar. İşçi sınıfı içerisindeki en büyük güç olan sosyal-demokratlar, yıllardır izleyegeldikleri hain sınıf işbirliği politikalarıyla işçi sınıfına reformdan başka bir vaatte bulunmazken, faşist parti (unutmayalım ki adları Nasyonal Sosyalist Parti idi) manipülatif bir anti-emperyalist ve hatta anti-kapitalist söylemle, sosyal devrimden, tüm büyük işletmelerin devletleştirilerek “milletin ortak mülkiyeti” haline getirilmesinden, “milli mülk olan işletmelerde işçi denetimi”nden bahsediyordu.
Muazzam bir silahlanma kampanyası kapsamında girişilen dev devlet işletmelerinin ve buna bağlı yan sanayilerdeki büyümenin bir sonucu olarak işsizlik sorununu çözmekle övünen faşist iktidar, aslında artı-değer sömürüsünü katlamalı bir şekilde arttırmıştı. Almanya’da Nazi iktidarının ilk beş yılında kârlar %127 artmıştı. Aynı dönemde saat ücretleri ise ancak %14 oranında artmıştı ki bundan %6’lık enflasyon da düşülmeliydi. Bu artışa rağmen ücretler 1929 büyük krizi öncesindeki seviyeye ulaşabilmiş değildi. Sanayi işçileri çalıştıkları sektöre ve yaptıkları işin niteliğine göre devlet tarafından belirlenen açık ve net kategorilere ayrılmış ve buna denk düşen ücret baremleri belirlenmişti. Faşist rejimin titizlikle uygulamaya koyulduğu bu ücret sınıflandırması sisteminin temel hedefi işçileri net bir şekilde bölmek ve ortak hareket etmelerinin önüne geçmekti.
Faşizmin bir başka klasik örneği olan İtalya’da da görünüm genelde benzerdir. Aradaki fark İtalyan işçi sınıfının direnişinin daha güçlü olması nedeniyle sınıf hareketinin tam olarak ezilişinin daha uzun bir süreyi kapsaması ve daha dolambaçlı yollardan geçmesidir. Komünist örgütler, bağımsız sendikalar kapatılırken, sosyal-demokrat CGL sendika konfederasyonu resmen kapatılmamış, devlet denetimi altına alınmaya çalışılmıştır. Bu konfederasyonun yerel örgütleri ve yöneticileri baskı altına alınırken, üst yönetim hoşgörüyle karşılanmış ve işbirliğine zorlanmıştır. Tüm bu baskılar karşısında CGL 1927’de kendi kendisini tasfiye etmiştir.
1935’ten itibaren savaş ekonomisinin yürürlüğe girmesiyle, tüm ücretler, en başta da sanayi işçilerinin ücretleri sürekli olarak düşmüştür. Tıpkı Almanya’daki gibi İtalya’da da ücretler arasında sınıflandırma yapılarak, işçiler arasında bariz bölünmeler yaratılmıştır.
Faşist rejimler, gerek İtalya’da gerekse Almanya’da, bölüp parçaladıkları ve atomize ettikleri işçi sınıfını, sermayenin çıkarları uğruna savaş cephelerine sürmekte bir zorluk çekmemişlerdir. Örgütleri ve öncüleri ezilen işçi sınıfı, faşist rejimler tarafından sürüldükleri emperyalist savaşta da milyonlarca ferdini kaybetmiştir.
* * *
İşçi sınıfına dönük saldırılar ile otoriterleşme eğilimi arasındaki bağ gerek tarihsel gerekse de güncel örnekleriyle ortadadır. AKP’nin tüm politikaları da buna örnek teşkil ediyor. Diğer toplumsal kesimlerin yanı sıra ideolojik propaganda yoluyla adeta felç ettiği geniş emekçi kesimlerin de desteğini alan AKP, gerek kendi önderliğinin şahsi hesapları gerekse de temsil ettiği büyük sermayenin nesnel ihtiyaçları doğrultusunda adım adım faşizme doğru yol alıyor. Sürecin ne kadar ilerleyip hangi katılıkta bir rejimle sonlanacağını, Erdoğan ve ekibinin kafasındaki hedeflere tam olarak varıp varamayacağını bugünden söylemek mümkün görünmüyor. Zira gerek iç dinamikler gerekse de uluslararası konjonktür son derece keskin çelişkilerle doludur ve emperyalist savaşın gidişatı tüm dengeleri altüst edecek sürpriz gelişmelere gebe bir ortam yaratmaktadır.
Ama her halükârda, daha ne kadar ileri gideceğinden bağımsız olarak, çoktandır Bonapartist bir karakter kazanan rejim, işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarına çok daha kapsamlı saldırılar geliştirecektir. Gerek doğrudan bağlantılı olduğu İslami sermaye kesimlerinin gerekse de geleneksel büyük sermayenin iktisadi beklentilerini yerine getirmeye devam edecektir. Sonuçta işçi sınıfını daha fazla, daha dizginsiz bir sömürü bekliyor. Ekonomi alanında bu aşırı ve dizginsiz sömürü, faşist baskıların artması ve askeri alanda maceracı girişimlerle birlikte düşünüldüğünde, bunların hepsi emekçi kitlelerin yaşam koşullarının daha da kötüleşmesi, çalışma koşullarının daha da ağırlaşması, savaşın daha da acımasızlaşması, halkların birbirine düşürülmesi ve sonuç olarak tarifsiz yıkımlar, kıyımlar anlamına geliyor.
Bu kapkara gelecek tablosundan kurtulmak için emekçilerin mücadele etmekten başka seçeneği yok. Görev, emekçiler cephesinde sınıf eksenli politikalarla, AKP’yi geriletecek bir muhalefeti inşa etmektir.
link: Oktay Baran, Faşist Gidişat ve İşçi Sınıfı, 30 Mayıs 2016, https://marksist.net/node/5125
Bireysel Emeklilik Yağması
Unutmadık!